Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.
Ömür diyorlar buna
Doğduğum evin vitrininde Teksas, Tommiks, Red Kit, birikmiş kuponlarla aldığımız Ana Britannica Ansiklopedisi’nden başka bir şey yoktu. Onların yanına ne koysam yerini yadırgardı. Hoş doğmuş olmakla birlikte ben de yerimi yadırgadığımı hissediyor, başka türlü bir hayatın hayalini gerçek kılmak istiyordum. İlkokuldaki sınıfımın kıytırık kitaplığında evdekilerden farklı bir şeyler görünce, dur şuradan bir kitap alayımla başladı okuma alışkanlığım. İlk kitabım Şişkolar ve Sıskalar’dı. Zenginler yer şişer, yiyemeyen sıskalaşır gibi çocuk aklı çıkarımıyla iştahlandım. Evde masallar, meseller anlatacak kimse olmadığı için sınıftakilere dadandım. Kemalettin Tuğcu’nun her hikâyesinde çile çeken karakter benmişim gibi ağlamaktan helak oluyor, bu çileye doyamayıp yenisini alıyordum. Beni bu kadar harap eden okumalarım ortaokulda şiirle taçlandı. Behçet Necatigil, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli’nin şiirlerini tarih kitaplarındaki savaşlardan daha çok ezberler oldum. Reşat Nuri Güntekin (ah o Dudaktan Kalbe) kitaplarından sekip Adalet Ağaoğlu külliyatına varmam çok kısa sürdü. Üç yılın sonunda yazara adıyla seslenecek kadar ileri gidip, bir mektup yazmaya başladım: “Sevgili Adalet, ben de yazar olacağım. Ben kim miyim, hani o senin Göç Temizliği’nde anlattığın Fatma İnayet var ya; hah o işte benim” Onlu yaşlarımın cahil cesaretinden daha fazlası vardı bu cümlede; hissediyor ama adını koyamıyordum. Hâlâ da emin değilim; neydi bana o mektubu yazdıran? Yaşadığım evde kitap okuma alışkanlığım desteklenmediği gibi, çok okursam deli olacağıma inanılıyordu. Kütüphanesiz bir evin içinden yazar olarak çıkmanın imkansızlığını aşmak için belki “Ulu Adalet”ten yardım istiyordum ama bu nasıl bir imdat çağrısıysa o mektubu hiç göndermedim. Yazarlara, yazarlığa ve edebiyata atfettiğim kutsiyetin altında ezim ezim eziliyor, onlardan biriymişim gibi kendi kendime röportajlar yapıyordum. Gelecekteki Figen, onlu yaşlardaki çocuğa kendini parlatacak paslar vermek yerine boyuna köşeye sıkıştırıyordu, kendi inşa ettiğim sırat köprüsünden boyuna aşağı yuvarlanıyordum.
Şimdi geriye dönüp bakınca, evimizin misafir odasında, kimseleri ağırlamadığımız o soğuk gecelerde sabahlara kadar ne yazıyordum, niye yazıyordum acaba diye düşünüyorum. Defterlerimden kopardığım ortaları üst üste koyuyor, yanlarına bir delik açıyor, içlerinden bir iplik geçiriyor ve kendime günlük yapıyordum. Niye? Kendime ait bir odam yoktu, belki kendime ait bir defterim olursa beni o eve, bu dünyaya, yaşadığım hayata sabitleyecekti, neden olmasın. O yıllarda tuttuğum defterleri hiç atmadım (her biri oradan oraya taşınırken koli zayiatıyla birlikte yitti gitti ama oraya kayıtlı kelimeler hep benimle birlikte yolculuğuna devam etti ve yıllar sonra ilk romanım Bitirgen’in satır aralarında kendilerine yer buldu.)
Nihayet kendime ait bir odam ve hatırı sayılır bir kütüphanem olduğunda bozacıların bile sokakta çığırmaya mecalinin olmadığı bir kış günü çalışma masama oturdum ve dışarıdaki herkesi gerçekten dışarda tutarak yazmaya başladım. Seksenli yıllarda çocuk olan benim kuşağım neler yaşadı, nasıl büyüdü sorusuyla dürtülüp türlü çeşit cevapları Bitirgen sayesinde aradım durdum. Ne var ki Bitirgen’i yazmaya başladığımı en yakınlarım dahil herkesten sakladım; akşamları arkadaşlarımla yemek yiyip, eğlenirken benim eve gitmem lazım diyerek kalkıyor, hararetli tartışmaları yarıda kesiyor, kimselere ser verip sır vermiyordum. Ne yazıyorsun, sen de mi yazıyorsun, hah kitabı çıkmayan bir sen kalmıştın (ki bunu Bitirgen çıktıktan sonra kulaklarımla duydum) demesinler diye, bir çelme de ben kendi ayağıma takmayım diye gizli gizli yazdıkça yazdım.
O misafir odasına son bir kez daha girecek ve bir daha dönmemek üzere zihnimde de ayrılacaktım baba evinden ve babanın şahsında temsil edilen bütün otoritelerden. Bunları şimdi bu kadar aklıselim anlattığıma bakmayın; Bitirgen’i yazarken o babayı kuyuya niye attığımı, sonra kıyamayıp neden kurtardığımı bilmeden, Bitirgen’in dilini kurmak için geçirdiğim bir beş yılı körlemesine ve dibin de dibi varsa oraya ineyim diye diye yazarak geçirdim.
Nihayet bittiğine kanaat getirince ve birkaç yayınevinden ret cevabı alınca da şaşırmadım; malum yine otoriteler olmaz demişti. N’apayım, kitabı olan değil de arkadaşları için yazan biri olayım tesellisine sığındım. Nasılsa aklına, edebi zevklerine güvendiğim arkadaşlarım beğenmişti. Fakat masada durduğu gibi durmadı Bitirgen; Everest Yayınları’nda genel yayın yönetmeni olan Sırma Köksal’a gönderdim ve övgü dolu telefonunu alınca elbette sevinçli bir telaşa düştüm.
O telefondan epey zaman sonra 2011’de Bitirgen’i elime aldığımda bu kez de ne oldu, ben şimdi mi yazar oldum sorusu geldi göğsüme oturdu. Bundan sonra yürüyüşüm, konuşmalarım, kıyafetlerim mi değişecekti? Bir “yazar duruşu”na, pozuna mı kesecektim hafazanallah? Her türlü başarıyı ve sevinci kendi burnumdan getirme konusundaki hünerim bu tür endişelerle çoğaldı durdu. Üstelik Bitirgen hakkında hatırı sayılır yazılar çıkınca, omuzlarına kendi kendilerine pır pır takanlar “bu ilk kitaptan bir şey belli olmaz, önemli olan ikincide ne yazdığın” demeye başladı. Hele bir ikinci romanı yazayım da belki o zaman onların istediği gibi bir yazar olurdum; acele yok, heyecan yok, kendi kendine gelin güvey olmak yok. Peki.
Doksanlı yılların siyasi ortamı, kendi kuşağımın varoluşsal sorunları ve bir kadın olarak yaşamanın her türlü hali üzerine kafa yormaya, bol bol eski defterleri karıştırmaya ve okumaya başladım yine. Kimdim ben, kimdik biz? “Hani herkes arkadaş, hani oyunlar sürerken” neler yaşamıştık? Eskide kalan ve bugün kaybettiklerimiz neydi? Hayriye nasıl biriydi? Bu tür sorularla geçti üç yıl da… Elimi arkamda kavuşturup uzun yürüyüşlere çıkarak, bol bol aylaklık yaparak, İstanbul’un bilmediğim sokaklarında kaybolarak, dönüp dönüp Beyazıt’a uğrayarak, Süleymaniye’de soluklanarak için için yazdığımı biliyor ancak masanın başına geçmek için o sokaklardaki halimin duygusal yoğunluğuna erişmek istiyordum. Fakat bu da yetmezdi, yazmak dediğin öz disiplini şart koşar, duygusallaştığında değil, dalgalanıp durulduğunda yanına çağırırdı. Meğer bütün bunları bilmek de kifayetsizmiş, Pala Hayriye beni çalışma odamdan çok uzak bir Ege kasabasında bekliyormuş. Onun sesini bir gece vakti, kendimi karanlık sulara bıraktığımda duydum ilk kez ve ıpıslak, tuptuzlu oturdum başına, cır cır böceklerinin müziği eşliğinde yazmaya koyuldum; o geceden sonra da Hayriye’den başka hiçbir şey düşünemez oldum. Evet yine soranları, uğraşıyorum işte, bakalım ne olacak diye başımdan savarak…
Pala Hayriye 2014 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlandığında doğrusu bu kadar etki uyandıracağını, özellikle kendi kuşağımın salınmalarına bu kadar tercüman olacağını tahmin etmemiştim. Gittiğim her üniversitede, her söyleşide Hayriye’yle özdeşlik kuran okurların yorumuyla hafif bir sarhoşluk yaşadıysam da bu durum kısa, üçlemeyi tamamlamam uzun sürdü. “Bu kızı yeniden büyütmeli” hatta bu sefer yaşlılığa doğru yol aldırmalıydım ama Gezi’den sonra memleket hepten yangın yerine dönmüşken bu nasıl olacaktı? Suruç, Ankara, Cizre, Sur taş olup oturmuştu kucağıma, değil yazacak kıpırdayacak mecalim yoktu. Bu kadar vahametin ortasında nasıl yazar olunur’dan ziyade nasıl yazar kalınır sarmalına dolandım; hatta ayıp gelmeye başladı yazmak. Belki de bu tanıklığın mahcubiyetiyle Hayriye’yi de kaybettim ve bu kez cevabını aradığım soru “Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?” oldu.
Bu kadar arayışın sonunda anladım ki, ne yazarsam yazayım bu tarlanın keseği ayaklarıma batacak ve inadına burada yürümeye devam edeceğim. Ne de olsa yazarlığını “bedelli” olarak yapan bu tarlanın gediklileri içinde ne ilkim ne de sonuncu olacağım. İçinde defter- kitap olmayan bir hayatı bilmiyor, yazmaktan başka bir mana aleminde kendimi ve daha bir sürü şeyi yıkıp yıkıp yeniden inşa edemiyorum. Yirmi yılı aşkındır yanımdan hiç ayırmadığım defterlerime ya da ekrana ne zaman bir cümle kondursam hâlâ ilk defa yazıyormuş gibi çarpıyor kalbim ya da hiç yazamayacakmışım endişesiyle dolup taşıyorum. Elime kalem aldığım anda ensemde boza pişiren bu endişe olmasa kendimi “ulu yazarlık” katına mıhlar ve orada kendi kendini ağırlayan bir misafir olurdum herhalde.
Hayatta hiçbir şeye değişmeyeceğim anları ucu ucuna ekleyince bir ömür ediyor. O ilk cümlenin gerisi gelince usul usul kıyıdan uzaklaştığım, açıldıkça açıldığım, nefesim kesilene kadar kulaç attığım, boğulayazdığım, esrik, delişmen, efil efil o anlar… Boşuna yaşanmamış, yazılmamış bir ömür diyorum bunun adına.
Figen Şakacı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder