Edebiyatla
ilk tanışıklığım şiirle oldu. Lise birinci sınıftaydım. İzmir Atatürk Lisesi’nde
parasız yatılı olarak okuyordum. Bir gün okul yemekhanesinde toplandık. Okul müdürü,
“Birazdan şiir dinlemeye gideceksiniz. Orada sizlerden başka kişiler de olacak.
Sessizce dinleyin. Etliye sütlüye karışmayın. Gülmeyin, ciddiyetinizi bozmayın.
Okulumuzu en güzel şekilde temsil edip gelin,” dediğini dün gibi hatırlıyorum.
Milli
bayramlarda okunan kahramanlık
şiirleri dışında şiir bilenimiz yoktu. Sahne açıldığında ortamın ciddiyetinden
midir? Okul müdürünün uyarısından mı bilinmez epeyce gülüştük.
Sahnede
sigara içerek Orhan Veli şiirleri okuyan kişi
Müşfik Kenter’di. Kendi adıma âdeta büyülenmiştim. Orhan Veli şiirlerinin güzelliğine
Müşfik Kenter’in usta yorumu eklenince tadına doyulmaz bir lezzet ortaya çıkmıştı.
Hem bu nasıl bir şeyse içinde efkâr da vardı, mizah da. Okulda okutulan divan şiirine
zerre benzemiyordu.
O
günden sonra okul kütüphanesindeki son
dolabın abonesi olmuştum. Tüm camlı bölümler açıkken o dolabın kilidi vardı. Kütüphane
görevlisi başlarda epeyce yadırgamıştı. Ne zaman dolabın anahtarını istesem, “Ama
o dolapta şiirden başka bir şey yok,” diyordu. O sene o dolaptaki tüm şiir
kitaplarını okudum. Sadece okumakla kalmıyor ilgili olan bir iki arkadaşıma da
telkinlerde bulunuyordum. Ama derslerin zorluğu, üniversite sınavı gibi pek çok
şeyden ötürü çok fazla insanı ikna edemedim.
Üniversite için İstanbul’a geldiğimde
okulda faaliyet gösteren kulüpler arasında Yayın Kulübü de vardı. Hiç düşünmeden
üye oldum. Hâlâ devam eden dostluklar kurdum orada. Hem okumanın yanında ufak
tefek şiirler karalıyor, mahlas kullanarak kimini yayımlama cesareti bile
buluyordum. Sonra birkaç dergide kendi ismimle de şiir yayımladım. Bir iki düzyazı
denemem olsa bile şiir her şeyden önceydi. Bu durum okul bitene kadar devam
etti. Bir dönem edebiyat dergilerini takip etsem bile zamanla o heveste söndü.
Okulu bitirip iş hayatına başladığımda ne şiirle ne de edebiyatla bağım kalmıştı.
Ardından askerlik için Güneydoğuya gittim. Gerçekten zor koşullarda tamamladım
askerliğimi. Uzunca süre İstanbul’dan ayrı kalınca elim tekrar şiire yürüdü.
Bunu da o zamanlar bir iki internet sitesinde yayımlamıştım.
Sonra
yayımladığım şiirlerin başka biri tarafından
alınıp değiştirildiğini fark ettim bir gün. Site yöneticilerine durumu bildiren
bir mail yazdım. Sağ olsunlar bu karışıklığı hemen düzelttiler. Hatta düzeltmekle
kalmayıp yeni şiirlerimi yayımlayacaklarını söylediler. Çok uzun süre bırakınız yazmayı kitap dahi okumaz hâle gelmiştim.
O edebiyat sitesinde tekrar yazmaya başladım.
Şiirler ve olumlu yorumlar arttıkça sanırım
özgüvenim de artıyordu. Şiirin yanında öyküyle de ilgilenmeye başlamıştım ama
birazda artık aramızda olmayan çok sevgili ağabey Hilmi Üstün’ün telkinleriyle şiirlerimi
toparlamıştım. Rahatsızlığının son zamanlarında şiirlerimi mutlaka kitaplaştırmam
gerektiğini söylüyordu. Kendi de çok iyi bir şair olmasına rağmen kitabının yayımlanmasını
görememişti maalesef. Onu kaybettikten sonra sanki bir vasiyetmiş gibi ona
verdiğimi sözü tutmaya çalıştım. Ama bilmediğim bir şey vardı. Kitap yayımlatmak,
özellikle şiir kitabı yayımlatmak öyle her babayiğidin harcı değildi. Memlekette
kalburüstü şairler bile yayımlattıkları kitabın parasını yayınevlerine ödüyordu.
Amatör bir şair olarak kitabımı yayımlatsam bile kimsenin satın almayacağını biliyordum.
Tanıdık bir yayınevi masraflar karşılığı 2009 yılında şiir kitabım “Kese Kağıdına
Sarılı Şeyler’i” yayımladı. Bir kaç arkadaşım dışında bilen duyan olmadı. Bu
arkadaşlardan biri ise, kitabımı beğendiğini, şiirlerimin ortalamanın üzerinde
olduğunu, ama düzyazıda daha başarılı olabileceğimi düşündüğünü söyledi. Zaten
o zamanlar uzun öyküyle, kısa roman arasında kalmış “Payidar” isimli bir çalışmam
vardı. O çalışmayı da birkaç yere göndermiştim ama dönüşler hep olumsuz oldu.
Daha
sonra kısa öyküler yazmaya başladım. Öykülerim
önce dergilerde yayımlanmaya başladı. Ardından 2011 yılında Orhan Kemal Öykü Ödülünü
kazandım. Ama kitap yayımlamak gerçekten güçtü. Yarışmadan sonra Marjinal Kitap
dosyamla ilgilendi ve Kasım ayında “Vapurlara Küsmek” raflarda yerini aldı. Kısa
bir sürede baskısı da bitti üstelik. Öykü okuru kitabı sevmişti. Ama yayınevi
maddi zorluklar yüzünden yeni baskıyı yapamadı.
2013
yılında bu kez Aylak Adam Yayınları kitapla
ilgilendi ve bir yıl aradan sonra tekrar baskı yaptı. Aynı yılın ortalarında
yeni dosyamı bitirmiştim. Yapı Kredi Yayınlarına yolladım ve olumlu cevap aldım.
Mevcut takvimlerinin yoğunluğu nedeniyle 2015 yılının Şubat ayında ikinci öykü kitabım
“Şikeste” okurla buluştu. İkinci kitabım da kısa sürede ikinci baskısını gördü.
Şikeste’den sonra birazcık soluklandım.
Öykü yazmaya devam ediyorum ama ilk iki dosyadaki hızım birazcık azaldı. Farklı
bir iki projenin taslaklarıyla uğraşıyorum. Nisan ayında Şikeste’nin öykülerinden
biri çok yetenekli genç bir yönetmen tarafından kısa filme çekilecek. Kültür
Bakanlığı’ndan teşviki onaylandı, onun heyecanıyla bekliyorum.
Onun
dışında içinde bulunduğumuz dünya ne
kadar müsaade ederse o kadar nefes almaya çalışıyorum. Çocuklarımın eğitimi,
kendi işimin yoğunluğu zamanımın pek çok tarafını kaplıyor zaten. Umarım yakın
zamanda başka öyküler, başka metinlerle okur karşısına çıkma imkânımız olur.
Olmazsa ne diyelim, Sevgili Okur mutlaka hâlden anlayacaktır. Buradan tüm öykü severlere
şimdiye kadar gösterdikleri ilgi ve alaka için sonsuz şükranlarımı sunarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder