“Öykü, şiirden büyük, romandan küçük değildir.”
Öykü ne değildir?
Plastik değildir mesela.
Ağzı rujlu, yanağı pembe, cildi porselen, süslü püslü kutulu bebek değildir.
Yatırınca gözünü kapasın da kaldırınca açsın, uysal, uyumlu olsun, bıraktığın
yerde dursun... Değildir. Şiirden büyük, romandan küçük değildir. Ölçüye tartıya
gelmez. Sıkıcı, sıradan, sahtekâr, kibirli, hesapçı değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz
şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Bir
şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime
yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer...
Kuş Koysunlar Yoluna-
Nilgün Marmara
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Bizim için fiziki
anlamda dünya neyse odur sanırım. Yalnız insanlar olsaydı da ağaçlar olmasaydı
mesela. Kediler, papatyalar, gökler ve çimenler, koltuklar, hasır tabureler,
divanlar ve sedirler olmasaydı. Kahramanlarımız hiçliğin ortasında konuşup
dursaydı. Sanırım hiç kimse okumaya âşık olmazdı o halde. Dekordan ötedir
atmosfer. Kahramanlar soluk alabilsin, kanlı canlı insanlara dönsün diye onlara
bizim bildiğimize benzeyen bir dünya yaratmaktır. Böylece onlar da mavi göğün
ya da yıldızların altında, ayaklarının altındaki çimenlere basarak her ne
yapacaklarsa onu yaparlar. Biz de okur olarak onlara inanırız. Atmosferin eksik
olduğu öyküler bana şu yeni sinema tekniğini anımsatıyor. Bir stüdyoda devasa
yeşil perdenin önünde koşan, görünmeyen canavarlardan kaçan, olmayan bir
şeylere sevinen, konuşan oyuncular.
Öykücü, çağının tanığı
olmalı mıdır?
Çağının
tanığı olmamayı seçmek mümkün mü? İster istemez tanıklık ediyoruz. Öykücülük de
tanıklıktan, yaşamaktan uzak bir yerde durmuyor. Gördüklerimi, duyduklarımı,
hatırladıklarımı yazarken istesem de soyutlayamam kendimi. Diyelim ki başka
çağlara dair yazacağım, yine sıyrılamam kendi çağımdan. Çünkü baktığım pencere
bulunduğum yerden açılacak. Bu kendiliğindenlik sorun yaratmıyor ama kasıtla,
illa ki tanıklık edeceğim ve onları yazacağım diye düşünerek yazmak bana göre
değil. Tarihçi değilim.
Ernest Hemingway, “... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda
ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp
yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları
üzerinden bakarak: ‘Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın.
Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak.Bildiğin en doğru cümleyi yaz,’ diye
düşünürüm,” diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru
cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Çok seviyorum Hemingway’in
bu söylediklerini. Düştüğümde beni elimden tutup kaldırıyor. Tıkandığımda en
çok Vüs’at O. Bener okurum. Hemingway, Faulkner ve Carver da okurum. Bir onu,
bir öbürünü alırım elime, üzülür hepsini bırakırım. Ama bildiğim en doğru
cümleyi hatırlamak gibi olmuyor benimkisi. Doğru ses veren notayı aramaya
benziyor biraz, yazıdan çok müzikle ilgili sanki. Bir ritim var ya öyküde, işte
onun açılış ezgisi bir gelse, gerisinde pek takılmıyorum. Başlamak en zoru.
Başladıktan sonra, ne anlatmak istediğimi biliyorsam akıp geliyor öykü. Mesele
neyi, nasıl anlatacağını bulmakta.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Dil her şeydir. Amaç,
araç, varoluşun temeli. Oksijen amaç mıdır, araç mı diye de sorabiliriz. Cevap
aynı olur.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok
özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite
sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun
anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu
mu?
Oldu, bence hep olacak.
Kanlı canlı bir karakter yarattıysanız sizi eteğinizden çekip duruyor. Sana
şunu anlatmış mıydım peki, diyor. Ben yemek yaparken tezgâha dayanıp anlatıyor
ya da parkta yanımda yürüyor. Birebir aynı kişi olarak dönmüyorlar gerçi,
hepimiz gibi değişip duruyorlar.
İlhan Berk “Anlam ve Anlamı Aşmak” başlıklı yazısında,
“Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler
zincirini kırmakla başlar,” diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak
iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda
size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz
hangileridir?
Anlamı aşmak yanlış
anlaşılıyor belki. Anlamsızlığa varmak değildir sanırım burada kastedilen.
Sınırları yıkıp geçmek, sınır var diyenlerin karşısında durmak, tamamen özgün
bir yaratımın peşine düşmek olabilir. Faulkner bunun ustası bence. Ses Ve Öfke, Döşeğimde Ölürken hangi sınırların arasında tutulabilir? Ölçülerine
uygun bir kap bulup da sığdırmak mümkün mü? En saf haliyle geleneklere
başkaldırıdır. Devrimdir. Başkalarının çizdiği sınırlara boyun eğmemektir.
Anlamı aşmak bütün sanat dalları için meseledir bana göre. Bunu mesele etmezsek
neden uğraşalım ki? Yazılacak ne varsa yazıldı, söylenecek yeni bir şey yok.
Peki. “Ört ki ölem,” o zaman. Ya da televizyon karşısındaki koltuğumuza kurulup
battaniyenin altında çekirdek çitleyelim.
Kim konuşuyor burada? Öyküde “ben” kimdir? Öykücü metnin
neresindedir?
Ben, “herkes” olabilir. Kimin
hikâyesini anlatmayı seçtiysem o kişidir “ben”. Eğer tam olarak bensem, yani
yazarsa, bu sıkıntılı bir durum. Ahlaksal ya da toplumsal doğrularım, inancım,
felsefemi aktarmak için kendime bir vantrilok kuklası yaratıyorsam, bir
kahraman değil de bir mikrofon yapıyorsam çok fena. Yazar metne elbette sızar.
Hatta pek çok usta, Yazarı metinden ayıramayız, diyor. Akademisyenler, metinden
yola çıkarak yazar hakkında çıkarımlara varıyor. Ama burada kastedilenle benim
değinmeye çabaladığım şey farklı. Başarıyla çizilmiş bir karakterin kendi kanı,
canı, fikirleri vardır, onaylamadığım şeyler de yaparlar, onları yargılayamam,
olanı anlatırım, yani tanıklığımı. Yazar olarak yalnızca anlatıcı sesim
bulunabilir metinde. Daha ötesi değil. En azından benim yapmak istediğim,
yapmaya niyetlendiğim bu.
“Eserin ilk hâli bok gibidir” demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor
görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış,
gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek... Hiç
bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne
zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların
sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler
düşünüyorsunuz?
Dilimi okuduğum
kitaplardan öğrendim. İyi yazarlar, iyi çevirmenler sayesindedir okuduğum bir
cümledeki hatanın kulağımı tırmalayışı, fazlalıkların ete batan bir diken gibi
rahatsız edişi. Bu sayede öyküyü yazarken bir yandan da hatalardan
arındırıyorum. Bitirdiğim bölümleri yüksek sesle okurum, ritmi bozan sözcükler,
cümle yapısıyla ilgili zayıflıklar hemen göze çarpar o zaman. İçime sinen bir
öyküyü daha fazla kurcalamam. “Daha da iyisi olabilir,” der içteki ses, tuzak
gibidir biraz, doğrudur ve sonu yoktur. Ben hep ileriye bakmak istiyorum.
Geriye dönük çabalamak yorucu geliyor. Yıllardır tek bir öyküyle uğraşan bir
yazardan söz etmişti bir arkadaşım, öyle takılmış ki, onu düzelttiğine
inanmadığı için yeni bir öyküye başlayamıyormuş. Dergilerde yayımlanan
öykülerde sonradan fark ettiğim hatalar varsa onları düzeltirim yalnız.
*Bu söyleşi 2 Mart 2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder