27 Ekim 2014 Pazartesi

#festivalgeliyor

Doğanın yaşamı sürdürme becerisine müdahale ediyoruz. Doğal döngüleri bozuyoruz. Biyolojik çeşitliliği yok ediyoruz. Doğayı zehirliyoruz, kirletiyoruz. Hepimizin derdi aynı, temiz hava, su, gıda... Ekolojik ürünleri satın almakla yetinen tarafta mı olacağız sınırlı kaynakları sürdürmeye çalışan tarafta mı? Başka bir dünya mümkün mü? Araştırmaya nereden başlayacağız? Kitaplar, belgeler, incelemeler, paneller, konferanslar...  Okuduklarımızı unutabiliriz, dinlediklerimiz bizi korkutabilir, çaresiz hissedebilir ve vazgeçebiliriz; filmlerdeki, belgesellerdeki gerçek yaşam hikâyeleridir aklımızda kalan, bize ilham veren. Bazı filmler vardır izleyince önümüzde yeni bir pencere açılır. Bazı hikâyeler hayata bakış açımızı kökten değiştirebilir.
Size bir iyi  haberim var, kente festival geliyor. 2008 yılından beri düzenlenen Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali (SYFF), Pan Görsel Kültür Derneği'nin organizasyonuyla bu yıl ilk kez 10 diğer ille eş zamanlı olarak Çanakkale'de de düzenlenecek. 7-8-9 Kasım'da Erkan Yavuz Deneysel Sanat Atölyesi'nde gerçekleşecek ücretsiz gösterimleri kaçırmayın. Programa ulaşmak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın.
http://www.surdurulebiliryasam.org/festival-2014/salonlar-ve-program/canakkale/
Festivale sayılı günler kala kolektifin "Siz de yapabilirsiniz!" çağrısını alan Çanakkale ekibinin koordinatörü İlknur Urkun ile festival ve sürdürülebilir yaşam hakkında konuştuk. 

Sürdürülebilir yaşam, fikir ve eylem olarak senin hayatına ne zaman girdi? Sonrasında ne gibi değişiklikler yaşadın?
Sürdürülebilirlik kavramı ilk defa üniversitedeki çevre planlama dersinde aklıma düştü sanırım. Hocanın tüm dönem için verdiği okuma listesini birkaç haftada yalayıp yutmuştum. Hayatım boyunca hiçbir dersin bu kadar ilgimi çektiğini hatırlamıyorum. Sonra sürdürülebilir kalkınma kavramı karşıma çıktı ve kavramların içlerini aslında canımızın istediği gibi doldurabildiğimizi fark ettim. Neyi sürdürmek istediğimiz çok önemliydi. Bir şekilde GDO’lar hakkında okumaya, zehirli temizlik maddelerinin alternatiflerini araştırmaya başladım. Okuma, etrafımdakilerle paylaşma ve tartışma zincirinin son halkası harekete geçmekti. Permakültür tasarım eğitimi aldım ve dünya üzerinde insan yaşamını doğanın geri kalanına zarar vermeden sürdürebilmek konusunda öğrendiklerimi uygulayabileceğim her mecraya bulaştım. Hayatıma paylaşım ekonomisi deneylerine katılmak, ekolojik menstruasyon ürünlerini tanıtan bir blog yazmak, doğal tohumlar biriktirmek, kompost kursları vermek, arıcılık yapmak gibi şeyler girdi ve önceliklerim bunlar oldu.

Sürdürülebilir yaşamla ilgilenen insanlar festivalin doğal katılımcıları. Ancak bu konuda hiçbir fikri olmayan insanları festivale çekmek, onların hayatlarında bir değişim yaratmak da önemli. Sosyal medyada ya da sokaklarda afişlere rastlamış ancak SYFF'nin ne olduğunu bilmeyenler için SYFF nasıl bir festivaldir, neden düzenleniyor, açıklayabilir misin?
SYFF 2008 yılından beri izleyicisine ilham ve güç veren, sorunlar karşısında bir şeyler yapabileceğini hissettiren filmleri, Türkçe alt yazı ile ücretsiz olarak sunan bir festival. Seçkisindeki filmlerle gündemdeki olumsuz olayların bombardımanı sırasında bize ulaşmayan, dünyanın farklı köşelerinden çözüm barındıran gerçek hikâyelerle izleyiciyi harekete geçmeye teşvik etmeyi amaçlıyor. Bu yıl festival seçkisinde öne çıkan sosyal girişimcilik hikâyeleri ile herhangi bir konuya çözüm üretmeyi kendine dert edinmiş, azimli ve yaratıcı insanlarla tanışacak ve ilham alacağız. Sürdürülebilir bir yaşamın ancak çeşitlilikle mümkün olacağını bildiğimizden toplumun her kesiminden katılımcıyı bir araya getirmeyi hedefliyoruz; çiftçileri, iş sahiplerini, şirket çalışanlarını, öğrencileri ve öğretmenleri, çocuğunun gelecekte yaşayacağı dünyadan endişeli ebeveynleri, akademisyenleri ve aktivistleri bu belgeselleri birlikte izlemeye davet ediyoruz.

Senin kolektifle tanışma, festivalin eş zamanlı olarak Çanakkale'de düzenlenmesi, hazırlık süreci nasıl gelişti?
Ben 2011 yılında Bayramiç’te düzenlenen 1. Türkiye Permakültür Buluşması sırasında Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi’nden Aykut İstanbullu ile tanıştım. Ona arılarla ilgili bir film önermiştim ve kolektif de bu filmi göstermeye karar verip benden alt yazısını çevirmemi istedi. O günden beri festivalin gönüllü çevirmeniyim. Bu yıl festivalin ilk kez eşzamanlı olarak İstanbul dışında da yapılmasına karar verildiğinde, arkadaşlar kolektifin içinden biri olarak bunun organizasyonunu üstlenmemi istediler. Çok memnuniyetle kabul ettim çünkü yıllardır onlarca önemli filmi Türkçe alt yazıya kavuşturuyoruz ve bu filmlerin pek çoğu sadece bir kez, İstanbul’da gösteriliyordu. Bu sorumluluğu kabul etmekle birlikte Çanakkale merkezde yaşamadığım için bunun altından kalkmamın mümkün olmadığını biliyordum. Permakültür Çanakkale ekibimizden, Pan Görsel Kültür Derneği’nden, ÇAYEK’ten ve Çanakkale Çevre Platformu’ndan birkaç arkadaşa ekip kurmak için teklif götürdüm. Kolektifin önerisiyle seninle de tanıştık ve ekibi kurduktan sonra hazırlıklar çok keyifle sürdü. Afişlerimiz şehre dağıtıldı, sosyal medyada etkinliğimiz duyuruluyor, herkes sabırsızlıkla çok yakında yayınlayacağımız festival programını bekliyor.

Çok bilinen bir Afrika atasözü “Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı. Biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık.” diyor. Oysa doğanın yaşamı sürdürme becerisine müdahale ediyoruz. Doğal döngüleri bozuyoruz. Biyolojik çeşitliliği yok ediyoruz. Doğayı zehirliyoruz, kirletiyoruz. Gelecek kuşakların hakkını yemeden yaşamayı yeniden öğrenmemiz gerektiği aşikâr. Kentlerde evlerimizde, iş yerlerimizde çalışırken, yaşarken nelere dikkat edeceğiz?
Bence en önemlisi hem neyi istemediğimizi, hem de bunun yerine ne koymak istediğimizi düşünerek hareket etmek. Bunların ikisine birden dengeli şekilde odaklanmazsak ya dünyanın kötü gidişatını takıntı haline getirip eylemsiz kalabilir, ya da sistemin önümüze sunduğu “yeşil”, “organik”, “ekolojik”, “sürdürülebilir” mal ve hizmetlerin tüketicisi olmakla yetinebiliriz. Ben bu ikisinin dengesini kurmak için öncelikle permakültür üzerine okumalar, araştırmalar yapmanızı tavsiye ederim. Permakültür size ne yapacağınızı söylemeyecek; insan ile doğa arasındaki ilişkiye, gıdaya, yapılara, enerjiye, eğitim ve sağlığa, insan ilişkilerine vb. yeni bir bakış açısı kazandıracak. Yaşamı tüm bunların birbiriyle etkileşim içinde olduğu bir bütün olarak görmeye başladığımızda evimizde, işyerimizde, alışverişte ne yaparsak dünyaya faydamız dokunur sorusunun cevabı kafanızda kendiliğinden canlanacak. Elbette herkes farklı cevaplar bulacak ve bu çeşitlilik tıpkı doğadaki çeşitlilik gibi bizi dayanıklı kılacak. Ben şehirde sağlıklı ve yerel gıdaya erişim üzerine yoğunlaşırken başka birisi işyerinde enerji tasarrufu yöntemlerini deneyebilir. İşte bunlar hep sürdürülebilir yaşam.

3,5 yaşındaki kızım geçen gün muzun kabuğunu soyamadı ve bize “Muzun kabuğunu markette çok sıkı yapıştırmışlar, açamıyorum.” dedi. Çocuklar tükettikleri her şeyin market raflarında sınırsızca onları beklediğini ve parayla diledikleri zaman sahip olabileceklerini düşünüyor. Değişimi yaratabileceksek eğer tam buradan çocuklardan başlamak yerinde olacaktır. Onlara sürdürülebilir yaşam, tüketmeme hakkı gibi kavramları nasıl verelim? Nereden başlayalım?
Tam da bu konuda bir kitap çevirdim ve geçen kış yayımlandı. Adı “Ekofobiyi Aşmak”. Bu kısa ama çok önemli kitabı, ebeveyn, eğitimci, çocuklarla ilgilenen herkese tavsiye ederim. Kısacası kitap çocukların içinde bulundukları gelişim evrelerine uygun eğitimin şart olduğunu anlatıyor. Yazara göre çocuklar belli bir yaşa kadar sadece doğayla ilişki kurup onu sevseler, ondan korkmasalar yeterli. Çocuğun dünyayı kavrayış şekli değiştikçe, önce çevresinde neler olup bittiğini, sonra ne gibi sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu, sonra da bunları düzeltmek için kendisinin neler yapabileceğini öğrenebiliyor. Sürdürülebilirlik ve tüketmeme gibi konular küçük çocukların anlaması için çok soyut kavramlar. Bunlar bizim yaşadığımız sorunlara karşı geliştirdiğimiz çözümler ve bu sorunlar olmadığında, yani doğal dünyada, bu kavramların yeri de yok. Çocukların öncelikle yaprakları, kuşları, böcekleri, toprağı sevmelerine izin vermek yeterli. Yazar buna ekofili diyor; yani eco (ev) philia (sevgisi).

Neden insanlar festivale gelmeli? İzledikleri belgeseller onların hayatında bir değişim yaratabilir mi? Festivalin ardından nasıl bir geri bildirim bekliyorsun? Teşekkür ederim.
Festival dünyanın dört bir yanından sürdürülebilir yaşam ile ilgili projeler, hikâyeler ve mücadelelerden haberdar olabilmemiz için eşsiz bir fırsat sunuyor. Fakat festivalin öncelikli amacının insanları “bilinçlendirmek” olmadığını düşünüyorum. Festival katılımcılarının profiline de bakarsak izleyicilerin büyük bölümünün bu konularda oldukça bilgili olduğunu görürdük sanırım. Yani sorunlarımızın farkına varmak için alim olmaya gerek yok. Benim köydeki komşularımın hepsi betonlaşmanın iklimi bozduğunun farkında. Fakat bu konuda bir şey yapabileceklerine, durumu değiştirebileceklerine dair bir tahayyülleri yok. O yüzden bence burada birincil hedef bu insanlara ilham vermek. Festivale gelmelisiniz; çünkü dünyada milyonlarca insan sizinle aynı sorunlardan muzdarip ve bunların bir bölümü bunlarla başa çıkmak için bir şeyler yapıyor ve başarılı da oluyorlar. Festivalin diğer güzelliği ise bize sadece dünyanın öbür ucunda yapılanları izleme fırsatı vermeyip, programdaki söyleşiler sayesinde aslında yanı başımızda bir şeyler yapan insanlarla bizi buluşturması. Film aralarında bu insanların bir araya gelip yeni projeler üretmeleri de an meselesi.
Ben teşekkür ederim.


15 Ekim 2014 Çarşamba

KISA ÖYKÜ YAZMAK


NOTOS ÖYKÜ'nün 45. sayısı (SAİT FAİK EDEBİYATIMIZIN BÜYÜK DÖNÜŞTÜRÜCÜSÜ) tam arşivlikti. Sanal kitap satış mağazalarında hâlâ satıştaysa edinmenizi ve saklamanızı tavsiye ederim. Murat Gülsoy, Behçet Çelik, Faruk Duman, Haydar Ergülen, Ahmet Büke, Oylum Yılmaz, Fethi Naci ve Ara Güler'in dosya konusu ile ilgili metinleri, 13 öykü, Necati Tosuner söyleşisi... Keyifli bir okuma sunan sayıyı, hatırlama ve hatırlatma sebebim ne Sait Faik ne de öyküler; Deniz Bozkurt tarafından çevrilen Flannery O'Conor'un Kısa Öykü Yazmak başlıklı eleştiri yazısı. Güneyli Yazarlar Konferansı'nda yapmış olduğu konuşmanın metni öykü yazmak isteyen amatörlere  pek çok önemli ipucu veriyor. 7 sayfalık metnin geneline yansıyan tavsiyeleri iki ana başlık altında topladım: "Öykü nedir?" ve "Öykü yazmaya yeni başlayanların düştüğü temel hatalar"
Uzun süredir bu metinde aktarılan bilgileri blog için derlemek istiyordum. Tekrar okuyunca daha bir kaç gün önce bu temel hatalardan birine düştüğümü fark ettim: "bir şeyi ima etmenin onu dışarıda bırakmak olduğu yanılgısı"
 
 
Öykü nedir?
Ben öykünün bir insan barındıran dramatik bir olay olduğunu söylemeyi tercih ederim, çünkü oradaki bir insandır, hem de belirli bir insan; yani insanlığın genel durumunun ve bazı özel insani durumların bir parçasıdır.
Bir öykü, dramatik bir biçimde, her zaman bir kişiliğin gizemine yer verir. Benden bir sokak aşağıda yaşayan çiftçi bir kadına bazı öyküler vermiştim. Geri getirdiğinde, “Şu öyküler bana kimi insanların nasıl yaşadıklarını gösterdi.” dedi. Kadının haklı olduğunu düşündüm kendi kendime, öykü yazarken tam buradan -kimi insanların her şeye rağmen neyi nasıl yaptıklarını göstermeniz- başladığınıza emin olmanız gerekir.
Kurmaca yazmak nadiren bir şeyler söyleme meselesidir; çoğunlukla bir şeyleri gösterme meselesidir. Ford Madox Ford'un bize öğrettiği şuydu: Okura öyküdeki adamı görmesine yetecek kadar ayrıntı vermezseniz, o adamın bir öyküde gazete satacak kadar bile görünmesini sağlayamazsınız.
Öykü yazmaya yeni başlayanların düştüğü temel hatalar:
Sorunlardan bahsetmek istiyorlar, insanlardan ya da somut konulardan değil de soyut konulardan. Ya fikirleri, ya hisleri ya da taşkın bir egoları var, ya da “Yazar Olma” hevesleri, ya da bilgeliklerini dünyanın özümseyebileceği kadar basit bir şekilde yayma istekleri. Bir hikâyeleri yok, olmayınca da bir teknik ya da formül arayışına giriyorlar.
Yazmaya yeni başlayan yazarların duygudan tüylerinin ürperdiğini fark ettim, ancak bunların kimlerin duyguları olduğunu anlamak çok zor. Diyaloglar çoğunlukla gerçekten görebildiğiniz karakterlerin yardımı olmadan ilerliyor, öykünün her yerinden içeriksiz düşünceler sızıyor. Bunun nedeni öğrencinin dramatik olay yerine kendi düşünceleri ve hisleriyle ilgili olması ve kurgunun gerçekleştiği somutluğa inemeyecek kadar tembel ya da tumturaklı olmasıdır.
Kurmacanın ayrıntıların kullanımıyla işlediğini söylemek basit ve mekanik bir biçimde ayrıntıları yığmak demek değildir. Ayrıntı nihai bir neden tarafından yönetilmelidir ve her ayrıntı amacınıza hizmet etmelidir.
Kısa öykünün az şeyin gösterilip çok şeyin ima edildiği tamamlanmamış bir şey olduğunu, bir şeyi ima etmenin onu dışarıda bırakmak olduğu sanılıyor. Bu kanıları bir öğrencinin kafasından çıkarmak çok zor, çünkü öğrenci bir şeyi dışarıda bıraktığında, usta işi bir şey yaptığını sanıyor; bir şeylerin orada olmaması için önce bir şeyler sunması gerektiğini söylediğinizdeyse de sizin duyarsız bir ahmak olduğunuzu düşünüyor.
 
 

12 Ekim 2014 Pazar

NOKTANIN GÜCÜ(*)

Başlangıçta bir küçük nokta vardı. Hepimizin içinde var olan yaratıcı gücü dışarı çıkarmak istedi. Yürek inandı noktanın gücüne. Hayaller nokta oldu, çizgi oldu, durmadan, hız kesmeden kalem oynatan el ile birleşince. Coşkuyla, mutlulukla dolmaya başladı sayfalar. Akıl, “Baskıyı azalt. Mükemmeliyetçiliğin, yaratıcılığını örselemesine izin verme. Mış gibi düşün!” dedi. Geriye yaslandı küçük nokta. Baktı tek tek, ağaçmış, çiçekmiş, güneşmiş gibi görünen resimlere... Gülümsedi. Bir yazarın kapısını çaldı. Küçük noktayı dinleyen yazar çocuklar kendilerine inansın, yaratabilsin diye üç kısa hikâye yazdı ve resimledi. Peter H. Reynolds'ın “creatirology” adını verdiği üçlemenin ilk iki kitabı Nokta ve Mış Gibi Altın Kitaplardan çıktı.
Serinin ilk kitabı olan Nokta'nın kahramanı resim yapamadığına inanan Vashti adında bir kız çocuğu. Çizemeyeceğine dair inancı öyle güçlü ki dersin sonunda öğretmenine boş kâğıt uzatır. Vashti'nin öğretmeni eğilip boş kâğıda baktı. “Aaa! Kar tipisine tutulmuş bir kutup ayısı.” Vashti, “Çok komik ama ben resim YAPAMIYORUM.” dedi. Öğretmeni gülümsedi. “Bir nokta yap bakalım, o seni nereye götürecek.” dedi. Bu sözlerin ardından Vashti öfkeyle bir küçük nokta koyar ve yaratıcı yolculuğu başlar. Başlangıçta sert ve öfkeli çizimler, renkler, Vashti başardıkça yumuşar, pastelleşir. Kitabın sonunda Vashti'nin, bu hediyeyi, ilhamın kaynağını bir diğer çocukla paylaşması umudu arttırır. Nokta, bize başlamak için bir küçük adımın yeteceğini hatırlatıyor. Güçlü mizah duygusuna sahip, boş kâğıttan daha fazlasını gören, öğrencisine inanan bir öğretmenin nasıl mükâfat olabileceğini gösteriyor.

Serinin ikinci kitabı Mış Gibi'de resim yapmayı çok seven Ramon'la tanışırız. Ramon konu bulmakta asla sıkıntı çekmez. Her zaman her yerde hiç durmadan coşkuyla, mutlulukla resim yapar ta ki ağabeyi Leon vazoda çiçekleri çizdiği bir resme bakıp kahkahalarla gülerek “Bu nedir?” diye sorana kadar. Ramon kâğıdı buruşturup atar. Resim çizmeye devam eder. Artık yalnız değildir. Yaptıklarının bir şeye benzemediğini söyleyen bir çift göz onu her an izlemektedir. Ne çizse beğendiremez o alaycı gözlere. Yaptıklarını buruşturup atar. Sonunda resim yapmaktan vazgeçer. Bir gün kız kardeşi Marisol'ün odasının duvarlarında kendi buruşturulmuş resimlerini görür. Marisol bir resmi işaret ederek, “Bu en sevdiklerimden biri.” dedi. Ramon, “Vazodaki çiçekleri çizmek istemiştim, ama beceremedim.” Marisol heyecanlı bir şekilde “Evet, vazoyMUŞ GİBİ!” dedi. Bir anda Ramon'un üstünden mükemmeliyetçiliğin yükü kalkar. İçi enerjiyle dolar. Eskisi gibi özgürce “ağaçmış, balıkmış, güneşmiş gibi” resimler çizer. Hatta “mış gibi” resimlerinden esinlenerek “mış gibi şiirler” yazmaya başlar.
Bir ilkbahar sabahı Ramon kendini çok iyi hissetti. Bu mış gibi resimlerin, hatta mış gibi kelimelerin bile betimleyemeyeceği bir duyguydu. Bu duyguyu betimlemeye çalışmaktansa uzanıp tadını çıkarmaya karar verdi. Hikâye bence burada bitmeliydi. Ancak yazar son bir cümleyle konuyu sonuca bağlamak istemiş. “Ve bundan böyle Ramon mış gibi yaşamaya devam etti.” Yaratıcılığı arttırmayı hedefleyen bir kitabın “mış gibi yaşam” ile bitmesi hoşuma gitmedi. Çocuklar mış gibi resimler çizsin, mış gibi şiirler yazsın ama mış gibi yaşamasın.

Nokta, Mış Gibi
Yazan ve Resimleyen Peter H. Reynolds
Çeviren Oya Alpar
Altın Kitaplar
(*)Bu yazı 10/10/2014 tarihinde okumadan yatmayanların kitap tanıtım yazılarına yer veren çok yazarlı okuryatar isimli edebiyat sitesinde yayımlandı. Siteye ulaşmak için tıklayın.

10 Ekim 2014 Cuma

8 Ekim 2014 Çarşamba

SEBEBİ VERA!


Çoğu okur, sevdiği yazarların, şairlerin hayat hikâyesini merak eder. Nasıl bir çocukluk geçirmiş, yazar, şair olmaya nasıl karar vermiş? Sanatçı arkadaşları kim? Yapıtlarının arka planını anlamaya, kafamızdaki soru işaretlerini, karanlık noktaları aydınlatmaya çalışırız okuduklarımızla. Bu yüzden anı kitapları, otobiyografiler okurların ilgisini çeker. Otobiyografiyse sorun yok ancak ölmüş bir yazarın/şairin yakınları tarafından yazılan anı kitapları bazen yazarın/şairin anısına saygısızlık yaratabiliyor. Kütüphanede Vera Tulyokava Hikmet'in yazdığı Bahtiyar Ol Nâzım isimli anı kitabını görünce tereddüt etmeden aldım. Büyük bir iştahla okumaya başladım. Çocukla plaja bile götürdüm. Derken okuduklarım hevesimi kaçırdı. Ara verdim. En nihayetinde bitirmeden kitabı kütüphaneye iade ettim. Sebebi Vera!
 
 

Galina'yı Can Dündar'ın Nâzım Hikmet belgeselinden ve gazete yazılarından tanıyorum. “Kalsa benimle daha uzun yaşardı ama o güzelim şiirleri yazamazdı. Çünkü ona o şiirleri aşk yazdırıyordu.” diyebilen, terlikleriyle evden başka bir kadına kaçan sevdiğinin ardından ona para, kendi elleriyle ördüğü süeter, portakal gönderen, gittiği yerde ona göz kulak olacak doktor ayarlayan Galina'dan metin boyunca "doktor kadın" olarak bahsedilmesi, Nâzım Hikmet'in sevdiği, yedi yıl boyunca birlikte yaşadığı kadının böyle bir üslupla çekiştirilmesi, kötülenmesi beni gerçekten rahatsız etti.

İşte örnekleri:

*Edebiyatla, çok yönlü yaşamla yoğrulmuş, doktorluk mesleğine taparcasına saygı duyan ve senin günlük yaşamının sıkça tanığı olan hiç kimse senin kadın doktorunu ciddiye almıyordu. Bunu biraz da sen tetikliyordun: Konuklarının kadına olan tepkisini hissettiğin anda, şakayla karışık, Sovyetler Birliği'nde maaşlı ve özel doktoru olan tek kişinin kendin olduğunu dile getiriyor, yazarlara sağlanan şoförler ve ev hizmetlileri tarzında bir şey olduğunu söylüyordun. Ve senin kişisel doktorun maaşını hak ediyordu: “Yeme yoksa ölürsün!”, “Konuşma yoksa ölürsün!”, “Yavaş yürü yoksa ölürsün!” Tuhaf olan, korkuyla, hareketlerini bu uyarılara göre ayarlaman ve susmandı. Kadın doktor, sıcak yaz gününde sen konuklarınla masa başındayken önce belden yukarını soyup, sonra sana yün çamaşırlar giydirebiliyordu. Ardından yaklaşık bir saat sonra senden ter boşanmaya başladığında, tüm bu gördüklerinden utanan kadın konuklarının, entelektüel dostlarının önünde ıslanmış giysilerini üstünden çekip alabiliyordu. Başlangıçta, tüm bunlar kabalık olarak görünmüştü. (s.50-51)

*Bir keresinde senin doktor kadına insanlara neden hiç güvenmediğini sordum. Neden her şeyi kilit altında tutuyordu?
“Biliyor musun, savaş sırasında soydular beni. Orduda hizmet ediyordum, asker olarak. Moskova'ya geldiğimde eşyalarım çalınmıştı. O günden beri herkesten korkarım,” diye yanıtladı beni.
Savaştan; herkesin yakınlarını, sevdiklerini yitirdiği, tüm ülkenin kanla yıkandığı, kentlerin yıkıldığı, faşizmin gelip kapıya dayandığı savaştan ona kalan soyulacağı korkusuydu... Arabada gidiyor ve bu iç dökmenin son nâmelerini dinliyorduk. Her şey abartıyla dillendiriliyordu. Sen şoförün yanında oturuyordun Nâzım. Hiç şüphesiz her şeyi duyuyordun. Ama ne arkaya döndün ne de tek bir söz ettin. Neden? Sonraları, pek çok kez manevi değerlerden yoksun, küçük düşünen, entelektüel zekadan yoksun insanlara karşı taktiksel olarak suskun kaldığını gördüm. (s.88)

*“Gezinip durma yoksa ölüvereceksin!” uyarısı sadece senin değil, kır evine gelen herkesin aklında yer etmişti. Oysa o yaz 55 yaşındaydın! Evet, beş kez kalp krizi geçirmiştin geçirmesine, ama çevremizde kalbinden problemi olmayan sanatçı sayısı ikiyi geçmezdi, herhalde. Hepsi de normal yaşamlarını sürdürüyorlar, diğer insanlar gibi yaşıyorlardı. Doğrusu, onların maaşla tutulmuş, sürekli felaket tellallığı yapan doktorları yoktu yanlarında. (s. 91)

Kitapta Galina'nın isminin geçtiği tek yer Nâzım Hikmet'in cenaze töreni. Burada da yasını tutma, acısını dilediği gibi yaşama hakkı tanınmıyor ona. Nâzım'ın yüzünü kirletmekle suçlanıyor.

"Birisi omuzlarımı ve ellerimi sıkı sıkıya tutuyordu. Kukla gibiydim. Hüzün yüklü olayın parçalarını mekanik olarak yaşıyordum. Tabutun diğer tarafında Memed'le duran Münevver'i anımsıyorum. Simonov'un işaretiyle yanına gelişi, alışkanlıkla sabahleyin kırmızı karanfil iliştirdiğim ceketinin cebinden seni öpüşü aklımda Nâzım. Bir de Galina'nın tabuta atlayışını anımsıyorum, ihtirasla dudaklarına yapışmasını ve orada bıraktığı yağlı kırmızı izi... Yüzünün o harikulade görüntüsü bozulmuştu. Her şeyin devinimsiz olduğunu, yüzlerdeki perişanlığı ve senin sessizce yüzünün silinmesini istediğini anımsıyorum. Kimse kımıldamamıştı yerinden ve benim yapmam gerekmişti." (s.420)

5 Ekim 2014 Pazar

Camus-Sartre Çekişmesi-2


Ronald Aronson'un yazdığı Camus Sartre bir dostluk ve bitmeyen çekişmenin hikâyesi'nden okuma notlarımı paylaşmaya devam ediyorum.

İşgal, direniş, özgürlük

Camus ve Sartre'ın işgal ve direniş günlerindeki ilişkilerine bakmadan önce her ikisinin bu dönem öncesinde neler yaptığına, hangi yollardan yürüyerek bir araya geldiğine bakmak gerekmektedir.

Camus, henüz Cezayir'de iken 1935'te Komünist Parti'ye üye olur. Avangard ve siyasî oyunlar sahnelemiş bir Cezayir tiyatro kumpanyasının organizatörü olarak tanınmaktadır. Daha sonra Yabancı'nın yayımlanmasında kendisine yardımcı olacak ve onu Direniş hareketine dahil edecek editör Pascal Pia'nın altında gazeteciliği öğrenmiştir. 2. D.S.'ının başında Camus, Pia'nın tek yardımcısıdır. Çok geçmeden Le Soir repuclicain'in editörü olur. Gazete 1940 yılının Ocak ayında yasaklanınca Pia, Paris Soir'da çalışmak üzere Paris'e gider. Pia, Camus'nün ilk iki kitabı Yabancı ve Sisyphos Söylem'inin Gallimard Yayınevi'nden yayımlanmasına yardımcı olur. O dönemde Fransız yayıncılar, yasaklanmış bir Yahudi yazar olarak Otto Listesinde yer alan Kafka'nın eserlerini, hatta diğer yazarların Kafka hakkındaki tartışmalarını basmama kararı almıştır. Camus, Cezayir ya da İsviçre'de kitabı sansürsüz yayımlatabilme imkânına sahiptir. Ancak kitap Paris'te sansürden geçer, Sisyphos Söylem'inden Kafka ile ilgili bölümün çıkartılmasına izin verir ve Gallimard'dan yayımlanır.

Camus için siyaset ne denli doğalsa, Sartre için de bir o kadar yabancı bir dünyadır. Sartre, her şeyden önce entelektüel konulara ilgi duyar. Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde Husserl üzerine tez hazırlayan Raymond Aron, Paris'e geldiğinde Montparnesse'daki Bec de Gaz'da bir akşam geçirirler. Masaya kayısı kokteylleri geldiğinde Aron bardağı işaret ederek, “Görüyorsun ya dostum, eğer fenomenolojist isen bu kokteyl üzerine konuşabilir ve bunun üzerinden felsefe yapabilirsin!” der. Bu, Sartre'ın yıllardır aradığı şeydir: Nesneleri aynen gördüğü ve hissettiği biçimiyle tanımlamak ve bu süreç üzerinden felsefe yapmak. Bir çok iyi Alman entelektüelin ülkeden kaçtığı dönemde (1933-34) Sartre, Nazi Almanya'sına giderek Yahudi Hussler'ı, Freiburg Üniversitesi'nin Nazi rektörü Heidegger'i okur. Savaş ilan edilir, seferberlik, 1939-40 yıllarında Phony Savaşı'nda askerlik, Fransa'nın düşüşü... Sartre savaş tutuklusudur. Mart 1941'de kamptan salınır, Paris'e döner. Öğretmenler için zorunlu olan ve kişinin Yahudi veya Farmason olmadığını beyan etmesi gereken belgeyi imzalamayı reddeder, ancak eğitim müfettişi gizli bir Direnişçidir. Lycee Pasteur'daki işine geri döner. Sartre Sosyalizm ve Özgürlük adlı bir direniş grubu kurmaya karar verir. Sartre-Beauvoir ailesinin üyeleri, eski ve yeni öğrencileriyle birlikte Alman karşıtı el ilanları basar ve dağıtırlar. Ancak grup siyasî açıdan deneyimli değildir, pek çok tecrübeli aktivist henüz Almanlara ve Vichy hükümetine karşı örgütlenmeye başlamamıştır, grup dağılır. Bu dönemde Sartre, yazın alanında çok üretkendir. “Yazar bir direnişçi değil, direnmiş bir yazar” olarak Varoluş ve Hiçlik, Sinekler, Çıkış Yok oyunlarını yazar, Akıl Çağı romanının son düzeltmelerini yapar, romanın devamı olan Huzursuz Uyku'yu yazar.

Camus ve Sartre'ın Sinekler oyununun açılışında tanışmalarından bir gün sonra yaklaşık bir mil ötede bir Alman subayı öldürülür. Direniş eylemlerinin arttığı ve etkinleştiği günler yaşanmaktadır. Sartre ve Camus'nün ilişkisi biçim değiştirir, birden çok siyasî savaşın savunucusu Camus, çırağı Sartre'a önderlik eder.
 

Aralık 1943 ya da Ocak 1944'te Pia, kendisine Combat hareketince desteklenen siyasi-kültürel bir derginin editörlüğünü teklif eder. Mart ayında daha önemli görevler verildiği için Pia'nın yerine Combat'ın genel yayın yönetmeni olması önerilir. O esnada Camus, Gallimard'da çalışmakta ve Veba romanını yazmaktadır. Combat örgütü ona sahte evraklar düzenler. Bir de onur rozeti verir.  Yoldaşlar arasında Beauchard adını kullanmaktadır. Bu, grup üyelerinin birbirlerinin gerçek isimlerini bilmemesini sağlayan bir güvenlik kuralıdır. Birlikte her sayıyı yazar, redaksiyonu ve tasarımı yapar, levhaların matbaalara ulaşmalarını sağlarlar. Tehlikeli bir çalışmadır. Kısa bir süre sonra hareketin lideri Claude Bourdet tutuklanır ve Buchenwald'a gönderilir. Camus ile birlikte çalışan Jaqueline Bernard Almanlarca Ravensbrück'teki bir toplama kampına gönderilir. Her ikisi de hayatta kalmayı başarır ancak Combat'ın Lyon'daki yayımcısı Andre Bollier başaramaz, Almanlar tarafından tutuklanmak üzereyken intihar eder. Bir keresinde Fransız ve Alman polislerce aranmayı bekleyen Camus, Maria Casares'e Combat'ın kapağının tasarımını verir. Kendisinin de aranacağından korkan Maria, tasarımı yutar. Camus'nün Combat'a en büyük katkısı gazetecilik mesleğindeki tecrübesidir, en az iki de makale yazar.
21 Ağustos 1944 günü Combat ilk kez serbest olarak yayımlanır. İki imzasız makaleyi içerek tek bir sayfa. "Bugün 21 Ağustos günü, biz ilk kez açıktan baskı yaparken, Paris de özgürlüğüne kavuşmuştur. Elli aylık işgalin, mücadele ve fedakârlığın ardından, sokaklarda duyulmaya devam eden silah seslerine rağmen, Paris yeni bir özgürlük hissiyle, yeniden hayata gelmiştir."
Beauvoir ve Sartre bu günlerde Combat'ta çalışan Camus'yü ziyarete giderler. Beauvoir görüşmeyi şu sözlerle anlatır: "Tüm bina, baştan aşağı büyük bir kaos ve sevinçle sarılıydı. Camus oldukça keyifliydi. Sartre'dan özgürlük dönemine dair açıklayıcı bir rapor yazmasını istedi."
Gazetede, Sartre'ın imzasıyla Paris'i özgürlüğe taşıyan isyana tanıklık eden bir dizi makale yayımlanır: "Ayaklanma sırasında Paris'te bir gezgin" başlığını taşıyan ilk makale, 28 Ağustos'da yayımlanır, halkın isyana verdiği tepkiyi anlatmaktadır. Camus, arkadaşına hayatının fırsatını sunmuştur. Combat, yeraltından çıktığında ilk onurlandırılan yazar Sartre olur, adı koyu harflerle her sayının ilk  sayfasında yer alır. Ne var ki, Beauvoir bundan üç yıl sonra Nelson Algren'e “Biz ne olduğuna dair raporlar yazdık ve bunları kimi zaman kurşunların uçuştuğu sokaklardaki belirgin tehlikeyi omzumuzda hissederek götürdük.” diye yazar. Sartre'ın ölümünün ardından biyografisinin yazarına Combat'ta yayımlanan ayaklanma ile ilgili meşhur makaleleri kendisinin yazdığını söyler, çünkü “Sartre çok meşgul idi”r.

Direniş günlerinde ileride araları bozulduğunda Camüs'nün sert bir şekilde hatırlatacağı şu olay yaşanır: Sartre, Comedie-Française'i Alman sabotajından korumak için direnişçi tiyatro grubu Comite National du Theatre üyeleriyle birliktedir. Şehirde yaptığı turdan dehşete kapılmış olan Sartre koltuklardan birinde uyuyakalır. Arkadaşını ziyarete gelen Camus, onu şu sözlerle uyandırır: “Tiyatro koltuğunu tarihe doğru çevirmişsin!”
 
* Paris özgürlüğüne kavuştuktan sonra Combat gazetesinde çekilen bu fotoğraf, www.newcombat.com web sitesinden alınmıştır. Soldan yedinci sıradaki Albert Camus'dür.



3 Ekim 2014 Cuma

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (4)

KENDİME BAŞKA BİR MESLEK DE YAKIŞTIRAMIYORUM!
Anlatılanlara göre, “Gece Kapıyı Kim Çaldı” adlı ilk eserimi (!) dört ya da beş yaşındayken yazmışım. Korku-gerilim türünde olan bu eseri, dönemin -daha doğrusu yaşımın gereği- çizgi roman olarak kaleme almışım. Toplam beş cümleden ve bol miktarda resimden oluşuyor. Daha sonra eski eşyaların arasında karşıma çıktı; üzerinde epey çalışılması gerektiğini düşünüyorum ama acemilik dönemine ait bir eser olarak çok da kötü sayılmaz. Profesyonel yazı hayatına ilk olarak kendimi yakın hissettiğim çalışma ise lise son sınıfta yazdığım ve sahneye koyduğum bir tiyatro oyunu oldu. Profesyonel dememin sebebi, ömrümde ilk defa yazdığım bir metni arkadaş-aile çevresi dışında insanlara göstermem, hatta o niyetle kaleme almamdı. Yüzlerce seyircimiz oldu ki şimdi ki şartlarda bile hiç fena sayılmaz. Aşağıdaki fotoğraf “Bir Yılbaşı Gecesi” isimli oyunun ilk taslağına ait olmalı. Daha birinci sayfayı kocaman bir çarpıyla süslediğim için ilk taslaktır diyorum. Ama hatırlıyorum, son taslağı da böyle çizgili dosya kâğıdına el yazısıyla yazmış ve fotokopiyle çoğaltmıştık.
Gerçek anlamda yazarlığa ise 2002 yılında başladım. Planlı programlı bir başlangıç değildi. Daha önce finans sektöründe, kurumsal bir işte çalışıyordum. Çok bunalmıştım ama bir türlü son adımı atmaya cesaret edemiyordum. Ani bir kararla işten ayrıldım. Kısa bir tatilin ardından hep yapmak isteyip de yapmaya fırsat bulamadığım şeyleri denemeye başladım. Bunlardan biri de roman yazmaktı. Çocukluğumdan beri heves ettiğim, hayalini kurduğum bir şeydi roman yazmak ama kendime güvenim pek yoktu. Bir romancının sahip olması gereken sabır ve disiplinin bende eksik olduğunu düşünüyordum. On sayfanın ötesine gidemem diye başladığım romanı nasıl bitirdim, bugün bile şaşırıyorum. Tahmin ettiğimden daha disiplinliymişim demek ki. Dahası dosyamı yayınevlerine göndermeye nasıl cesaret ettim, onu hiç bilmiyorum.
On yıl geçti, o günden beri roman yazıyorum. Kendime başka bir meslek de yakıştıramıyorum.
Hikmet Hükümenoğlu


2 Ekim 2014 Perşembe

İNEZ BARANAY'DAN YAZAR ADAYLARINA TAVSİYELER




Yazar yazan kişidir.
Yazmayı istemek, planlamak ya da yazmak için doğru zamanı beklemek yeterli değildir. Yazarsanız yazmalısınız. Hemen. Şimdi. Herhangi bir şey hakkında. Özgürce yazın, baskı olmadan. Bunun için zaman yaratın. Önce kendiniz için yazın.
Yazdıklarınızı daha objektif, bir okur, editör ve eleştirmen gözüyle okumaya başladığınızda, yazdıklarınızı bastırdığınız, çevirdiğiniz ve yeniden şekillendirdiğinizde bir okur için de yazmak isteyebilirsiniz.
 
Yazar okuyan kişidir.
Okuyun, okuyun, okuyun. Bu yazma üzerine tavsiye edilebilecek tek kuraldır. Her şeyi okuyun, sevdiklerinizi ve sevmediklerinizi, klasikleri ve yenileri, nesirleri ve şiirleri, kâğıttan ve de ekrandan. Okumak için zaman yaratın. Yazmak üzerine her şeyi okuyarak öğrenebilirsiniz.
 
 
Yazar yürüyen kişidir.
Yürümek ilham verir. Bazen düşüncelerinizin yeniden oluşmasına izin vermek, zihninizi tazelemek için kaleminizi ve bilgisayarınızı bırakıp harekete geçmeniz gerekir.
 
Yazar yaşayan kişidir.
Yaşamak nefes almak, yemek yemek ve uyumaktan daha fazlasıdır. Farkında olun. Günlük şeyler dışında olağanüstü şeyleri de gözlemleyin. Merak edin.
 
Yazar hayal kuran kişidir.
Olağan, günlük akış dışında da hayata dikkatinizi verin. Yazarlar sanatın diğer dallarıyla (resim, müzik, mimari, sinema vb.) olduğu gibi esrarlı hayal dünyalarıyla da yakından ilgili olmalıdır. Hayallerinizi hatırlayın ve onları yazın.

Yazar kendi kurallarını koyan kişidir.
Yazma üzerine kimi iyi kimi kötü yüzlerce tavsiye bulabilirsiniz. Size yardımı dokunacak birini seçin. Bunun zaman içinde değişebileceğini aklınızda tutun. Bir zaman gelecek kendinizin nasihatçisi olacaksınız. Kendi yazma kurallarınız olacak. Kendi yöntemlerinizi yaratacak, stilinizi bulacak, kendi sesinizi ortaya çıkartacaksınız.
 
İnez Branay, yazar. Çok sayıda kısa hikâye, deneme ve eleştiri yazıları vardır. 11 kitabı yayımlandı. Türkçeye çevrilen ilk romanı Kaplanla Yan Yana 2011 yılında Everest Yayınları'ndan yayımlandı.