Roman Kahramanları dergisinin Nisan-Haziran 2016 26. sayısı raflarda yerini aldı. Ayşe Akaltun editörlüğünü üstlendiği Okurun Roman Kahramanları dosyasında, okurları roman kahramanlarının yollarına çıkmaya, kurmacayı yeniden kurmaya, kahramanlara yeni sözler söyletmeye davet ediyor. Davete icabet ettim ve C.'nin yürüyüşüne bir süreliğine eşlik ettim.
Masalını Aramaktan Vazgeçen Adam metninden tadımlık:
Göğsüne
inen yumrukla sendeledi. Önce şaşırdı, sonra içinde kabaran bir öfkeyle şoförün
suratına vurdu. Adam elleriyle yüzünü kapayıp ıslak taşlara kıvrıldı.
Parmakları kanlıydı. Çevresini yavaş yavaş otomobil kornalı, tramvay çanlı,
insan sesli bir gürültüdür kapladı.
-Burnu
kırılmış diyorlardı.
-Bayılmış.
-Burnu
kırılmış!
Birisi
kolunu tuttu.
-Ne
var, ne oldu? diye sordu.
Baktı,
bir polisti. Taksideki adam,
-Ben
gördüm, dedi. Kabahat onda. Arabanın önüne geçip durdurdu. Üstelik şoföre
vurdu.
Çevresindeki
herkes ona düşmanca bakıyordu. Kuşatılmıştı. Birden sol şakağındaki ağrı
yeniden başladı. Yıllardır aradığını bulur bulmaz yitirmesine sebep olan bu
saçma, alaycı düzene boyun eğmiş gibi kendini koyverdi. Şimdi ona istediklerini
yapabilirlerdi. Yanındaki polis kolunu sarsıp, ummadığı yumuşak bir sesle
sordu:
-Ne
oldu? Anlat.
-Otobüse
yetişecektim…
Sustu.
Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu;
anlamazlardı.
Bir ağızdan konuşmalar, onu kınayan
cık cıklamalar, vapur düdükleri, giderek yaklaşan siren sesi, yakınlardaki bir
okulun bahçesinden gelen çocuk bağırtıları… Birbirine ulanan sesler, boğazına
dolanan kalın bir ip misali onu sıkıştırıyor, soluksuz bırakıyordu. Yerde
kanlar içinde yatan şoföre baktı. Hızla çarpan otomobil kapısı sesiyle irkildi.
Başını çevirdi. Cankurtarandan inen sağlık memurunu ve doktoru görünce durumun
ciddiyetini kavradı. Belki de avukatını aramalıydı. Kalabalığı yaran doktor
önce yerde yatan yaralıya sonra da hemen yanı başında ayakta duran polise
baktı.
-Adli vaka mı?
Çevresini kuşatan öfkeli,
sorgulayan bakışların kendisinden doktora doğru yöneldiğini fark edince hızla
yolun karşısına geçti. Ara sokaklardan birine girdi. Fındıklı’ya kadar
koştu. Fakültenin dış kapısından içeri
giren öğrencileri izledi. Güler’i hatırladı, annesiyle aynı renk mavi gözlerini... Şu anda kim bilir neredeydi? Sıkıcı bir
derste ya da derin localı bir sinemada olabilirdi. Sırf üç oda bir mutfak
hayalini gerçekleştireceğini umduğu için bir delikanlının bacaklarını ve memelerini
sıkmasına izin verdiğini düşündü. Onunla ilk kez konuşabilmek için üç gün
beklemişti. Sonra? Sonrası yoktu. Aradığı gerçek sevgili tam tersi istikâmette
hızla uzaklaşıyordu. (Doğru değildi bu. Birkaç ay sonra Beyoğlu’nda uzun bir
kuyrukta tam önünde bekleyen bu kızla ilk kez bir film izledikten sonra onu
yeniden görmek istemeyecekti.) Sol kulağını kaşıdı. Cebinden tramvay biletini
çıkardı. Tam binecekken vazgeçti. Beşiktaş’a doğru yürümeye koyuldu. Dolmabahçe
Sarayı’na paralel seyreden sık ağaçlıklı yol, ne denizi gösteriyordu ne de tek
güneş ışını sızdırıyordu. Ceketinin yakasını kaldırdı. Ellerini cebine soktu.
Isınabilmek için adımlarını sıklaştırdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder