30 Kasım 2018 Cuma

ERKEN YAZ*


“Bir boşluk oluştu çocuğumun ağzında.”

Ayten Bilici, Alp’in sınıf arkadaşının annesi. Saçlarını başının tepesinde dağınık bir topuzla toplamış. Gergin, ince bir yüzü var. Hormonlu çileği andıran iri elmacık kemikleri sanki bir başkasından aşırılmış gibi duruyor. Gözlerimi, aşırı ince, belli ki bir hastalıktan dolayı eğrilmiş, romatoid artrit olmalı, parmaklarından alamıyorum. Sırf parmakları değil, tüm ekstremiteleri rahatsız ediyor beni. Üçüncü sınıfa geldiğimde tıp fakültesinde yapamayacağımı anlamıştım. Normalden sapan her türlü düzensizlik, gözümü rahatsız ediyor. O yüzden kadına biraz olsun hak veriyorum.

Bir boşluk oluştu çocuğumun ağzında, diye yineliyor.

Gerisini takip edemiyorum. Sesi bulanıklaşıyor. İlk kez duyduğum bir yabancı dilden farkı yok. Jülide’nin dürtmesiyle bana yöneltilen soruya cevap veriyorum.

“Evet lütfen. Demli olsun. İki de şeker.”

Çay koymak üzere ayağa kalktığında şortundan görünen çırpı bacaklarına takılıyor gözlerim. Keşke kışın gelseydik, diye düşünüyorum. Kollarını, bacaklarını saran kalın kazaklar, bol eşofmanlar içinde olduğunu hayal ediyorum. Sonuç yine de tatmin etmiyor beni. Bir mumyanın etrafını saran beyaz şeritler gibi, üzerine et giydirdiğimi hayal ediyorum. İşimi sağlama almak için birkaç tur doluyorum. Tık tık, kırıyorum parmakları. Elimde düzeltiyor ve yerlerine takıyorum. Şişkin elmacık kemiklerinin üzerindeki tıpayı açıyorum. Havası boşalıyor usulca. Sonuç neredeyse mükemmel.

Nihayet, gözlerimi değil ama zihnimi, bulunduğum âna ve yere verebiliyorum.

“Cam bardakta mı içersiniz çayınızı, fincanda mı?”

İster istemez sesin kaynağına yöneliyorum. Psişik estetik ameliyatımın harikulade görüntüsünden eser yok.

Mutfak penceresinden süzülen akşam güneşi kadının etrafında bir hare oluşturuyor. Hayır, bir melek gibi görünmüyor. Daha çok bir cadıya benziyor, engizisyon kararıyla yakılan kadınlara. Kedisi sürünüyor şimdi sıska bacaklarına. Kedi seven kadınları sevmiyorum. Ayağımın altında gezinirse bu hayvan, gizlice tekmeyi basacağımdan kimsenin kuşkusu olmasın.

On beş dakikadır, yani geldiğimizden beri, kibarlığı elden bırakmadan (ki yapay, rahatsız eden bir kibarlık bu: Hey sınırlarımı aştın ama ben batılı, uygar bir insanım, içimden ağzını, burnunu kırmak, dağıtmak geliyor, ama bunun yerine çocuğunun neden bunu yaptığını anlamaya çalışıyorum diyen bir kibarlık) bize biteviye sorular soruyor: Can bu yaptıklarından pişman mı acaba? Ne düşünüyor? Ona bir ceza vermeyi düşünüyor musunuz? Onunla konuşmam mümkün mü? Hayır, sizin için bir sakıncası olacaksa asla konuşmayı düşünmem. Alp’ten özür dileyecek mi? Oğlumun şeklini bozduğunun farkında mı?

Karşımızda durmadan eli kolu oynayan, belli etmemeye çalışsa da sinirden gözü seğiren ama gülümsemeyi de ihmal etmeyen kadının sözlerini bölmüyor, bize yönelttiği suçlamaları üzerimize alınmıyor, iki kreş çocuğunun kavgasını fazlaca büyütmemeye, taraf tutmamaya çalışıyoruz. Altı yaşındaki oğlunuz bir sınıf arkadaşının ön dişlerini döktüyse, öyle davranmanız gerekir.  Tüm kabalıklarını duymazdan geliyoruz. Jülide ile yıllar sonra nihayet, bir konuda uzlaşıyoruz. Bu müttefiklik hâli hoşuma gidiyor. Boşanırken beni donuma kadar soyup soğana çevirdiğini, anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdiğini unutuyorum. Bedenini sıkıca saran gömleği, açık düğmelerinden belli belirsiz görünen çatalı içimi gıcıklıyor. Bu müttefikliğin sonu yatağa varır mı diye heyecanlanıyorum. Evliyken Jülide’nin en çok şikâyet ettiği şey geliyor aklıma. Olayın pasif seyircisi olmak yerine kontrolü elime alıp Jülide’nin gözüne girmeyi düşünürken, Ayten Bilici atağa kalkıyor. 

“Sizce Can’ın psikolojik sorunları olabilir mi?”

“Yeter artık! Çizmeyi aştınız,” diyor Jülide. “Çocuklar didişirken oğlunuzun sallanan süt dişleri düşmüş. Eline bir beyzbol sopası alıp çocuğun çenesini kırmış gibi davranmayı kes!”

Siz ile başlayıp sen ile devam edecek kadar öfkeli ve kontrolü yitirmeye yakın. Araya girmeliyim. Beş dakika içinde bir çözüm yolu bulmalı, Jülide ile kendimi erken yazın sokakları saran tatlı telaşına bırakmalıyım.

 “Bizden tam olarak ne istiyorsunuz? Diş hekimi ücretinizi ödeyebiliriz.”

Jülide söyleniyor.

“Ne hekimi, ne ücreti! Çocuğun süt dişleri düşmüş sadece. Birkaç hafta içinde yerine yenilerinin geleceğine eminim.”

Ayağa kalkıyor. Bir çözüme varmadan tartışma mahalini terk etmeyi düşünmem normal koşullarda, ancak Jülide ayağa kalktığı anda yerimden fırlıyorum. Yanında olduğumu görmeli. Koridor boyunca takip ediyorum onu. Evin içindeki kasvetin, tüm koridoru kaplayan kahverengi lambriler ve az sevişmek yüzünden olduğuna eminim. Yeterince sık aynı kadınla sevişmediğim için kendi evim de kasvetli, biliyorum. Jülide’ye bakıyorum arkadan. Her sinirlendiğinde yaptığı gibi saçlarını eliyle toplamasını izliyorum. Topuz yapıp saçını yeniden salması arasında yalnızca birkaç saniyeliğine görünen ensesinden öpmek, tüm olanları boş ver, benimle gel sevişelim, demek istiyorum.

Kocası arkamızdan sesleniyor.

“Çocukları yüzünden kavga eden yetişkinlere dönmeyelim. Ev yapımı bir şişe kırmızı şarabım kaldı. Gelin birlikte içelim. Bu gergin havayı dağıtalım.”

Başka şartlar altında dost olabileceğimize emin değilim ama Jülide’nin arabasına binip gitmesi, beni sokağın ortasında bir başıma bırakması olasılığını göze alamadığım için öneri makul geliyor. Adamın iyi niyetli çabası, kadınları da yumuşatmışa benziyor. Hep beraber mutfağa geçiyoruz. Şarap kadehleri, peynir tabağı, kuruyemiş kâseleri, meyve tabakları… Kısa sürede el birliğiyle mükellef bir masa donatıyoruz.

“Beni takip edin, dostlar,” diyor, Bay Bilici. Geldiğimizden beri söz almadığını, ismini dahi söylemediğini fark ediyorum. Karısının nefesini her an ensesinde hissedenlerden, belli.

“Sizi bu evin en iyi yerinde ağırlayacağım.”

Tuvalet kapısı sandığım kapıyı açıyor. Üst kata çıkan merdivenleri tırmanıyoruz. Duvarlar çok hoş suluboya resimlerle bezeli. Gelincikler, menekşeler, günebakanlar…

“Ben yaptım,” diyor Ayten Bilici.

“Bunlar çok hoş madam, siz gerçek bir dehâsınız.”

Elini öpüyorum, kemikli parmaklarını tenimde hissetmek içimi bulandırıyor. Utanmasam ağzımı sileceğim. O denli abartıyorum içine düştüğüm durumu. Tam o anda teras kapısı açılıyor. Önümüzde şahane bir boğaz manzarası uzanıyor. Jülide’ye bakıyorum. Birkaç kadeh sonra benimle eve gelir mi acaba?

* Bu öykü Edebiyatist dergisinin 8. sayısında (Kasım-Aralık 2016) yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder