“Bir boşluk oluştu çocuğumun
ağzında.”
Ayten Bilici, Alp’in sınıf
arkadaşının annesi. Saçlarını başının tepesinde dağınık bir topuzla toplamış. Gergin,
ince bir yüzü var. Hormonlu çileği andıran iri elmacık kemikleri sanki bir
başkasından aşırılmış gibi duruyor. Gözlerimi, aşırı ince, belli ki bir
hastalıktan dolayı eğrilmiş, romatoid artrit olmalı, parmaklarından alamıyorum.
Sırf parmakları değil, tüm ekstremiteleri rahatsız ediyor beni. Üçüncü sınıfa
geldiğimde tıp fakültesinde yapamayacağımı anlamıştım. Normalden sapan her
türlü düzensizlik, gözümü rahatsız ediyor. O yüzden kadına biraz olsun hak
veriyorum.
Bir boşluk oluştu çocuğumun
ağzında, diye yineliyor.
Gerisini takip edemiyorum.
Sesi bulanıklaşıyor. İlk kez duyduğum bir yabancı dilden farkı yok. Jülide’nin
dürtmesiyle bana yöneltilen soruya cevap veriyorum.
“Evet lütfen. Demli olsun. İki
de şeker.”
Çay koymak üzere ayağa
kalktığında şortundan görünen çırpı bacaklarına takılıyor gözlerim. Keşke kışın
gelseydik, diye düşünüyorum. Kollarını, bacaklarını saran kalın kazaklar, bol
eşofmanlar içinde olduğunu hayal ediyorum. Sonuç yine de tatmin etmiyor beni. Bir
mumyanın etrafını saran beyaz şeritler gibi, üzerine et giydirdiğimi hayal
ediyorum. İşimi sağlama almak için birkaç tur doluyorum. Tık tık, kırıyorum
parmakları. Elimde düzeltiyor ve yerlerine takıyorum. Şişkin elmacık
kemiklerinin üzerindeki tıpayı açıyorum. Havası boşalıyor usulca. Sonuç
neredeyse mükemmel.
Nihayet, gözlerimi değil ama zihnimi,
bulunduğum âna ve yere verebiliyorum.
“Cam bardakta mı içersiniz
çayınızı, fincanda mı?”
İster istemez sesin kaynağına
yöneliyorum. Psişik estetik ameliyatımın harikulade görüntüsünden eser yok.
Mutfak penceresinden süzülen
akşam güneşi kadının etrafında bir hare oluşturuyor. Hayır, bir melek gibi
görünmüyor. Daha çok bir cadıya benziyor, engizisyon kararıyla yakılan
kadınlara. Kedisi sürünüyor şimdi sıska bacaklarına. Kedi seven kadınları
sevmiyorum. Ayağımın altında gezinirse bu hayvan, gizlice tekmeyi basacağımdan
kimsenin kuşkusu olmasın.
On beş dakikadır, yani
geldiğimizden beri, kibarlığı elden bırakmadan (ki yapay, rahatsız eden bir
kibarlık bu: Hey sınırlarımı aştın ama ben batılı, uygar bir insanım, içimden
ağzını, burnunu kırmak, dağıtmak geliyor, ama bunun yerine çocuğunun neden bunu
yaptığını anlamaya çalışıyorum diyen bir kibarlık) bize biteviye sorular
soruyor: Can bu yaptıklarından pişman mı acaba? Ne düşünüyor? Ona bir ceza
vermeyi düşünüyor musunuz? Onunla konuşmam mümkün mü? Hayır, sizin için bir sakıncası
olacaksa asla konuşmayı düşünmem. Alp’ten özür dileyecek mi? Oğlumun şeklini
bozduğunun farkında mı?
Karşımızda durmadan eli kolu
oynayan, belli etmemeye çalışsa da sinirden gözü seğiren ama gülümsemeyi de
ihmal etmeyen kadının sözlerini bölmüyor, bize yönelttiği suçlamaları üzerimize
alınmıyor, iki kreş çocuğunun kavgasını fazlaca büyütmemeye, taraf tutmamaya
çalışıyoruz. Altı yaşındaki oğlunuz bir sınıf arkadaşının ön dişlerini döktüyse,
öyle davranmanız gerekir. Tüm
kabalıklarını duymazdan geliyoruz. Jülide ile yıllar sonra nihayet, bir konuda
uzlaşıyoruz. Bu müttefiklik hâli hoşuma gidiyor. Boşanırken beni donuma kadar
soyup soğana çevirdiğini, anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdiğini
unutuyorum. Bedenini sıkıca saran gömleği, açık düğmelerinden belli belirsiz
görünen çatalı içimi gıcıklıyor. Bu müttefikliğin sonu yatağa varır mı diye
heyecanlanıyorum. Evliyken Jülide’nin en çok şikâyet ettiği şey geliyor aklıma.
Olayın pasif seyircisi olmak yerine kontrolü elime alıp Jülide’nin gözüne
girmeyi düşünürken, Ayten Bilici atağa kalkıyor.
“Sizce Can’ın psikolojik
sorunları olabilir mi?”
“Yeter artık! Çizmeyi
aştınız,” diyor Jülide. “Çocuklar didişirken oğlunuzun sallanan süt dişleri
düşmüş. Eline bir beyzbol sopası alıp çocuğun çenesini kırmış gibi davranmayı
kes!”
Siz ile başlayıp sen ile devam
edecek kadar öfkeli ve kontrolü yitirmeye yakın. Araya girmeliyim. Beş dakika içinde
bir çözüm yolu bulmalı, Jülide ile kendimi erken yazın sokakları saran tatlı
telaşına bırakmalıyım.
“Bizden tam olarak ne istiyorsunuz? Diş hekimi
ücretinizi ödeyebiliriz.”
Jülide söyleniyor.
“Ne hekimi, ne ücreti! Çocuğun
süt dişleri düşmüş sadece. Birkaç hafta içinde yerine yenilerinin geleceğine
eminim.”
Ayağa kalkıyor. Bir çözüme
varmadan tartışma mahalini terk etmeyi düşünmem normal koşullarda, ancak Jülide
ayağa kalktığı anda yerimden fırlıyorum. Yanında olduğumu görmeli. Koridor
boyunca takip ediyorum onu. Evin içindeki kasvetin, tüm koridoru kaplayan
kahverengi lambriler ve az sevişmek yüzünden olduğuna eminim. Yeterince sık
aynı kadınla sevişmediğim için kendi evim de kasvetli, biliyorum. Jülide’ye
bakıyorum arkadan. Her sinirlendiğinde yaptığı gibi saçlarını eliyle toplamasını
izliyorum. Topuz yapıp saçını yeniden salması arasında yalnızca birkaç
saniyeliğine görünen ensesinden öpmek, tüm olanları boş ver, benimle gel
sevişelim, demek istiyorum.
Kocası arkamızdan sesleniyor.
“Çocukları yüzünden kavga eden
yetişkinlere dönmeyelim. Ev yapımı bir şişe kırmızı şarabım kaldı. Gelin
birlikte içelim. Bu gergin havayı dağıtalım.”
Başka şartlar altında dost
olabileceğimize emin değilim ama Jülide’nin arabasına binip gitmesi, beni
sokağın ortasında bir başıma bırakması olasılığını göze alamadığım için öneri
makul geliyor. Adamın iyi niyetli çabası, kadınları da yumuşatmışa benziyor. Hep
beraber mutfağa geçiyoruz. Şarap kadehleri, peynir tabağı, kuruyemiş kâseleri,
meyve tabakları… Kısa sürede el birliğiyle mükellef bir masa donatıyoruz.
“Beni takip edin, dostlar,”
diyor, Bay Bilici. Geldiğimizden beri söz almadığını, ismini dahi söylemediğini
fark ediyorum. Karısının nefesini her an ensesinde hissedenlerden, belli.
“Sizi bu evin en iyi yerinde
ağırlayacağım.”
Tuvalet kapısı sandığım kapıyı
açıyor. Üst kata çıkan merdivenleri tırmanıyoruz. Duvarlar çok hoş suluboya
resimlerle bezeli. Gelincikler, menekşeler, günebakanlar…
“Ben yaptım,” diyor Ayten
Bilici.
“Bunlar çok hoş madam, siz
gerçek bir dehâsınız.”
Elini öpüyorum, kemikli
parmaklarını tenimde hissetmek içimi bulandırıyor. Utanmasam ağzımı sileceğim.
O denli abartıyorum içine düştüğüm durumu. Tam o anda teras kapısı açılıyor.
Önümüzde şahane bir boğaz manzarası uzanıyor. Jülide’ye bakıyorum. Birkaç kadeh
sonra benimle eve gelir mi acaba?
* Bu öykü Edebiyatist dergisinin 8. sayısında (Kasım-Aralık 2016) yayımlanmıştır.