Daha fazlası için buraya ve buraya
30 Nisan 2016 Cumartesi
HAYALET ŞEHİR
Dünya kamuoyu, Çernobil'deki nükleer santral kazasını ve radyoaktif sızıntıyı öğreneli tam 30 yıl oldu.
Daha fazlası için buraya ve buraya
Daha fazlası için buraya ve buraya
29 Nisan 2016 Cuma
EZGİLER VE BELLEK
Öykü yazdığımı bilen ya da yeni öğrenen insanların bir bölümü, işleyebilmem için bana ilginç buldukları insan hikâyeleri anlatır. Çoğu üçüncü sayfa haberlerine konu oluşturacak denli üzücü, kan, gözyaşıyla dolu bu hikâyeleri, kullanmayacağımı bile bile, nezaketen dinlerim. Kurmacaya konu olabilecek kaynak sınırsızdır oysa, her birimizde mevcuttur. Herkes gibi ben de gördüklerimi, yaşadıklarımı belleğimin gerilerine iterim. Belleğimin derinliklerine gömülü binlerce ân, tat, koku, duygu... Hepsi oradadır. Hatırlanmak için uygun bir ânı kollar ve sabırla bekler.
Öykülerimi dergilerde ilk kez sınamaya başladığım vakit, yazmak ve sabretmek arasındaki güçlü bağı öğrendim. İki satırlık matbu cümleleri dahi sarf etmeyen dergiler, yayınevleri, motivasyonumu düşürse de yazmaya ara vermedim, vazgeçmedim. Çünkü yazma ânının kendisi, öykünün yayımlanmasından, onu basılı bir dergide ya da kitapta görmekten daha keyifli. Boş bir sayfayı bildiğin en doğru cümlelerle doldurmak, parmakların klavyede, kalemin kâğıt üzerinde hızla, coşkuyla dans etmesi, belleğin hızına yetişebilmek için dur durak demeden koşmak eni konu mutluluk veriyor. Zaman zaman bu keyfe gölge düşüyor. Duraksamalar, korkular da yola eşlik ediyor. Duraksadığım, endişelendiğim, bir sonraki doğru cümleyi asla bulamayacağım sandığım zamanlarda yazdıklarıma ara verip müzik dinlemeyi seviyorum. Yalnızca yazının tıkandığı, ilerlemediği esnada müzik dinlediğim düşünülmesin.
Yazarken dinlemeyi sevdiğim ezgiler var. Yağmurdan Önce filminin soundtrack albümü gibi.
Öykülerimi dergilerde ilk kez sınamaya başladığım vakit, yazmak ve sabretmek arasındaki güçlü bağı öğrendim. İki satırlık matbu cümleleri dahi sarf etmeyen dergiler, yayınevleri, motivasyonumu düşürse de yazmaya ara vermedim, vazgeçmedim. Çünkü yazma ânının kendisi, öykünün yayımlanmasından, onu basılı bir dergide ya da kitapta görmekten daha keyifli. Boş bir sayfayı bildiğin en doğru cümlelerle doldurmak, parmakların klavyede, kalemin kâğıt üzerinde hızla, coşkuyla dans etmesi, belleğin hızına yetişebilmek için dur durak demeden koşmak eni konu mutluluk veriyor. Zaman zaman bu keyfe gölge düşüyor. Duraksamalar, korkular da yola eşlik ediyor. Duraksadığım, endişelendiğim, bir sonraki doğru cümleyi asla bulamayacağım sandığım zamanlarda yazdıklarıma ara verip müzik dinlemeyi seviyorum. Yalnızca yazının tıkandığı, ilerlemediği esnada müzik dinlediğim düşünülmesin.
Yazarken dinlemeyi sevdiğim ezgiler var. Yağmurdan Önce filminin soundtrack albümü gibi.
Milcho Manchevski'nin yazıp yönettiği 1994 yapımı film, "Sözcükler", "Yüzler", ve "Fotoğraflar" adlı üç bölümden oluşuyor. Birbirini tamamlayan üç bağımsız öykünün anlatıldığı filmde, zaman doğrusal ilerlemiyor. Üçüncü bölümün son sahnesine geldiğinde hikâyenin tamamının yağmurdan önce başlayıp bittiğini öğreniyor izleyici. Film, hikâyesi kadar farklı kurgusuyla da zihinlerde yer ediyor.
Ezgilerin hoşuma gittiği muhakkak ancak bunca güzel, anısı olan melodi arasından her defasında sıyrılmasının ve yazım sürecime eşlik etmesinin notaların ötesinde bir anlamı var.
Başlarken nelerin yazıya dâhil olacağını bilmem. Büyüsü korkutuculuğu, belirsizliğinden. Yazma eylemi bittiğinde, aslında hepsinin içeride olduğunu şaşırarak fark ederim. O yüzden ne zaman yazıda tökezlesem, bende anısı olan müzikleri, özellikle Yağmurdan Önce albümünü dinler, notaların belleğimin kilitli kapısına ulaşmasını ve açmasını beklerim.
26 Nisan 2016 Salı
Masala Davet
Davetimizi yineleyelim.
Sesler için Sumru Ağıryürüyen ve Orçun Baştürk'e görselleştirme için Ahmet Uygun, Aysun Esenyel, Didem Yörük, Kerem Kurdoğlu ve Ömer Birsel'e en içten teşekkürlerimizle...
23 Nisan 2016 Cumartesi
Masalcılar Cevaplıyor
Masalcılar Cevaplıyor Çanakkale Masalcılar Buluşması'nın tanıtım, haber ve duyurularını paylaştığımız www.canakkalemasalcilarbulusmasi.blogspot.com için hazırladığım bir söyleşi dizisi. Yıl içinde masal söyleşilerinde sunum yapan konuklar, mayıs ayında gerçekleşecek 2. Çanakkale Masalcılar Buluşması konukları ve organizasyon ekibi üyelerine sorduğum soruları ben de yanıtladım.
Masal, ne değildir?
Masal, çocukları uyutmak için anlatılan bir teselleme değildir.
En sevdiğiniz masal başı ya da masal sonu tekerlemesi nedir?
Sineğe vurdum palanı, dinlettim mi sana bu koca yalanı, o yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan, bu da mı yalan? Gerçeğe çevirelim bu düzdüğüm yalanı, masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı.
Bir masal kahramanı olabilseydiniz, kimi tercih ederdiniz?
La Loba (Kurt Kadın)
Masal dünyasının en yanlış anlaşılmış kahramanı sizce kimdir?
Masalın ana kahramanını yoldan çıkarıp, erginleşmesine yardımcı olmasına rağmen her defasında bunun bedelini karnının yarılıp, içine taş doldurulup, nehre yuvarlanarak canıyla ödediği için masal dünyasının en yanlış anlaşılan, rolünü eksiksiz yaptığı halde hunharca cezalandırılan kahramanı "kurt" bana göre.
2. Çanakkale Masalcılar Buluşması'nın teması Hayat Ağacı'nın Sesleri. Buluşmada hayat ağacının dallarına siz ne asacaksınız?
Kelimelerimi.
8 Nisan 2016 Cuma
Masalını Aramaktan Vazgeçen Adam
Roman Kahramanları dergisinin Nisan-Haziran 2016 26. sayısı raflarda yerini aldı. Ayşe Akaltun editörlüğünü üstlendiği Okurun Roman Kahramanları dosyasında, okurları roman kahramanlarının yollarına çıkmaya, kurmacayı yeniden kurmaya, kahramanlara yeni sözler söyletmeye davet ediyor. Davete icabet ettim ve C.'nin yürüyüşüne bir süreliğine eşlik ettim.
Masalını Aramaktan Vazgeçen Adam metninden tadımlık:
Göğsüne
inen yumrukla sendeledi. Önce şaşırdı, sonra içinde kabaran bir öfkeyle şoförün
suratına vurdu. Adam elleriyle yüzünü kapayıp ıslak taşlara kıvrıldı.
Parmakları kanlıydı. Çevresini yavaş yavaş otomobil kornalı, tramvay çanlı,
insan sesli bir gürültüdür kapladı.
-Burnu
kırılmış diyorlardı.
-Bayılmış.
-Burnu
kırılmış!
Birisi
kolunu tuttu.
-Ne
var, ne oldu? diye sordu.
Baktı,
bir polisti. Taksideki adam,
-Ben
gördüm, dedi. Kabahat onda. Arabanın önüne geçip durdurdu. Üstelik şoföre
vurdu.
Çevresindeki
herkes ona düşmanca bakıyordu. Kuşatılmıştı. Birden sol şakağındaki ağrı
yeniden başladı. Yıllardır aradığını bulur bulmaz yitirmesine sebep olan bu
saçma, alaycı düzene boyun eğmiş gibi kendini koyverdi. Şimdi ona istediklerini
yapabilirlerdi. Yanındaki polis kolunu sarsıp, ummadığı yumuşak bir sesle
sordu:
-Ne
oldu? Anlat.
-Otobüse
yetişecektim…
Sustu.
Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu;
anlamazlardı.
Bir ağızdan konuşmalar, onu kınayan
cık cıklamalar, vapur düdükleri, giderek yaklaşan siren sesi, yakınlardaki bir
okulun bahçesinden gelen çocuk bağırtıları… Birbirine ulanan sesler, boğazına
dolanan kalın bir ip misali onu sıkıştırıyor, soluksuz bırakıyordu. Yerde
kanlar içinde yatan şoföre baktı. Hızla çarpan otomobil kapısı sesiyle irkildi.
Başını çevirdi. Cankurtarandan inen sağlık memurunu ve doktoru görünce durumun
ciddiyetini kavradı. Belki de avukatını aramalıydı. Kalabalığı yaran doktor
önce yerde yatan yaralıya sonra da hemen yanı başında ayakta duran polise
baktı.
-Adli vaka mı?
Çevresini kuşatan öfkeli,
sorgulayan bakışların kendisinden doktora doğru yöneldiğini fark edince hızla
yolun karşısına geçti. Ara sokaklardan birine girdi. Fındıklı’ya kadar
koştu. Fakültenin dış kapısından içeri
giren öğrencileri izledi. Güler’i hatırladı, annesiyle aynı renk mavi gözlerini... Şu anda kim bilir neredeydi? Sıkıcı bir
derste ya da derin localı bir sinemada olabilirdi. Sırf üç oda bir mutfak
hayalini gerçekleştireceğini umduğu için bir delikanlının bacaklarını ve memelerini
sıkmasına izin verdiğini düşündü. Onunla ilk kez konuşabilmek için üç gün
beklemişti. Sonra? Sonrası yoktu. Aradığı gerçek sevgili tam tersi istikâmette
hızla uzaklaşıyordu. (Doğru değildi bu. Birkaç ay sonra Beyoğlu’nda uzun bir
kuyrukta tam önünde bekleyen bu kızla ilk kez bir film izledikten sonra onu
yeniden görmek istemeyecekti.) Sol kulağını kaşıdı. Cebinden tramvay biletini
çıkardı. Tam binecekken vazgeçti. Beşiktaş’a doğru yürümeye koyuldu. Dolmabahçe
Sarayı’na paralel seyreden sık ağaçlıklı yol, ne denizi gösteriyordu ne de tek
güneş ışını sızdırıyordu. Ceketinin yakasını kaldırdı. Ellerini cebine soktu.
Isınabilmek için adımlarını sıklaştırdı.
4 Nisan 2016 Pazartesi
TDB DERGİ İLE SÖYLEŞİ
Meslektaşım Füsun Şeker ile TDB Dergi için yaptığımız söyleşi:
Lodos
Çarpması daha ilk öyküde beni hemen içine aldı. Öylesine aktı gitti sayfalar.
İkinci öyküye geçmeden kitabın önüne arkasına bakayım dedim. Yazarı Tuğba
Gürbüz’ün özgeçmişini okuduğumda kendimi ona daha yakın hissettim. Meslektaşım
olması beni ayrıca gururlandırdı. Kendisiyle Facebook üzerinden iletişime
geçtim. Meslektaşımızı ve NotaBene Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı Lodos
Çarpması’nı, TDB Dergi’de tanıtmak üzere sayfalarımıza konuk aldık.
Sizi tanımak istiyoruz.
Önce dişhekimi mi, anne mi, eş mi, yoksa yazar mı?
Marmara
Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden 2000 yılında mezun oldum.
Çanakkale’de yaşıyorum. Diş hekimi olan eşim Çağlar ile müşterek muayenehanemiz
var. 2011 yılının nisan ayında kızımız Deniz doğdu. O günden beri öncelikle ve
daima Deniz’in annesiyim. Pek çok kadın gibi günlük hayatı zaman dilimlerine
ayırarak yaşıyorum. Diğer kimlikler (diş hekimi, eş, meslektaş, ev kadını,
öykücü, blogger) o zaman dilimlerine uygun olarak sahneye çıkıyor ve iniyor. Kurmacabiyografiler ve bikipak adında iki bloğum var.
Yazmaya nasıl başladınız?
2004
yılında ciddi bir sağlık problemi yaşadım. Genel olarak hastalıklar, hastaneler,
yakınlarımızı, sevdiklerimizi yitirme korkusu, ölüm gibi deneyimlerin
hayatımızda önemli yeri vardır. Bu kırılma noktaları tam da bir öykünün
aydınlanma ânı gibidir. O çakma, gerçekle yüzleşme ânından sonra mutlaka
birtakım gerçeklerin ayırdına varır, değişim arzusu taşırız. Etrafımızda ilişki
kurduğumuz pek çok kişiye (açık ya da örtük) sormuşuzdur benden razı mısın diye
ama kendimize pek az yöneltmişizdir her nedense. Sorular sorduğum ve cevaplar
aradığım bir iç hesaplaşma döneminin ardından kendimi Mario Levi’nin Yaratıcı
Yazarlık Atölyesi’nde buldum. Ve devamı geldi.
Neden öykü?
Tür
olarak öykü okumayı ve yazmayı seviyorum. Onur Çalı’nın yönettiği Parşömen Sanal Fanzin ve Ebru Askan’ın yönettiği yazmakgibi adlı bloglarda yayımlanan
söyleşilerde öykü sevgime ve sadakatime değindiğim için burada öykünün bir
başka pratik yararından bahsetmek istiyorum. Öyküyü kısa zaman dilimlerinde
yazabilir, uzun süre demlenmeye bırakabilir, yeniden kısa bir okuma süresinin
ardından kaldığınız yerden hikâyenin içine girebilir hatta bu taze solukla çok
daha iyi yol alabilirsiniz. Ayrıca bir dosya bütünlüğüne ulaşmadan tek tek
öykülerinizi edebiyat dergilerinde sınayabilirsiniz. Onlardan birinin
yayımlandığını gördüğünüzde yazma şevkiniz artar, azminiz kamçılanır. Öyküyü
romandan daha kolay bir tür ya da romana geçiş basamağı olarak görmüyorum ancak
şu da bir gerçek. Roman yazmak, daha uzun zaman, sabır, yoğun ilgi ve
süreklilik gerektiriyor ve benim hayat tarzıma da kişiliğime de uymuyor. Şiire
gelirsek, hayatım boyunca yazdığım berbat aşk şiiri sayısı ikiyi geçmez. Tüm bu
sebeplerden dolayı yazın uğraşımı öykü üzerine yoğunlaştırdım.
Nasıl bir öykü anlayışınız
var?
Klasik,
anlatmaya, olaya dayalı bir öykü anlayışım var. Haldun Taner’in “Açık seçiklik,
sadelik yazarın birinci nezaket borcudur,” diyen anlayışının takipçisi olduğumu
söyleyebilirim. Öykülerin sıcak, içten ve inandırıcı olmasına özen
gösteriyorum. Taraf tutmamaya, nesnel anlatmaya çalışıyorum. Kahramanlarım genellikle
kentli, entelektüel seviyesi yüksek, yalnız kimseler. Temel izleklerim, aile
eleştirisi, birey olma tutkusu, modern bireylerin yaşadığı yalnızlık,
iletişimsizlik. Bu anlatım tarzına sadık kalır mıyım, yeni arayışlarım olur mu,
bilemiyorum.
Öyküleriniz nasıl ortaya
çıkıyor? Öykülerdeki ortak tema nedir?
Lodos Çarpması’ndaki öyküler 2,5 yıllık bir çalışmanın
ürünü. Yazım sürecinde herhangi bir okur kitlesi, benim yazım anlayışıma hangi
yayınevi uyar gibi düşünceler yoktu aklımda. İçimden geldiği gibi yazdım ve
biriktirdim. Genellikle günlük hayatın akışı içinde yolumu kesen masalların,
söylencelerin, kentin tarihi içinde çoktan unutulmuş hikâyelerin, anların,
modern bireylerin yaşadığı yalnızlığın, yabancılaşmanın, birey olabilme
kavgasının peşine düştüm. Yerel bir söylence olan Sarıkız efsanesinin bir
varyantı da yer alıyor kitapta, Bolşevik Devrimi’nden kaçan Beyaz Ruslar da… Dolayısıyla
kitabın tematik bir bütünlüğü yok, geniş bir öykü evreninden söz etmek mümkün. Tüm
bu kahramanların, olayların çeşitliliğine rağmen ille de onları ince bir zar
gibi saran ortak tema belirlemek gerekirse bu da yaşama gayretleri, hayalleri
ve umutları olabilir.
Sırada başka kitaplar var
mı?
Kitapta
on yedi öykü yer alıyor. Bir o kadar da eleyip dosyaya almadıklarımı saymazsak
şu an elimde yeni öykü yok. Bir sporcu ya da profesyonel müzisyen disipliniyle
her gün öykü yazmak üzere masanın başına geçmiyorum ancak okumak ve blog
yazıları günlük yaşamımın bir parçası. Bu günlük ritim içinde öykünün bana göz
kırpacağı anları kolluyorum. Sayfalarınızı bana açtığınız için teşekkür ederim.
Etiketler:
Lodos Çarpması,
öykü,
Söyleşi,
Tuğba Gürbüz,
Yayımlananlar
2 Nisan 2016 Cumartesi
ÖYKÜCÜLERE SORDUM:4
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Öykücü elbette çağının tanığı olmalıdır. Çünkü zaman öykünün tüm unsurlarını değiştirebilen yegane kavramdır.
Türker Ayyıldız
Meraklıları için küçük bir not. Benim de bir cevabım var!
Yazmak kalabalığın karşısında çırılçıplak kalmayı göze alabilmektir, bu yüzden de ağır giysiler ve aksesuarlar taşımak işinizi güçleştirir. Samimiyetle yazabilmek olabildiğince az "yük" taşımayı gerektirir. Yazarın yaşadığı çağın tanığı olmak gibi bir yükümlülüğü yoktur bana kalırsa. Yazar, kendisine dayatılan inanç, görev, sorumluluk, gelenek vesairin baskısının dışında kalabildiği ölçüde özgür ve yaratıcıdır. Yazar bir kayıt memuru değildir ama yaşadığı topluma dışarıdan bakan bir üst akıl da değildir. Zamanın sözcükler üzerine bıraktığı iz yazarın çağına tanıklığıdır.
Aysun Kara
Zaten öyledir. Herkes gibi. İster istemez. Ancak ânın insandaki yankısı bitimsizdir. Haliyle yazarın zamanın sunacağı perspektife ihtiyacı vardır. Edebiyatın tanıklığını önemsemekle birlikte onu tarihsel gerçeklik parantezine yahut yargı kürsüsüne hapsetmeyi doğru bulmuyorum. Benim için metnin estetik değeri niyetinden önce gelir. İyi yazarlığın yolunun iyi insan olmaktan geçtiği ahlakçı bakış açısına uzağım hanidir.
Hakkı İnanç
Melville'in ölümsüz eseri Moby Dick'te herkes ölürken geride olanları anlatmak için İsmail sağ kalır. Edebiyatçılar (öykücüler) olanları anlatmak için geride kalan çağının tanıklarıdır.
Mehmet Fırat Pürselim
Öykücü çağının sadece tanığı değil sanığıdır da. Ama onu, yazdıkları üzerinden güncel siyasete müdahil olmaya zorlamak yersizdir kanımca. Edebiyat yavaştır. Acıları, zulümleri ağır ağır kaydeder ve yıllar sonra bile olsa bize hatırlatır. Acelesi yoktur, hafızası sağlamdır.
Onur Çalı
Öykücüler veya farklı bir metin yazanlara dair meli malı cümlelerini içeren kesin yanıt vermek benim için zor olduğundan kendi bireysel tercihimi iletmek isterim. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki vicdanı olan, gören, duyan herkes bunun sadece tanığı değil, aynı zamanda biraz da sanığı ve sorumlusudur. Ben de onlardan biriyim, yazan biri olarak farkım dert edindiklerimin, mesele edindiklerimin yazılarıma sızması. Bu sızıntılarla anlamlı bir tanıklık, tarihe not düşme olur mu emin olamam tabii ama beni etkileyen durumları ve içselleştirebildiğim duyguları, sözcüklerle kendimle, okurlarla paylaştığımı bilirim.
Suzan Bilgin Özgün
Öykücü çağının tanığı olmalıdır fakat toplumsal bir olayı ya da ideolojiyi konu edinmek yazılan metnin öykü olmasını garantilemez. İçerik üslubun önüne geçtiği vakit öykü manifestoya dönüşebilir, yazar anlatıcı olmaktan çıkıp elinde döviz taşıyan biri haline gelebilir. Sanırım burada yazar öykü ile duygusal bağ kurmaktan uzak durmalı, edebiyat okuru gözüyle bakabilmeli. Öykücü, öykünün okunurluğunu zedelemeden çağına dokunabilmelidir.
Tunç Kurt Öykücü elbette çağının tanığı olmalıdır. Çünkü zaman öykünün tüm unsurlarını değiştirebilen yegane kavramdır.
Türker Ayyıldız
İnsanı anlatmak, çağa tanıklık etmektir çünkü sanat toplumsal hayatın izdüşümüdür. Burada asıl olan, öykücünün çağına tanık olmanın kendiliğindenliği ile tanıklık etmenin iradiliği arasında bir karar vermesi sorunudur. Politik olmayan yoktur ve öykücü çağının tanığı olmakla birlikte ona tanıklık da etmelidir.
Zeynep Sönmez Meraklıları için küçük bir not. Benim de bir cevabım var!
Yazmak anımsamaktır. Anımsamak ve bellek ise vicdan. Ancak öykücü, sırf çağının tanığı olmak için vicdanını sızlatan konuları seçer ve metinle arasındaki mesafeyi koruyamazsa ortaya melodrama yaslanan, duygusallığa kaçan, gözyaşı ve ortak öfkeden güç alan öyküler çıkar. Bu da zannımca kolaycılıktır. Öykücü için kurmacanın estetiği, dile olan tutku, tanıklık çabasından daha öncelikli ve zaruridir.
Etiketler:
Aysun Kara,
Hakkı İnanç,
Mehmet Fırat Pürselim,
Onur Çalı,
Öykücülere Sordum,
Söyleşi,
Suzan Bilgen Özgün,
Tunç Kurt,
Türker Ayyıldız,
Yazar Adaylarına Tavsiyeler,
Zeynep Sönmez
1 Nisan 2016 Cuma
Nasıl Yazar/Şair Oldum? (22)
Edebiyatla
ilk tanışıklığım şiirle oldu. Lise birinci sınıftaydım. İzmir Atatürk Lisesi’nde
parasız yatılı olarak okuyordum. Bir gün okul yemekhanesinde toplandık. Okul müdürü,
“Birazdan şiir dinlemeye gideceksiniz. Orada sizlerden başka kişiler de olacak.
Sessizce dinleyin. Etliye sütlüye karışmayın. Gülmeyin, ciddiyetinizi bozmayın.
Okulumuzu en güzel şekilde temsil edip gelin,” dediğini dün gibi hatırlıyorum.
Milli
bayramlarda okunan kahramanlık
şiirleri dışında şiir bilenimiz yoktu. Sahne açıldığında ortamın ciddiyetinden
midir? Okul müdürünün uyarısından mı bilinmez epeyce gülüştük.
Sahnede
sigara içerek Orhan Veli şiirleri okuyan kişi
Müşfik Kenter’di. Kendi adıma âdeta büyülenmiştim. Orhan Veli şiirlerinin güzelliğine
Müşfik Kenter’in usta yorumu eklenince tadına doyulmaz bir lezzet ortaya çıkmıştı.
Hem bu nasıl bir şeyse içinde efkâr da vardı, mizah da. Okulda okutulan divan şiirine
zerre benzemiyordu.
O
günden sonra okul kütüphanesindeki son
dolabın abonesi olmuştum. Tüm camlı bölümler açıkken o dolabın kilidi vardı. Kütüphane
görevlisi başlarda epeyce yadırgamıştı. Ne zaman dolabın anahtarını istesem, “Ama
o dolapta şiirden başka bir şey yok,” diyordu. O sene o dolaptaki tüm şiir
kitaplarını okudum. Sadece okumakla kalmıyor ilgili olan bir iki arkadaşıma da
telkinlerde bulunuyordum. Ama derslerin zorluğu, üniversite sınavı gibi pek çok
şeyden ötürü çok fazla insanı ikna edemedim.
Üniversite için İstanbul’a geldiğimde
okulda faaliyet gösteren kulüpler arasında Yayın Kulübü de vardı. Hiç düşünmeden
üye oldum. Hâlâ devam eden dostluklar kurdum orada. Hem okumanın yanında ufak
tefek şiirler karalıyor, mahlas kullanarak kimini yayımlama cesareti bile
buluyordum. Sonra birkaç dergide kendi ismimle de şiir yayımladım. Bir iki düzyazı
denemem olsa bile şiir her şeyden önceydi. Bu durum okul bitene kadar devam
etti. Bir dönem edebiyat dergilerini takip etsem bile zamanla o heveste söndü.
Okulu bitirip iş hayatına başladığımda ne şiirle ne de edebiyatla bağım kalmıştı.
Ardından askerlik için Güneydoğuya gittim. Gerçekten zor koşullarda tamamladım
askerliğimi. Uzunca süre İstanbul’dan ayrı kalınca elim tekrar şiire yürüdü.
Bunu da o zamanlar bir iki internet sitesinde yayımlamıştım.
Sonra
yayımladığım şiirlerin başka biri tarafından
alınıp değiştirildiğini fark ettim bir gün. Site yöneticilerine durumu bildiren
bir mail yazdım. Sağ olsunlar bu karışıklığı hemen düzelttiler. Hatta düzeltmekle
kalmayıp yeni şiirlerimi yayımlayacaklarını söylediler. Çok uzun süre bırakınız yazmayı kitap dahi okumaz hâle gelmiştim.
O edebiyat sitesinde tekrar yazmaya başladım.
Şiirler ve olumlu yorumlar arttıkça sanırım
özgüvenim de artıyordu. Şiirin yanında öyküyle de ilgilenmeye başlamıştım ama
birazda artık aramızda olmayan çok sevgili ağabey Hilmi Üstün’ün telkinleriyle şiirlerimi
toparlamıştım. Rahatsızlığının son zamanlarında şiirlerimi mutlaka kitaplaştırmam
gerektiğini söylüyordu. Kendi de çok iyi bir şair olmasına rağmen kitabının yayımlanmasını
görememişti maalesef. Onu kaybettikten sonra sanki bir vasiyetmiş gibi ona
verdiğimi sözü tutmaya çalıştım. Ama bilmediğim bir şey vardı. Kitap yayımlatmak,
özellikle şiir kitabı yayımlatmak öyle her babayiğidin harcı değildi. Memlekette
kalburüstü şairler bile yayımlattıkları kitabın parasını yayınevlerine ödüyordu.
Amatör bir şair olarak kitabımı yayımlatsam bile kimsenin satın almayacağını biliyordum.
Tanıdık bir yayınevi masraflar karşılığı 2009 yılında şiir kitabım “Kese Kağıdına
Sarılı Şeyler’i” yayımladı. Bir kaç arkadaşım dışında bilen duyan olmadı. Bu
arkadaşlardan biri ise, kitabımı beğendiğini, şiirlerimin ortalamanın üzerinde
olduğunu, ama düzyazıda daha başarılı olabileceğimi düşündüğünü söyledi. Zaten
o zamanlar uzun öyküyle, kısa roman arasında kalmış “Payidar” isimli bir çalışmam
vardı. O çalışmayı da birkaç yere göndermiştim ama dönüşler hep olumsuz oldu.
Daha
sonra kısa öyküler yazmaya başladım. Öykülerim
önce dergilerde yayımlanmaya başladı. Ardından 2011 yılında Orhan Kemal Öykü Ödülünü
kazandım. Ama kitap yayımlamak gerçekten güçtü. Yarışmadan sonra Marjinal Kitap
dosyamla ilgilendi ve Kasım ayında “Vapurlara Küsmek” raflarda yerini aldı. Kısa
bir sürede baskısı da bitti üstelik. Öykü okuru kitabı sevmişti. Ama yayınevi
maddi zorluklar yüzünden yeni baskıyı yapamadı.
2013
yılında bu kez Aylak Adam Yayınları kitapla
ilgilendi ve bir yıl aradan sonra tekrar baskı yaptı. Aynı yılın ortalarında
yeni dosyamı bitirmiştim. Yapı Kredi Yayınlarına yolladım ve olumlu cevap aldım.
Mevcut takvimlerinin yoğunluğu nedeniyle 2015 yılının Şubat ayında ikinci öykü kitabım
“Şikeste” okurla buluştu. İkinci kitabım da kısa sürede ikinci baskısını gördü.
Şikeste’den sonra birazcık soluklandım.
Öykü yazmaya devam ediyorum ama ilk iki dosyadaki hızım birazcık azaldı. Farklı
bir iki projenin taslaklarıyla uğraşıyorum. Nisan ayında Şikeste’nin öykülerinden
biri çok yetenekli genç bir yönetmen tarafından kısa filme çekilecek. Kültür
Bakanlığı’ndan teşviki onaylandı, onun heyecanıyla bekliyorum.
Onun
dışında içinde bulunduğumuz dünya ne
kadar müsaade ederse o kadar nefes almaya çalışıyorum. Çocuklarımın eğitimi,
kendi işimin yoğunluğu zamanımın pek çok tarafını kaplıyor zaten. Umarım yakın
zamanda başka öyküler, başka metinlerle okur karşısına çıkma imkânımız olur.
Olmazsa ne diyelim, Sevgili Okur mutlaka hâlden anlayacaktır. Buradan tüm öykü severlere
şimdiye kadar gösterdikleri ilgi ve alaka için sonsuz şükranlarımı sunarım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)