Çoğu okur,
sevdiği yazarların, şairlerin hayat hikâyesini merak eder. Nasıl
bir çocukluk geçirmiş, yazar, şair olmaya nasıl karar vermiş?
Sanatçı arkadaşları kim? Yapıtlarının arka planını anlamaya,
kafamızdaki soru işaretlerini, karanlık noktaları aydınlatmaya
çalışırız okuduklarımızla. Bu yüzden anı kitapları,
otobiyografiler okurların ilgisini çeker. Otobiyografiyse sorun yok
ancak ölmüş bir yazarın/şairin yakınları tarafından yazılan anı
kitapları bazen yazarın/şairin anısına saygısızlık
yaratabiliyor. Kütüphanede Vera Tulyokava Hikmet'in yazdığı
Bahtiyar Ol Nâzım isimli anı kitabını görünce tereddüt
etmeden aldım. Büyük bir iştahla okumaya başladım. Çocukla
plaja bile götürdüm. Derken okuduklarım hevesimi kaçırdı. Ara
verdim. En nihayetinde bitirmeden kitabı kütüphaneye iade ettim.
Sebebi Vera!
Galina'yı
Can Dündar'ın Nâzım Hikmet belgeselinden ve gazete yazılarından
tanıyorum. “Kalsa benimle daha uzun yaşardı ama o güzelim
şiirleri yazamazdı. Çünkü ona o şiirleri aşk yazdırıyordu.”
diyebilen, terlikleriyle evden başka bir kadına kaçan sevdiğinin
ardından ona para, kendi elleriyle ördüğü süeter, portakal
gönderen, gittiği yerde ona göz kulak olacak doktor ayarlayan
Galina'dan metin boyunca "doktor kadın" olarak bahsedilmesi, Nâzım
Hikmet'in sevdiği, yedi yıl boyunca birlikte yaşadığı kadının
böyle bir üslupla çekiştirilmesi, kötülenmesi beni gerçekten
rahatsız etti.
İşte
örnekleri:
*Edebiyatla,
çok yönlü yaşamla yoğrulmuş, doktorluk mesleğine taparcasına
saygı duyan ve senin günlük yaşamının sıkça tanığı olan
hiç kimse senin kadın doktorunu ciddiye almıyordu. Bunu biraz da
sen tetikliyordun: Konuklarının kadına olan tepkisini hissettiğin
anda, şakayla karışık, Sovyetler Birliği'nde maaşlı ve özel
doktoru olan tek kişinin kendin olduğunu dile getiriyor, yazarlara
sağlanan şoförler ve ev hizmetlileri tarzında bir şey olduğunu
söylüyordun. Ve senin kişisel doktorun maaşını hak ediyordu:
“Yeme yoksa ölürsün!”, “Konuşma yoksa ölürsün!”,
“Yavaş yürü yoksa ölürsün!” Tuhaf olan, korkuyla,
hareketlerini bu uyarılara göre ayarlaman ve susmandı. Kadın
doktor, sıcak yaz gününde sen konuklarınla masa başındayken
önce belden yukarını soyup, sonra sana yün çamaşırlar
giydirebiliyordu. Ardından yaklaşık bir saat sonra senden ter
boşanmaya başladığında, tüm bu gördüklerinden utanan kadın
konuklarının, entelektüel dostlarının önünde ıslanmış
giysilerini üstünden çekip alabiliyordu. Başlangıçta, tüm
bunlar kabalık olarak görünmüştü. (s.50-51)
*Bir
keresinde senin doktor kadına insanlara neden hiç güvenmediğini
sordum. Neden her şeyi kilit altında tutuyordu?
“Biliyor
musun, savaş sırasında soydular beni. Orduda hizmet ediyordum,
asker olarak. Moskova'ya geldiğimde eşyalarım çalınmıştı. O
günden beri herkesten korkarım,” diye yanıtladı beni.
Savaştan;
herkesin yakınlarını, sevdiklerini yitirdiği, tüm ülkenin kanla
yıkandığı, kentlerin yıkıldığı, faşizmin gelip kapıya
dayandığı savaştan ona kalan soyulacağı korkusuydu... Arabada
gidiyor ve bu iç dökmenin son nâmelerini dinliyorduk. Her şey
abartıyla dillendiriliyordu. Sen şoförün yanında oturuyordun
Nâzım. Hiç şüphesiz her şeyi duyuyordun. Ama ne arkaya döndün
ne de tek bir söz ettin. Neden? Sonraları, pek çok kez manevi
değerlerden yoksun, küçük düşünen, entelektüel zekadan yoksun
insanlara karşı taktiksel olarak suskun kaldığını gördüm.
(s.88)
*“Gezinip
durma yoksa ölüvereceksin!” uyarısı sadece senin değil, kır
evine gelen herkesin aklında yer etmişti. Oysa o yaz 55
yaşındaydın! Evet, beş kez kalp krizi geçirmiştin geçirmesine,
ama çevremizde kalbinden problemi olmayan sanatçı sayısı ikiyi
geçmezdi, herhalde. Hepsi de normal yaşamlarını sürdürüyorlar,
diğer insanlar gibi yaşıyorlardı. Doğrusu, onların maaşla
tutulmuş, sürekli felaket tellallığı yapan doktorları yoktu
yanlarında. (s. 91)
Kitapta
Galina'nın isminin geçtiği tek yer Nâzım Hikmet'in cenaze
töreni. Burada da yasını tutma, acısını dilediği gibi yaşama
hakkı tanınmıyor ona. Nâzım'ın yüzünü kirletmekle
suçlanıyor.
"Birisi
omuzlarımı ve ellerimi sıkı sıkıya tutuyordu. Kukla gibiydim.
Hüzün yüklü olayın parçalarını mekanik olarak yaşıyordum.
Tabutun diğer tarafında Memed'le duran Münevver'i anımsıyorum.
Simonov'un işaretiyle yanına gelişi, alışkanlıkla sabahleyin
kırmızı karanfil iliştirdiğim ceketinin cebinden seni öpüşü
aklımda Nâzım. Bir de Galina'nın tabuta atlayışını
anımsıyorum, ihtirasla dudaklarına yapışmasını ve orada
bıraktığı yağlı kırmızı izi... Yüzünün o harikulade
görüntüsü bozulmuştu. Her şeyin devinimsiz olduğunu,
yüzlerdeki perişanlığı ve senin sessizce yüzünün silinmesini
istediğini anımsıyorum. Kimse kımıldamamıştı yerinden ve
benim yapmam gerekmişti." (s.420)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder