30 Haziran 2017 Cuma

NASIL YAZIYORLAR? (6)

Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte altıncısı: Alice Munro 



Bir öykü yazmak istediğimde, belirli bir yapı yaratmak isterim ve o yapının içerisinde olmanın bende uyandırmasını istediğim duyguyu bilirim. Açıklamanın zor kısmı tam da burası, çok da net olmayan "duygu" sözcüğünü kullanmak zorunda olduğum yer, çünkü entelektüel anlamda daha saygın biri olmaya çalışırsam, dürüst olmaktan kaçınmam gerekir. "Duygu" tam da bu noktada işe yarar. 
Öykünün yapısıyla alakalı bir plan yoktur. Öykü yazmak, "Ben şu tür bir ev yapacağım çünkü iyi yaparsam şu tür bir etki yaratacak" tarzında bir uğraş değildir. Yazacağım öykü, ya da inşa edeceğim ev, öykünün ruhunu oluşturacak, benim çekinerek üzerinde ısrar ettiğim ve o tanımlanamayan duyguya uygun olmalıdır. Bu duygu nereden gelir bilmiyorum. Orada bir yerlerde duruyor gibi görünür ve ansızın bir dükkân vitrini ve sohbet ânı gibi bir ipucu sayesinde onun farkına varırım. Sonrasında, öykünün içine girecekleri toparlar ve bir araya getiririm. Bunların bir kısmı etrafta anılarda, gözlemlerimde öylece bekliyor olabilir, bazılarını ben yaratırım, bazılarını ise etraflıca araştırırım. Kimileriyle hatırladıklarımdan, konuşmalardan kucağıma düşer. Tüm bunların istediğim öyküye şekil vermek için nasıl bir araya gelebileceğini görür ve onu denerim. Denemeye ve nerede yanlış yaptığıma bakmaya devam eder, tekrar denerim.
 Alice Munro

Yasemin Yılmaz Yüksek tarafından  çevrilen yazının tamamına Öykülem dergisinin 8. sayısından ulaşabilirsiniz.

29 Haziran 2017 Perşembe

AVUCUMDA ÇİMEN İZİ

Avucumda Çimen İzi bir ilk kitap. Kitapta on altı öykü yer alıyor, en kısası 2,5, en uzunu 10 sayfa. Dilek Türker'in Hep Kitap'tan yayımlanan ilk göz ağrısından Yekta Kopan'ın Filuçuşu'ndaki yazısı ve arkadaşım Ömür'ün yeniçıkanlar için yaptığı söyleşi vesilesiyle haberdar oldum. Öykünün uç beylerini ve uç kadınlarını okumadan yeni kitapları yakından takip etmeyecektim, öyle karar almıştım ancak merakıma yenik düştüm. Hem öykü kitabı dediğin nedir ki, bir kahve parası dedim, evde yığılmış okunmamış kitaplarla ilgili zerre suçluluk duygusuna kapılmadan aldım. 
Sıcağın bastırdığı, yaprağın kıpırdamadığı (bu pek de sık görülmez Çanakkale'de) bir akşam üzeri (tam olarak arife günü) yatakta kitapla koyun koyuna, sonlara doğru uyuklayarak okudum ilk yedi öyküyü. Yedinci öykü bittiğinde, ayracımı koydum ve bir kenara bıraktım. Muzaffer Kale'nin öykü kitabından hemen sonra okuduğum için öyküde eksiltme, yoğunlaşma, giderek öyküyü âna sıkıştırma eğilimi üzerine düşündüm.
Öyküde eksiltmeyi yanlış anlayıp öyküyü âna hapseden, hikâyeden uzaklaşan öykücülerden değil, Dilek Türker. Bilakis hikâye anlatmayı seviyor, dili temiz. Ne okumayı sekteye uğratan sarkmalar var, ne de acaba ne anlatmak istedi dedirten kapalı bir anlatım. Öyküleri âna hapsetmiyor ama sanki biraz fazla geniş zamana yayıyor. Kitabın ilk yarısına çok da ısınamama sebebim bu muydu, benzer hayatların üst üste sıralanması mıydı bilmiyorum. 
Temizlik ve ev düzenlemesiyle geçen bayramın ardından bitirme arzusuyla yeniden elime aldığımda eskisi kadar meraklı ve heyecanlı değildim. Aceleye getirilmiş, üzerinde çalışılmamış bir kitap değildi karşımdaki farkındaydım. Amma velakin bir değişim de ummuyordum. Konuları, kahramanları açısından benzer bir anlatım devam edecekti, öyle düşünüyordum. Ancak ummadık taş baş yararmış. Göçmen Kuşlar ile devam ettiğim öykülerin konusu çeşitlendi, farklı hayat hikâyeleri sunmaya başladı yazar. Flannery O'Connor'ın bir denemesinde bahsettiği komşusu gibi hissettim bir anda: "Şu öyküler bana kimi insanların nasıl yaşadığını gösterdi."
Kuru kuruya bir hikâye anlatmak değil elbette öykücülük ama kimi insanların her şeye rağmen neyi nasıl yaptıklarını göstermek de az şey değil. Üstelik bunca unutulmuşken.



Avucumda Çimen İzi 
Dilek Türker 
Hep Kitap 
Öykü

23 Haziran 2017 Cuma

GÜNEŞ SEPETİ

Severek okuduğum bir romancının kısa sürede altı baskı yapan son romanını yarıda bıraktım. Romanı yarıda bırakmam için görünürde geçerli bir sebebim de yoktu. Anlatmayı çok seven, coşkulu, dilbaz bir anlatıcı vardı. Hikâye ilginçti. Romancı kurguyu ilerletirken sürprizler yapmayı iyi biliyordu. Gerilim giderek artıyordu. Sürükleyici bir roman için gereken tüm unsurlar yerli yerindeydi. Tam da bu nedenle yarıda bıraktım sanırım kitabı; okuru, merak, gerilim, coşkun anlatıcı üçlemesiyle metnin içine mıhlayan yazarlar yerine yattığım yerde rahatsızca kıpırdanmama neden olacak, beni sarsacak, içimde nicedir azalan yazma arzusunu kışkırtacak, kalemimi uçuşturacak yazarlarla tanışmak istediğimden; kesik kesik ilerleyen, böğrüme bir bıçak sokup içimi oyan, sonra açtığı boşluğu günlerce sızlatan metinlerle yoldaşlık etmeyi tercih ettiğimden. Hâl böyle olunca daha çok öykü kitapları yarenlik ediyor bana. Yolun Gölgesi, Ayna Çarpması, Peruk Gibi Hüzünlü ve Güneş Sepeti son okuduklarımdan.
Güneş Sepeti (2016 Sait  Faik Hikâye Armağanı) şair Muzaffer Kale'nin Bir Günlük Güneş, Gözlerim Akşama Ölür, Acıtmıyor Boynumu Dünya, Işıktan Kalan Kırılma, Hiçbir Şeyi Unutmadım, Sakın Zar Atma, Lirik Aksan, Menekşenin Sayılı Günleri şiir kitaplarının ardından yayımlanan  ilk öykü kitabı. 
Kale'nin öyküleri olay örgüsüne sıkı sıkıya bağlı, giriş, gelişme, gerilim, sonuç bölümleri içeren klasik öyküler değil. Olay anlatmak, hikâye etmek derdine düşmeden, hayatın içinden çekip aldığı küçük kesitleri, o ânın içinde parlatıyor ve okura sunuyor. Bir öykü kahramanına şöyle dedirtiyor nitekim:
"Küçük durumlardan," dedi. Yutkundu. "Öyküyü oradan çıkarıyorsunuz. Sanki orda, saklandığı yerde yazılmış, hazır bekliyor sizi öykü." s. 102
Kitapta yer alan 41 öykünün en uzunu 3,5 sayfa. Çoğu kısa kısa öykülerden oluşan bu derlemede, hiçbir olay, kahraman uzun uzadıya anlatılmıyor, betimlenmiyor. Muzaffer Kale gerekçeli kararda da vurgulandığı gibi  kısa öykünün olanaklarını başarıyla kullanarak varoluşun yoğunluğunu yaşamın ayrıntılarında yakalıyor. Ayrıntılarda yoğunlaştıkça öyküyü şiire yaklaştırıyor, âdeta öyküye şiir mayası çalıyor ve bu mayayı da tutturuyor. Edebiyatı dil ile atmosfer kurma çabası olarak gören ve bu çabayı başlı başına şiirli bir eylem olarak niteleyen (bknz Bianet söyleşisi) bir yazar için bu başarı şaşırtıcı olmasa gerek. 
Muzaffer Kale ile yarenliğim ikinci öykü kitabı Sabahın Bir Devamı Vardı ile devam edecek.
Güneş Sepeti 
Muzaffer Kale 
Can Yayınları 
Öykü 





16 Haziran 2017 Cuma

YAZMAK ÜZERİNE

Yazma üstüne düşünmek, yazma üstüne konuşmak, yazma üstüne kaygılanmak, yazmak değildir. 
Kişi, her sabah oturup yazmakla yazar olur.
GERALD BRENAN

Bağlan 
Her ne yapabiliyor ya da yapabileceğini hayal ediyorsan, yapmaya başla. Cürette deha, güç ve büyü vardır. 
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE

Yazmak bir yaşam biçimidir. 
Her gün biraz yazıyorum, umuda kapılmadan ve umutsuzluğa düşmeden.
ISAK DINESEN

Yazmak istiyorsan yaz ve yazmaya devam et. 
Sıkı çalışırsan ve zamansız bir ölüm gelmezse başına istediğini elde edersin.
ZEN deyişi 

İlk taslağı yazarken, çıkan iyi mi değil mi diye kaygılanma. Yalnızca yaz. 
Bir şey yapmaya değerse, kötü yapmaya bile değer.
JOHN BRADSHOW
Evrendeki en çöplük şeyi yazmakta özgürsünüz.
NATALIE GOLDBERG

Hiçbir zaman kusursuz bir öykü yazamazsın. Denemeye bile kalkma. 
Tanrının yaptığı her şeyde bir çatlak vardır. 
RALPH WALDO EMERSON 

Yargılama.
Hüküm, yazma sürecinin bir parçasıdır. Buna hazır ol. Ama yazma sürecini bölmesine izin verme.
SYD FIELD

Çözümleme, yalnızca yaz. 
İlk düşünceler, en güçlü düşüncelerdir.
ALLEN GINSBERG

Bırak kalem düşünsün. 
Hakikat çabuklukta. Ne kadar çabuk dökersen, ne kadar çabuk yazarsan o kadar dürüstsün. Düşünce, duraksamada. Gecikme de, hakikate zıplama yerine üslup çabası getirir; hakikat ise edinmeye değecek tek üslup. 
RAY BRADBURY 

İlk taslağın niteliğini kontrol edemezsin, kontrol edebildiğin yalnızca uzunluğudur. 
Bir sayfalık başyapıt için bir boka benzemeyen doksan bir sayfa yazıyorum.
ERNEST HEMİNGWAY'den F. Scott Fitzgerald'a

İlk düşünceleri yakala. 
Düşünme.
NATALİE GOLDBERG

En sağlam düşünce ilk akla gelendir.
BOB DYLAN 

Topa vur, yeter.
ALLEN GINSBERG 

Kaynak
Yaratıcı Yazının Sırları
Yazan Roland Fishman
Çeviren Haluk Mesçi
Notos Kitap
Eleştiri Deneme 











14 Haziran 2017 Çarşamba

MUTLU AŞK YOKTUR*

Şebnem İşigüzel'in Duygu Asena Kadının Hâlâ Adı Yok roman ödüllü kitabı GÖZYAŞI KONAĞI Ada 1876 'hüzünlü ama derin karanlığı olmayan' bir aşk hikâyesi.
Osmanlı’da özgürleşme adımlarının atıldığı 1. Meşrutiyet’in ilanının hemen öncesinde geçen roman, saray artığı, yalı çıkması bir anne, üç kızı, hala ve evin emektar kalfası üzerinden kapalı ve muhafazakar bir toplumda kadın olma hâlini anlatıyor. Özel olan anlatılırken arka planda dönemin siyasi ve toplumsal çalkantıları da başarıyla yansıtılıyor ve aradan geçen 141 yıla rağmen erkek egemen toplum, çevre baskısı, otorite, özgürlük gibi pek çok meselede kayda değer bir değişim olmadığı gözler önüne seriliyor.


Roman, anlatıcı ve olayların ana kahramanı Vuslat Emine’nin ağzından şu cümlelerle başlıyor:

“1876 yılı baharında gayrimeşru bebeğimi doğurmak üzere evin erkeklerinden habersiz Büyükada’ya gönderildim. Yanıma Bedriye Kalfa’yı verdiler. Evin kadınları baba ve ağabeyime küçük bir hikâye takdim ettiler.” 

Vuslat Emine, varlıklı, saraya borç para veren bir tüccarın üç kızından birisi. Evin kadınları tarafından hamile olduğu anlaşılıp apar topar Büyükada’ya gönderilmeden önce hayatının en parlak günlerini yaşıyor. İyi bir eş bulabilmesi için evde eğitim almasına müsaade ediliyor, piyano çalıyor, Fransızca konuşabiliyor, annesi ve kız kardeşleriyle sık sık dışarı çıkıyor, evlerinin duvarlarını yağlı boya tablolar süslüyor, fotoğraf çektiriyor, İtalyan sefiresiyle komşuluk yapıyor, yaz günleri Büyükada’da gizli koylarda ecnebiler gibi yüzüyor, devrin kadınlarına göre daha özgür, daha rahat bir hayat sürüyor. Bir gece merak duygusuyla erkeklerden sakınılmayan cinselliği tadıyor ve hamile kalınca zorunlu sürgün hayatı başlıyor. Bebeğin doğumunun ardından başına neler geleceğinden habersiz, endişe içinde adaya giden, hayata tutunmanın, yeniden başlamanın yollarını arayan genç kadının yaşadıklarını, başına gelenleri, aile yaşantısını, evin bireylerinin özellikle de kadınlarının birbirinden ilgi çeken ve merak uyandıran hikâyelerini genç kadının tuttuğu günce üzerinden okuyoruz. Hamileliğin ortaya çıkmasıyla dayak yiyen, tehdit edilen nihâyet evden uzaklaştırılan genç kadını adada da zor günler bekliyor. Tecrit olanca hükmüyle sürüyor, zaman zaman kilit altında tutuluyor, ölüm korkusu ve tehditi altında yaşamaya devam ediyor. Emine Vuslat, tüm bu olumsuz şartlara rağmen,  umut etme ve hayata bağlanma dürtüleri güçlü, birey olma konusunda ayak direten, kendisine reva görülenlere dayanan genç bir kadın olarak karşımıza çıkıyor ve hiç ummadığı bir anda aşkı tadıyor. Siyasi nedenlerle kaçak olarak adada saklanan Mehmet içtenlikle Emine Vuslat ve yeni doğan bebekle bir aile kurmak istese de kahramanın geri dönebileceği bir evi ve ailesi olamayacağı, yerine yenisinin kurulamayacağını seziyoruz.
İşlerin yolunda gitmeyeceğinin ilk habercisi köşkün saçaklarını mesken tutan kırlangıçların yuvalarının sökülüp atılması oluyor. Kırlangıçlar çaresizce yuvasını ararken Vuslat Emine ile Bedriye Kalfa arasında geçen şu diyalog, içimize şüphe tohumlarını ekiyor. 

“Onların yuvalarını sen bozdun!”       
“Olmayacak iş yapmışlardı çünkü sizin gibi.” s.35

Vuslat Emine'nin akıbetinin kırlangıçlardan farklı olmayacağının, aniden karşısına çıkan Mehmet'in kilit rol üstlenerek hikâyeyi mutlu sona çeviremeyeceğinin ipuçlarını görmek mümkün. 
“Ben kimseye saadet getirmedim Mehmet. ... Senin denizin ortasında, o güzelim dalyan kulübesinde kurduğun gizli saklı hayatı yıkmaktan korkuyorum. Kaçak olduğunu öğrendikten sonra o kulübe gözüme İstanbul’un bağrında yükselen Kız Kulesi gibi göründü.” s. 104
“Belki de bir sepette üzümlerin arasına saklanmış gelen yılanın, felaketin benim? Kim bilir?” s.105

GÖZYAŞI KONAĞI Ada 1876 bize ilk satırlarından itibaren mutlu bir hikâye anlatmayacağını ima ediyor ancak içinde yakıcı bir karanlık da barındırmıyor. Zira Vuslat Emine devrin kadınlarının hayli ötesinde bilinçli, sorgulayan, özgürlüğünü arayan, en müşkül durumunda dahi birey olma, kendi olma çabasını elden bırakmayan, yaşama sevinci coşkun, yılmayan bir karakter. Yaşadıklarını, başından geçenleri irdeleme, toplumun kadınlar üzerinde oluşturduğu baskıyı, kadının kadına yaptığını doğru okuyabilen ve eleştirebilen bir karakter.

“Şu hayatta zamanla erkeklere benzeyen kadınlar kadar felaket şey yoktur. Bir erkek gibi düşünür ve düşkün bir kadın karşısında gerçek bir erkek gibi hareket ederler. Bunlar öyleydi işte. Erkeklerin en büyük kötülüğü kadınları kendilerine benzetmeleridir. Oysa kadın kendi cinsi içinde, kadın gibi kadın olarak hür ve serbest olmalı. Kafam yumurta gibi kırılmamıştı anlaşılan. Yoksa bütün bunları düşünemezdim.” s. 125

Yazar, kahramanının genç yaşına ve içinde yaşadığı kapalı topluma rağmen bunları yapabilme imkânını görece eğitimli olması, aldığı Fransızca, piyano, kompozisyon derslerinin yanı sıra annelerinden iyi birer zevce olmak için aldığı nasihatlere bağlayarak kahramanını inandırıcı kılmaya çalışıyor.
 
“İçimde okumaya, öğrenmeye karşı hep bir merak olmuştur. Hatta anlatmaya, yazmaya! Hoyrat ellerin yazdıklarımı bulup, yakıp yırtıp yok etmeyeceğini bilsem yazardım. Çünkü tek bir insanın bile şu âlemde yaşadıkları unutulmamalı. Yaşadıklarımız ne olursa olsun hatırlanmalı. Yaşadıklarımız bilinmeli. Bizim göremeyeceğimiz zamanlarda bile bu dünyadaki fani maceramız dile gelmeli. Bizden sonrakiler ne yaşadığımızı bilmeli.” s. 134
“Annem güzel sohbet etmemizi isterdi. Bunu iyi bile kadınlardan bize ders aldırmıştı. Buna rağmen sohbet etmeyi bilmezdik. Şimdi bir su gibi çağlayıp anlatırken fark ediyorum bunu. Meğer ahenkli sohbet için karşındakini sevmek, beğenmek, değer vermek, ilgi duymak, merak etmek gerekirmiş.” s.189
“… annem ‘Daldan dala konar gibi anlatmayın, ipek dokur gibi anlattıklarınızı birbirine bağlayın,’ derdi.” s. 198

Finale doğru giderken, sırrın açığa çıktığı, Emine Vuslat'ın hikâyesinin dilden dile dolaştığı, zamanında mevki ve para sayesinde açılan kapıların bir bir yüzüne kapandığını görüyoruz. Toplumun iki yüzlülüğünün, kadının üzerindeki baskının, bu baskıya ortak olan erkekleşen kadınların anlatıldığı bu bölümlerde yazar, anlatıcının içinde bulunduğu topluma göre daha eğitimli bir birey olduğu, sezgilerinin yüksek olduğu ima etse de anlatıcıdan şüphe duymamıza, zihnimizde Kim konuşuyor burada? sorusunun uyanmasına engel olamıyor. Anlatıcının sesine yazarın sesinin karıştığı bu bölümlerde dahi, anlatıdan alınan keyif azalmıyor. Merak duygusu, giderek çözülen düğümler, 1. tekil şahsın içten ve güçlü anlatımı, bizi sıkı sıkı avcunun içine alıyor, erkeklerin gölgesine ve erkekleşmek zorunda kalan kadınlara direnen genç bir kadının özgürleşme ve hayatını yeniden inşa etme çabasını hayranlıkla izliyor, Emine Vuslat'ı güçlü kadın kahramanlar arasına yerleştiriyoruz. 


* Bu yazı 8/6/2017 tarihinde Ekmek ve Gül web sitesinde yayımlanmıştır. 

8 Haziran 2017 Perşembe

MASKE


Bembeyaz ince elde
Sımsıkı tutulan bir maske
Yüzünde her zaman bir maskesi vardı

Maskeyi hafifçe tutan bileği
Sanki bu iş için yaratılmıştı.
Ama bazen
Hafifçe sarsılıyordu,
Titriyordu maskeyi tutan parmakları

Yıllar geçti ve ben hep merak ettim
Ama çekindim sormaya
Sonra bir gün
Dayanamadım
Bakıverdim maskenin arkasına
Hiçbir şey yoktu
Hiç...
Yüzü yoktu yani...

O artık
Yalnızca bir eldi...
Bir maske tutan
Zarafetle

Yazarı bilinmiyor

Bu şiir Marshalll B. Rosenberg'in Şiddetsiz İletişim Bir Yaşam Dili kitabından alınmıştır.

Şiddetsiz İletişim Bir Yaşam Dili
Remzi Kitabevi
Çeviren Lalegül Hümaşah Ergun

1 Haziran 2017 Perşembe

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM?(36)



 Sahilde Beyaz Köpeğiyle Bir Kadın Dolaşıyordu 

Okuduğum o öyküyü uzun yıllar unutamadım. Daha ilk satırında vurulduğum, sarsıldığım, bende yazma isteği yaratan o öyküyü. Eski, yırtık iki kapak arasında, karalanmış, sararmış sayfaların birinde. Yazarının adını aklıma mıh gibi çaktığım. Anton Çehov. Daha on dört yaşındayım. Ortaokul bunalımlarıyla geçen bir yıl. Evde, eskilerin arasında elime geçen, okunmak için yaz tatilini bekleyen bir kitap. Çehov öyküleri seçkisi. İçinde, Köpeğiyle Dolaşan Kadın adlı bir öykü. Okumaya doyamadığım.
Aslında, düşününce, unutamadığımın o öykü olmadığını anlıyorum. Onun konusu, kahramanları, nasıl yazıldığı falan değildi unutulmayan. Bende başlattığı okuma, yazma, yaratma hazzıydı. İşte ben o hazzın, giderek tutkuya dönüşen o sevdanın peşinden koştum yıllar boyunca.
Ne oldu o öyküyü okuyunca? Daha ilk okumada, neydi onda beni bunca etkileyen? Neden ben o öyküden sonra yazmaya, dahası öykü yazmaya sevdalandım? Bu soruların bir yanıtı yok. Bunlar açıklanabilecek şeyler değil. Tek bildiğim, onunla başlayan yangının başka öykülere sıçrayarak bugün bile devam ettiğidir.
Arkasından  Sait Faik geldi. İpekli Mendil. Sırılsıklam aşk dedikleri belki de bununla başladı. Türkçe öğretmenimizin ispirto kokulu teksir kağıdına bastığı, mor mürekkeple yazılı o öyküyü satır satır ezberleyene dek okuduğum zaman. Sonra  Yaşar Kemal’in Pis Hikaye’si. Refik Halit Karay’ın Yatık Emine’si. Sabahattin Ali’den Hanende Melek… Yarım kalan ders defterlerinin sayfalarına okuduklarıma benzetmeye çalıştığım öyküler yazmamla başladı belki de öyküyle olan fırtınalı aşk hikâyem.
Yazmak… Hem kendinin dışında bir yapıyı inşa etmek sözcük sözcük hem içine kendini ve dünyaya dair bildiğini sandığın her şeyi katmak. Hem içinde var olmak hem dışında var etmek o muazzam yapıyı.
Yazmak…Sesin yetmediği her anda yazıya dönüşmek. Parmak uçlarından başlayıp tüm bedenini sözcüklere bulamak. Küçücük boyunla ve yetişmeyen ifadenle devleştiğini sanmak büyülü bir aynada.
Yazmak… Boğulur gibi olduğunda dünyanın kör katı gerçekliğinde, düşten, rüyadan, sanrıdan yepyeni bir dünya yaratmak ve en az yaşadığın dünya kadar gerçek olduğunu görmek hayretler içinde.
Belki de tutulduğum buydu. Bu coşkun sele kaptırdım kendimi ve uzun yıllar sadece yazdım. Sonra nasıl oldu da, dosya içlerinde, defter sayfalarında kabaran  öyküler basılıp çoğaltılarak gözler önüne serildi? Belki biraz da bundan söz edebilirim.
İlk öykülere duyulan sınırsız güven ve ilk gençliğin gözü karalığı olmasa bu serüven de başlamazdı herhalde. Yazdıklarımın eksiğini gediğini bilmeden, ne olduğuna dair hiçbir fikrim olmadan, öykü gönderdiğim dergilerden gelen yanıtlarla kendime bir yol açmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sayfalarda adımı görememenin yarattığı hayal kırıklığını  da. Bir yerlerde bir şeyler aksıyordu ama neydi?
Bunu bulmanın yolu yazmaya devam etmekten geçiyordu. Birkaç kez daha bir yerlere çarpıp geri dönmekten. Aslında her defasında bir adım daha atmış oluyordum ileriye doğru. Sözcüklerim, üzerlerindeki acemilik zarını yırtmaya, olgunlaşıp gövermeye başlamıştı sanırım. Öyküler olması gereken kıvama neredeyse kendiliğinden geliyor, anlatmak istediğimi söylemenin farklı yollarını bulmakta daha keskin bir zihne sahip olmaya başladığımı fark ediyordum. Ustalaşmaya doğru giden yol diyorlardı buna. Yazdıklarımı, usta işi, diyerek sanırım övüyorlardı. Ben bu söylenene çok da kulak asmıyorum.
Bir işte ustalaşmak mümkündür elbette. Ama bu iş yazmak olunca bunun çok daha zor olması gerektiğini düşünürüm hep. Aklımda durmadan biçim değiştiren, ele gelmez, tanımlanamaz, civa gibi kaygan yapısıyla bir öykü duruyorken, ben her defasında onu kağıda sözcük sözcük işlemenin zorluğu karşısında acemi duyuyorum kendimi.  Yazdığım öykülerin dergilerde görünür olmaya başlamasından bu yana geçen yirmi küsur yıla, yayımlanmış dört öykü kitabına rağmen nasıl yazar oldum başlığındaki yazar sözcüğü beni tedirgin ediyor. Hele oldum sözcüğü başlı başına sıkıntılı bir durumu ifade ediyor benim için.  Çünkü ben, yazar olmayı istediğim, bu hayalle yatıp kalktığım zamanlardaki heyecanımı, bu hedef için canla başla çabalama enerjimi kaybetmedim. Biliyorum ki  yaptığım ve yapmaya devam edeceğim o hal her ne ise, ancak bu itkiyle devam edebilecek. Yazar oldum, dediğim anda biten bir düşü ve gerçekleşen her düşün payına düşen hayal kırıklığını katmak istemiyorum bu yolculuğa.
Yazar olmak varılacak bir menzil değilmiş zaten, yıllar sonra bunu anladım. Hiç bitmeyen bir hayalin sürdürdüğü bir yol haliymiş. Üstelik yürümeye çalıştığınız düz bir yol da değil. İnişlerinin, çıkışlarının, engellerinin ve sapaklarının olduğu zorlu bir yol. Böyle olduğu için de o yolda olma hali her geçen gün büyük bir tutkuya dönüşüyor. Aşmak ve varmak için de çok daha fazla uğraşa gereksinim duyuluyor. Ben bu hayali ve bu uğraşı seviyorum.
Bir şeyler olduysa, olabiliyorsa, adım ne olursa olsun öykü denen o eşsiz yapı beni de içine alabildiyse bu elbette okuduğum kitaplar, yazılmış başka öyküler sayesinde oldu. 
BERNA DURMAZ