28 Şubat 2021 Pazar

Nasıl Yazar/Şair Oldum? (57)

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.   



Ömür diyorlar buna

Doğduğum evin vitrininde Teksas, Tommiks, Red Kit, birikmiş kuponlarla aldığımız Ana Britannica Ansiklopedisi’nden başka bir şey yoktu. Onların yanına ne koysam yerini yadırgardı. Hoş doğmuş olmakla birlikte ben de yerimi yadırgadığımı hissediyor, başka türlü bir hayatın hayalini gerçek kılmak istiyordum. İlkokuldaki sınıfımın kıytırık kitaplığında evdekilerden farklı bir şeyler görünce, dur şuradan bir kitap alayımla başladı okuma alışkanlığım. İlk kitabım Şişkolar ve Sıskalar’dı. Zenginler yer şişer, yiyemeyen sıskalaşır gibi çocuk aklı çıkarımıyla iştahlandım. Evde masallar, meseller anlatacak kimse olmadığı için sınıftakilere dadandım. Kemalettin Tuğcu’nun her hikâyesinde çile çeken karakter benmişim gibi ağlamaktan helak oluyor, bu çileye doyamayıp yenisini alıyordum. Beni bu kadar harap eden okumalarım ortaokulda şiirle taçlandı. Behçet Necatigil, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli’nin şiirlerini tarih kitaplarındaki savaşlardan daha çok ezberler oldum. Reşat Nuri Güntekin (ah o Dudaktan Kalbe) kitaplarından sekip Adalet Ağaoğlu külliyatına varmam çok kısa sürdü. Üç yılın sonunda yazara adıyla seslenecek kadar ileri gidip, bir mektup yazmaya başladım: “Sevgili Adalet, ben de yazar olacağım. Ben kim miyim, hani o senin Göç Temizliği’nde anlattığın Fatma İnayet var ya; hah o işte benim” Onlu yaşlarımın cahil cesaretinden daha fazlası vardı bu cümlede; hissediyor ama adını koyamıyordum. Hâlâ da emin değilim; neydi bana o mektubu yazdıran? Yaşadığım evde kitap okuma alışkanlığım desteklenmediği gibi, çok okursam deli olacağıma inanılıyordu. Kütüphanesiz bir evin içinden yazar olarak çıkmanın imkansızlığını aşmak için belki “Ulu Adalet”ten yardım istiyordum ama bu nasıl bir imdat çağrısıysa o mektubu hiç göndermedim. Yazarlara, yazarlığa ve edebiyata atfettiğim kutsiyetin altında ezim ezim eziliyor, onlardan biriymişim gibi kendi kendime röportajlar yapıyordum. Gelecekteki Figen, onlu yaşlardaki çocuğa kendini parlatacak paslar vermek yerine boyuna köşeye sıkıştırıyordu, kendi inşa ettiğim sırat köprüsünden boyuna aşağı yuvarlanıyordum.

Şimdi geriye dönüp bakınca, evimizin misafir odasında, kimseleri ağırlamadığımız o soğuk gecelerde sabahlara kadar ne yazıyordum, niye yazıyordum acaba diye düşünüyorum. Defterlerimden kopardığım ortaları üst üste koyuyor, yanlarına bir delik açıyor, içlerinden bir iplik geçiriyor ve kendime günlük yapıyordum. Niye? Kendime ait bir odam yoktu, belki kendime ait bir defterim olursa beni o eve, bu dünyaya, yaşadığım hayata sabitleyecekti, neden olmasın. O yıllarda tuttuğum defterleri hiç atmadım (her biri oradan oraya taşınırken koli zayiatıyla birlikte yitti gitti ama oraya kayıtlı kelimeler hep benimle birlikte yolculuğuna devam etti ve yıllar sonra ilk romanım Bitirgen’in satır aralarında kendilerine yer buldu.)

Nihayet kendime ait bir odam ve hatırı sayılır bir kütüphanem olduğunda bozacıların bile sokakta çığırmaya mecalinin olmadığı bir kış günü çalışma masama oturdum ve dışarıdaki herkesi gerçekten dışarda tutarak yazmaya başladım. Seksenli yıllarda çocuk olan benim kuşağım neler yaşadı, nasıl büyüdü sorusuyla dürtülüp türlü çeşit cevapları Bitirgen sayesinde aradım durdum. Ne var ki Bitirgen’i yazmaya başladığımı en yakınlarım dahil herkesten sakladım; akşamları arkadaşlarımla yemek yiyip, eğlenirken benim eve gitmem lazım diyerek kalkıyor, hararetli tartışmaları yarıda kesiyor, kimselere ser verip sır vermiyordum. Ne yazıyorsun, sen de mi yazıyorsun, hah kitabı çıkmayan bir sen kalmıştın (ki bunu Bitirgen çıktıktan sonra kulaklarımla duydum) demesinler diye, bir çelme de ben kendi ayağıma takmayım diye gizli gizli yazdıkça yazdım.

O misafir odasına son bir kez daha girecek ve bir daha dönmemek üzere zihnimde de ayrılacaktım baba evinden ve babanın şahsında temsil edilen bütün otoritelerden. Bunları şimdi bu kadar aklıselim anlattığıma bakmayın; Bitirgen’i yazarken o babayı kuyuya niye attığımı, sonra kıyamayıp neden kurtardığımı bilmeden, Bitirgen’in dilini kurmak için geçirdiğim bir beş yılı körlemesine ve dibin de dibi varsa oraya ineyim diye diye yazarak geçirdim.

Nihayet bittiğine kanaat getirince ve birkaç yayınevinden ret cevabı alınca da şaşırmadım; malum yine otoriteler olmaz demişti. N’apayım, kitabı olan değil de arkadaşları için yazan biri olayım tesellisine sığındım. Nasılsa aklına, edebi zevklerine güvendiğim arkadaşlarım beğenmişti. Fakat masada durduğu gibi durmadı Bitirgen; Everest Yayınları’nda genel yayın yönetmeni olan Sırma Köksal’a gönderdim ve övgü dolu telefonunu alınca elbette sevinçli bir telaşa düştüm.

O telefondan epey zaman sonra 2011’de Bitirgen’i elime aldığımda bu kez de ne oldu, ben şimdi mi yazar oldum sorusu geldi göğsüme oturdu. Bundan sonra yürüyüşüm, konuşmalarım, kıyafetlerim mi değişecekti? Bir “yazar duruşu”na, pozuna mı kesecektim hafazanallah? Her türlü başarıyı ve sevinci kendi burnumdan getirme konusundaki hünerim bu tür endişelerle çoğaldı durdu. Üstelik Bitirgen hakkında hatırı sayılır yazılar çıkınca, omuzlarına kendi kendilerine pır pır takanlar “bu ilk kitaptan bir şey belli olmaz, önemli olan ikincide ne yazdığın” demeye başladı. Hele bir ikinci romanı yazayım da belki o zaman onların istediği gibi bir yazar olurdum; acele yok, heyecan yok, kendi kendine gelin güvey olmak yok. Peki.

Doksanlı yılların siyasi ortamı, kendi kuşağımın varoluşsal sorunları ve bir kadın olarak yaşamanın her türlü hali üzerine kafa yormaya, bol bol eski defterleri karıştırmaya ve okumaya başladım yine. Kimdim ben, kimdik biz? “Hani herkes arkadaş, hani oyunlar sürerken” neler yaşamıştık? Eskide kalan ve bugün kaybettiklerimiz neydi? Hayriye nasıl biriydi? Bu tür sorularla geçti üç yıl da… Elimi arkamda kavuşturup uzun yürüyüşlere çıkarak, bol bol aylaklık yaparak, İstanbul’un bilmediğim sokaklarında kaybolarak, dönüp dönüp Beyazıt’a uğrayarak, Süleymaniye’de soluklanarak için için yazdığımı biliyor ancak masanın başına geçmek için o sokaklardaki halimin duygusal yoğunluğuna erişmek istiyordum. Fakat bu da yetmezdi, yazmak dediğin öz disiplini şart koşar, duygusallaştığında değil, dalgalanıp durulduğunda yanına çağırırdı. Meğer bütün bunları bilmek de kifayetsizmiş, Pala Hayriye beni çalışma odamdan çok uzak bir Ege kasabasında bekliyormuş. Onun sesini bir gece vakti, kendimi karanlık sulara bıraktığımda duydum ilk kez ve ıpıslak, tuptuzlu oturdum başına, cır cır böceklerinin müziği eşliğinde yazmaya koyuldum; o geceden sonra da Hayriye’den başka hiçbir şey düşünemez oldum. Evet yine soranları, uğraşıyorum işte, bakalım ne olacak diye başımdan savarak…

Pala Hayriye 2014 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlandığında doğrusu bu kadar etki uyandıracağını, özellikle kendi kuşağımın salınmalarına bu kadar tercüman olacağını tahmin etmemiştim. Gittiğim her üniversitede, her söyleşide Hayriye’yle özdeşlik kuran okurların yorumuyla hafif bir sarhoşluk yaşadıysam da bu durum kısa, üçlemeyi tamamlamam uzun sürdü. “Bu kızı yeniden büyütmeli” hatta bu sefer yaşlılığa doğru yol aldırmalıydım ama Gezi’den sonra memleket hepten yangın yerine dönmüşken bu nasıl olacaktı? Suruç, Ankara, Cizre, Sur taş olup oturmuştu kucağıma, değil yazacak kıpırdayacak mecalim yoktu. Bu kadar vahametin ortasında nasıl yazar olunur’dan ziyade nasıl yazar kalınır sarmalına dolandım; hatta ayıp gelmeye başladı yazmak. Belki de bu tanıklığın mahcubiyetiyle Hayriye’yi de kaybettim ve bu kez cevabını aradığım soru “Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?” oldu.

Bu kadar arayışın sonunda anladım ki, ne yazarsam yazayım bu tarlanın keseği ayaklarıma batacak ve inadına burada yürümeye devam edeceğim. Ne de olsa yazarlığını “bedelli” olarak yapan bu tarlanın gediklileri içinde ne ilkim ne de sonuncu olacağım. İçinde defter- kitap olmayan bir hayatı bilmiyor, yazmaktan başka bir mana aleminde kendimi ve daha bir sürü şeyi yıkıp yıkıp yeniden inşa edemiyorum. Yirmi yılı aşkındır yanımdan hiç ayırmadığım defterlerime ya da ekrana ne zaman bir cümle kondursam hâlâ ilk defa yazıyormuş gibi çarpıyor kalbim ya da hiç yazamayacakmışım endişesiyle dolup taşıyorum. Elime kalem aldığım anda ensemde boza pişiren bu endişe olmasa kendimi “ulu yazarlık” katına mıhlar ve orada kendi kendini ağırlayan bir misafir olurdum herhalde.

Hayatta hiçbir şeye değişmeyeceğim anları ucu ucuna ekleyince bir ömür ediyor. O ilk cümlenin gerisi gelince usul usul kıyıdan uzaklaştığım, açıldıkça açıldığım, nefesim kesilene kadar kulaç attığım, boğulayazdığım, esrik, delişmen, efil efil o anlar… Boşuna yaşanmamış, yazılmamış bir ömür diyorum bunun adına.

Figen Şakacı

24 Şubat 2021 Çarşamba

Olan ve Olmayan Şeyler Arasında



Şubat kısa çektiğinden midir nedir bu ay okuma konusunda ben de kısa kaldım. Bir kitabı bitirmeye yönelmekten ziyade tek tek, sevdiğim öyküleri okudum. Aynı anda iki, üç öykü kitabına başladım. Çocuklar için yazılmış kısa bir biyografi bile başucumda ayracımı koyduğum sayfadan devam etmemi bekliyor. Okumak için okumak ve yazmak için okumak başka kulvarlar. Okumak için okumak bir tür kendine meydan okuma, üst üste yığdığın kitap kulelerini eritmekten duyulan haz. Yazmak için okumak ise yavaşlamak, yoğunlaşmak, bir metni döne döne okumak, tıkanıklıkları, aksaklıkları okurluğundan edindiğin bakış açılarıyla aşma becerisi edinmek üzere bir metinle hemhal olmak demek. Birbirine yakın gibi görünen iki farklı deneyim. Yazar/yazar adayı da bu iki tip okuma arasında salınan, kendi yaşama yoğunluğu içinde dişinden, tırnağından arttırdığı zamanı edebiyata yönelten bir insan evladı işte.

                                                                           *

Öykü vesilesiyle tanıştığım Füsun Çetinel'in genç okurlar için bir araya getirdiği öyküler toplamı "Olmayan Şeyler" bu ay bitirdiğim ilk kitap oldu. 

Öykülerde lise çağından üniversite öğrenimini sürdüren gençlere uzanan bir çeşitliliğin içerisinden farklı bireylerin hayatlarına ışık tutuluyor, bu hayatların içinden seçilen kısa kesitler anlatılıyor. Yazarın tercihini, bilinçli tutumunu yansıtan kapakta, bir apartman görseli yer alıyor. Kimi açık kimi kapalı pencerelere bakmak, okuma seyri süresince üst üste kutulara yerleşen evlerin, hayatların ardı sıra önümüze serileceğini, bir ışık çakımı süre içinde onlara bakacağımızı düşündürtüyor. 

Öykü kahramanları çoğunlukla kendi yollarını bulma, kendilerine dayatılanlar yerine hayallerinin peşine düşme derdinde olan,  aileleriyle ya da kendileriyle yüzleşip olağan sonucuna katlanacakları seçimler yapma arifesinde olan kimseler. Baskı, hayatın güçlükleri hepimiz için birer eşiktir. Ya gücümüzü fark eder, içimizdeki potansiyeli görür, bunu harekete geçirir ve büyürüz ya da kaderimize razı gelir, kabullenir, siner, donarız. Olmayan Şeyler'de ele alınan öyküler çoğunlukla bu türden eşik anları içerisinden yazılmış öyküler. Tespit et, yüzleş, harekete geç dedirten anların içinden seslenen yazar, belki de genç okuru kendi akranlarının müşkül durumlardan çıkma hikâyelerine ilgi duymaya, oradan gelecek deneyimi kendi zihninde evirip çevirerek okumaya eşlik etmeye davet etmektedir. Her metin okura uzatılan bir davete olduğuna göre Çetinel'in davetine icap edenleri çok olsun. 

                                                                                  *

Bu ara beynimi yakan konulardan birisi de ortaokul seçmek. Epey yol aldık ya da bir arpa boyu yol almadık, bilemiyorum ama bunca soru, cevap, dertleşme içinde muhtemelen bir şeyler zihnimin gerisinde yerli yerine oturuyordur diye umuyor, içinden okumak yazmak geçen bu yazıyı da buraya iliştiriyorum. 

                                                                                 


Nasıl Yazar/Şair Oldum? (56)

 Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.     


 

Tutkudan kariyere, bambaşka bir yolculuk

Psikolog bir anne ile kimya mühendisi bir babanın çocuğu olarak, başta mesleki olmak üzere kitaplar ve dergilerle dolu bir evde büyüdüm. Yazmak benim için çocukluktan gelen bir tutku. İlkokulda şiirler yazdım, ortaokulda dergilere yazılarımı yolladım, lisede okul gazetesi çıkarttım. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezunum. Güney Texas Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Tahkim ve Arabuluculuk Hukuku üzerine eğitim aldım. Londra’da yaptığım hukuk stajının ardından da İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Ekonomi Hukuku alanında yüksek lisans yaptım. Öğrencilik hayatımda sayısız makale, proje, dilekçe yazdım. Çocukluğumdan beri seyahat etmekten hep çok keyif aldım, işimin de hayatımın da önemli bir parçası oldu yolculuklar. Avukatlık yaparken başta Forbes Türkiye, Elele, İstanbul Life, Pegasus Dergi ve World WideTraveller olmak üzere pek çok dergide seyahat köşeleri yazdım, gezdiğim yerleri anlattım.

Oğlum olduktan sonra severek yaptığım avukatlık mesleğine ara verdim. Allfor Kids, Elele Kids ve Baby&You dergilerinde çocuklu yaşam üzerine yazılar yazmaya başladım. Oğlumla yaptığımız gezileri anlattım. Milliyet Gazetesi Cumartesi Eki’nde 3 sene boyunca çocuklu seyahat ve ebeveynlik tecrübelerimi paylaştım. Parents Dergisi’nde çocuk kitapları köşesini hazırladım. Okuyup beğendiğim kitaplar hakkında yazılar yazdım. Şu anda da Hürriyet Gazetesi Pazar Eki’ndeki köşemde hem ebeveynlik yolculuğumu hem de oğlumla yaptığımız gezileri yazıyorum.

Seyahat tutkum bana ilk çocuk kitabım Kemal’in Londra Günlüğü’nü yazdırdı. Oğluma anı bırakmak için çıktığım bu yolculuk bana bambaşka bir maceranın, hayatın ve kariyerin kapısını açtı. Şu anda yayımlanmış 11 resimli çocuk kitabım var. Bu kitaplardan bazıları yabancı dillerde de yayımlandı.

Senelerdir yurtdışındaki gezilerimde topladığım, çocuklar için farklı dillerde yazılmış şehir ve seyahat kitaplarından oluşan bir de arşivim var. Kendi kitaplarımda da başka ülkeleri ve şehirleri çocuklara anlatarak hem dünyayı tanımalarına hem de farklılıklara başka bir gözle bakmalarına aracı olmak istedim. Onlara kendi gezdiğim, gördüğüm dünyayı kitaplarımla aktarabilmeyi hayal ettim. İyi yazmanın bence ilk kuralı iyi bir okur olmak. Bu sebeple hem çok hem de farklı türde kitaplar, farklı yazarların eserlerini okumaya çalışıyorum. Sürekli yazıyorum, notlar alıyorum. Duyduğum bir isim, gittiğim bir mekân, gördüğüm bir resim çocuk kitaplarımda bir yere sahip olabiliyor.

Resimli çocuk kitaplarının okurunu, yazarın ve çizerin birlikte yarattığı bambaşka bir dünyaya davet ettiğini düşünüyorum. Bu dünyanın da çocukların kendilerini tanıyıp keşfetmelerine, içinde yaşadıkları toplum başta olmak üzere çevrelerini tanımalarına, başkalarıyla empati kurmalarına, olaylara farklı bir bakış açısı ile bakmalarına, sorunlara alternatif çözümler aramalarına ve espri anlayışlarının gelişmesine katkı sağladığına inanıyorum. Kendi yazdıklarımı da bu çerçeveyi sağlayıp sağlamadığıma bakarak değerlendirmeye çalışıyorum. Çocuk edebiyatı ile ilgili okuyorum, çalışıyorum, eğitimler alıyorum, fuarlara katılıyorum. Yolum uzun, yolculuk keyifli…

Avukatlık diplomam mı? Onu da uçak yaptım. Pek çok tanıdığım bu radikal kararı hayretle karşılarken ben çocuk edebiyatının büyüsüne kapıldım ve çocuklara okuma kültürü kazandırmak konusunda da çalışmalar yapmaya başladım. Yazarlık atölyelerimde de yazma yolculuğunda öğrendiklerimi ve deneyimlerimi paylaşıyorum.

Özge Lokmanhekim

* Bu yazı 16 Şubat 2021 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

17 Şubat 2021 Çarşamba

14 Şubat Dünya Öykü Günü Kutlaması

 14 Şubat Dünya Öykü Günü'nde Kepez Semt Evi ve öykü yazarı Reyhan Yıldırım'ın konuğu olduk. 

Arzu Eylem, Ayfer Feriha Nujen, Berna Özpınar, Melike Şenyüksel, Reyhan Yıldırım, Semrin Şahin, Tekgül Arı ile beraber taciz ve şiddetin edebiyatlarımıza etkisini konuştuk. 



16 Şubat 2021 Salı

Çevrimiçi etkinliklere dair...

Bloğu bir süredir boşluyorum. Ayda sekiz yayın devam ettiğine göre belki de bu bir düşünce, bir inanç. Kaynağını da yalnızca buraya ait, özgün içeriklerin azalmasından alıyor kanımca. Son iki ayda paylaştığım iletilerin büyük ölçüde Parşömen Sanal Fanzin'e taşıdığım Nasıl Yazar Oldular köşesine ait yayınlar ve komisyon etkinlikleri videoları olduğunun farkına varmışsınızdır. Boşluyorum diye düşündüğüme göre için için kendimi dövüyormuşum meğer. Bu hâlden sıyrılmak, "bak yanılıyorsun" diyebilmek için harekete geçmeye, içimden geçenleri dağınık da olsa yazmaya ve paylaşmaya karar verdim. Başlıyorum. 

Dün gece çevirmen ve permakültür tasarımcısı İlknur Urkun Kelso ile doğa ve kadın üzerine sohbet ettik. Menstrüasyon döngümüzün ne kadar ekolojik olduğundan, topluluk destekli tarım ve yayıncılık örneklerine, yaşam tarzımıza uygun ekolojik çözüm önerileri bulmaya kadar uzanan geniş bir çerçevede ettiğimiz sohbet bitince instagram hesabımda etkinlik fotoğrafı paylaştım, İlknur'a ve katılan arkadaşlarıma teşekkür mesajları yazdım. Yatakta elimde telefonla uzanırken birdenbire Etgar Keret'i hatırlamam alakasız gibi görünse de, hiç de şaşırtıcı değil.                                                                   

Etgar Keret bir söyleşisinde, ilk kitabı yayımlandıktan ve sekiz yüz kitap (yanlış hatırlamıyorsam) satıldıktan sonra duyduğu mutluluğu okuma etkinliklerinde dile getirmesinin yayıncısını çileden çıkardığından bahseder. Yayıncısı "Şunu söylemeyi keser misin? Sekiz yüz çok da fazla bir sayı değil," demektedir. Keret buna katılmaz, ona göre sekiz yüz çoktur, onun gittiği lisedeki toplam öğrenci sayısından bile çok. 

Bir süredir devam eden Kadın Diş Hekimleri Komisyonu etkinliklerinden çıktığımda benzer bir duygu, düşünce sarıyor içimi. Katılımcı sayısı, Keret'in yayıncısına "komik olmayın lütfen!" dedirtecek kadar düşük olsa da, çevrimiçi buluşmalara devam etmenin, meselemiz olduğuna inandığımız alanlarda konuşmacı bulmanın ve ağırlamanın birleştirici bir yanı var benim için. Orada sabırla, ilgiyle dinleyen, soru soran, düşüncelerini paylaşan insanları gördüğümde her birine sıkı sıkı sarılmak, teşekkür ederim mesajları yollamak istiyorum. Tanıdıklarıma da yolluyorum nitekim. Pandemide geçen bir yılın ardından hepimiz canlı yayınlara doyduk. İlk aylardaki yaygın eve kapanma dönemi geride kaldı. Bir anda kucağımıza düşen fazladan zamanla ne yapacağını bilemediğimiz, kişisel gelişimimiz için o etkinlik senin, bu etkinlik benim koşturduğumuz günler şimdi eski bir hatıra. İşlerimizin başındayız. Eski sorumluluklarımız devam ediyor, aynı zamansızlıktan muzdaribiz yine. Üzerine eklenen ekran yorgunluğu da cabası. Dolayısıyla kıymet veren, ilgi duyan küçük de bir kitle olsa, devam edelim kararlılığımız sürüyor. 

Bu yayınların kolaylaştırıcılığını üstlenmek, bana başlangıçta hayal etmediğim birtakım kazanımlar da sağladı. Ekran karşısında sevdiğim konukları ağırlamak, bilgimi arttırmak, paylaşmak bir nevi umut elçiliği gibi. Çok büyük devrimleri başlatmak zor, belki de imkânsız. Bununla beraber insanın kendi küçük çevresinde çok minik adımlarla değişim yaratma gücü var. Bu değişimlerin öznesi olurken başkalarının kendi değişimlerini yaratabilmeleri için de tetikleyici rol de üstlenebiliyor. Sırf bu bile iyi bir kazanım. 

Kendi iyiliğime ve başkalarının iyiliğine katkıda bulunmanın ötesinde kazanımlarım da var. Korkularla yüzleşmek ve üstesinden gelmek örneğin. Bu canlı yayınların bende yerleşik bir korkuya hitap ettiğini, onunla başa çıkmamı kolaylaştırdığını gözlemliyorum. Küçük bir örnekle izah edeyim. Pazar günü Kepez Semt Evi'nin düzenlediği Öykü Günü etkinliğine davetliydim. Daveti ilk aldığımda içimden pek de katılmak gelmedi doğrusu. Düşüncelerini konuşarak dile getirme güçlüğü nedeniyle yazmaya yönelmiş biri olarak, yazdıklarımı, yazdıklarımdan daha yetersiz, dağınık bir şekilde konuşmaya pek gönlüm yok. Kerameti kendinden menkul, iki kitabım var, artık hayat hakkında, edebiyat hakkında, her şey hakkında kelam edebilirim düşüncesini ürkütücü bulduğum için pek de gelmeyen bu tür canlı söyleşi, sunum yapma tekliflerini genellikle reddetme eğilimindeyim. Dinleyici olmak daha cazip geliyor açıkçası. Kendimi öğrenci, çırak olarak gördüğüm bir alanda, üstelik de kadına şiddet gibi iddialı bir başlık altında anlatacak neyim olabilirdi? Ben de tam da söyleşinin hedeflediği gibi içeriden, kadına şiddet karşısında yazan bir kadın olarak bu şiddetin beni nasıl etkilediğine, dönüştürdüğüne  dair düşüncelerimi dile getirdim. Kadın Diş Hekimleri Komisyonu'nda yer almak, şapkamı önüme alıp düşünmeme, yazdıklarıma ve yazacaklarıma biyolojik kadın kimliğinin ötesinde kadınlık durumu içinden bakmama vesile oldu. Bu sorgulayıcı dönemin ileride nasıl verimlere dönüşeceğini zaman gösterecek. 

Bu şarkı da bu yazının armağanı olsun. 




                                                                               

11 Şubat 2021 Perşembe

Nasıl Yazar/Şair Oldum? (55)

 

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.      





Üç Kitapla İnsan Yazar Olur mu?

İki dilli, kütüphanesi olmayan kalabalık bir evde boy verdim. Haliyle kitaplardan önce masallarla, türkülerle, Hayber Kalesi hikâyeleriyle tanıştım. Okuduğumu hatırladığım ilk kitap, Aziz Nesin’in “Damda Deli Var” kitabıydı. Orta birde ilk öykümü yazdım, Aziz Nesin’in “Ölmüş Eşek” öyküsünün kötü bir taklidiydi. Yine de bu öykü öğretmenler odasında alkış almama yetmişti. Orta ikide Türkçe öğretmenimizin yüreklendirmesiyle ilk romanımı yazdım. Öğretmen bütün sınıfın önünde “berbat bir roman” olduğunu söyledi. Tüm yazdıklarımı saklamamı tembihledi. Saklamadım. Saklayamadım.

Lise son sınıfta elimde Aziz Nesin’in kitaplarını gören bir iki öğretmen onunla ilgili ileri geri konuşunca, bir mektup yazıp öğretmenlerin onun hakkında söylediklerini tek tek ilettim. Size Rus ajanı, vatan haini diyorlar… Çok geçmeden cevap geldi, ilk kez bir yazardan imzalı bir fotoğrafım ve imzalı bir kitabım olmuştu: Korkudan Korkmak.

Üniversiteyi Ankara dışında kazanınca babam, “Bu kız oralarda ya anarşik ya orospu olur,” korkusuyla okula göndermeyince, ablam bana yarım gün çalışabileceğim bir iş buldu. NÜSED’in (Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre İçin Sağlıkçılar Derneği) bana bir okul olduğunu çok sonraları anlayacaktım. Dernek başkanı Leziz Onaran sayesinde kadın sığınma evleriyle birlikte birçok kadının hikâyesine girdim. Dernek üyesi olan Behçet Aysan ve Orhan Asena’yla tanıştım. Bir gün Orhan Asena’nın evine gidip yazdıklarımı gösterdiğimde, “Kumaşın oldukça iyi ancak öğrenecek çok şeyin var,” demişti. Hayatımda kaçırdığım fırsatlardan biri; “Radyo oyunu yaz getir, ben de sana yardım ederim. Hem bu işten para da kazanırsın,” dediğinde, “Ama ben radyo oyunu yazmıyorum ki,” diye geri çevirmiştim. Mustafa Şerif Onaran aracılığıyla da Edebiyatçılar Derneği’yle ilişki kurdum. O yıllarda burnumu sokmadığım delik kalmamıştı. Aynı yıl tiyatro kursuna gittim. Dağarcık adında bir dernek etrafında kendim gibi edebiyatla ilgilenen arkadaşlarla tanıştım. Şiir geceleri düzenleyip kitaplar okuyorduk. Tabii babam, benim bu gittiğim yerlerin birini biliyorsa beşini bilmiyordu.

Bu arada daha çok mizah öyküleri yazmaya devam ediyordum. İlk öyküm 1996’da Pazartesi Kadınlara Mahsus Gazete’de yayınladı. Arkasından LemanÖküz geldi. Bu kez yolda Karya Üretim Kooperatifindeki arkadaşlarla karşılaştım. Onlarla bir öykü atölyesi içine girdim. Sanat Eylemi adında bir dergi çıkarıyorduk, birkaç öyküm de orada yayınlandı.

Uğur Mumcu Vakfı kurulup da yazma eğitimleri verilmeye başlandığında, bu kez onların kapısını çaldım. Bu vesileyle um:ag ailesine bir kez daha teşekkür ederim, burslu ilk iki öğrenciden biriydim.

2001’de Uçan Süpürge’nin düzenlediği “Gülmesini de Biliriz” kısa film senaryo yarışmasında elemeleri geçip ödül olarak Işıl Özgentürk’ten ders alma şansını yakalamıştım.

O zamanlar Cumhuriyet Pazar Eki’nin editörü olan Berat Günçıkan, yaklaşık bir yıl kadar her Çarşamba yazılarımı okuyup yorumlarda bulundu. Sadece internet tanışıklığı üzerinden okuma listeleri gönderdi.

Yolda zaman zaman yönümü şaşırıp kaybetsem de anayoldan sapıp ara yollara girsem de yazmaktan hiç vazgeçemedim. Çaldığım onca kapıdan, yollarda topladığım kırk fırının ekmeğinden sonra, ilk kitabım Arıza Babaların Çatlak Kızları, 2011’de Ayrıntı Yayınlarından çıktı. Sonra diğerleri geldi. Üç kitap bir insanı yazar yapar mı bilmiyorum, ama geriye dönüp baktığımda, kendimden çok memnum kaldım. Ne kadar meraklı ve inançtı bir kız çocuğuymuşum.

Cümlelerimde, sesimde ne çok insanın emeği varmış, fırsatını yakalamışken hepsini saygıyla anıyorum…

Ayten Kaya Görgün 

* Bu yazı ilk kez 25 Ocak 2021 tarihinde Sanal Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır. 

10 Şubat 2021 Çarşamba

Nasıl Yazar/Şair Oldum? (54)


Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.      





                                                      Yola Yazar Olmak İçin Çıkmadım 


Dışarıdan her ne kadar son derece uyumlu gibi görünsem de içimdeki aykırı ve asi ruhu çoğunlukla sadece yazıda konuşturabildim. Çocukluğumdan itibaren bu böyle oldu. Ergenliğimde günlük tutmaya başlamaktı kendimi özgürce ifade edebildiğim kalemle beni buluşturan. Sonrasında bir dönem annemin günlüklerimi okuduğunu fark etmemle günlüğümün sayfalarına sadece resim çizmeye başladığım kesintili bir dönemim var. “Kim okursa okusun, ne olacaksa olsun” dediğim o noktada başladı belki de her şey. Sadece kendim için yazdığımı ve bundan müthiş keyif aldığımı keşfetmemle yazı bir direnme biçimi, kendim gibi hissedebildiğim gerek kurgu gerekse de günlüklerimle var olabildiğim başka bir dünya oldu. Edebiyat dünyasını keşfetmem ise babamın hediye ettiği Orhan Kemal’in Sokakların Çocuğu kitabı ile oldu. Yazıya merakım olduğunu keşfeden babam sistemli bir şekilde besledi beni her zaman gerek gazete makaleleri, köşe yazıları gerekse de kitaplarla. Üniversitede gazetecilik bölümünü seçmemde de yine babamın yönlendirmesi vardır.

Okumalarım bir dönem yoğun olarak psikoloji, sosyoloji ve felsefeye kaydığından, ergenliğimden bu yana sormaktan vazgeçmediğim “Ben kimim?” sorusu her yaşımda daha da dallandı budaklandı, kimi zaman bir hikayemin karakterinin çatışma alanı, kimi zaman da günlüklerimin bekçisi oldu. Fransız yazar Proust’un dediği gibi, “Hayatın sonsuz bir döngü olduğunu göstermek ve kendimizi bu sonsuzluğa ikna etmek için yazarız.”

2006 yılından bu yana blog yazıyorum. İlk kitabım Rehberine Kulak Ver, daha çok gazeteciliğimi kullandığım söyleşi formatında bir kaynaktı. Yazarlığı bir meslek olarak göremedim hiçbir zaman. Her zaman her yerde benimle yaşayan bir şey yazmak. Bu sebeple yazar olmak için çıkmadım yola. İçime bir gün bir hikaye düştü, sonrasında yaşamımda karşılığını buldum, biraz gözlem, biraz yaşanmışlıklar, biraz da kurgu katınca ikinci kitabım, ilk romanım Su’yun Gölgesi çıktı ortaya.

Aslına bakarsanız kendimden de yola çıkarak tüm meselem kadının toplumun her alanında özgürleşmesi. Yazdığım her şey buna hizmet ediyor. İçimden çıkan tüm kadınlar özgürleşmek, sesini duyurmak istiyor. Benim yazarlık dürtümü tetikleyen şey tam olarak bu!

Özgür Turan

* Bu yazı ilk kez 25 Ocak 2021 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

Duygu Ceritoğlu ile Ofis Yogası

Çanakkale Diş Hekimleri Odası Kadın Diş Hekimleri Komisyonu kapsamında yoga eğitmeni Servet Duygu  Ceritoğlu ile gerçekleştirilen ofis yogası: