29 Kasım 2019 Cuma

Kiminle başladı?

Uzun zamandır okumak istediğim bir kitap "Seninle Başlamadı". 
Kitap, Freud'un ve Jung'un bilinçaltında kalan hiçbir şey yok olmaz, kader ve talih olarak yüzeye çıkar teorisinden yola çıkarak hem şahsi hem de aile travmalarımızın çözülmediğini, yani bilinç üstüne çıkmadığı müddetçe tekrarladığını iddia ediyor. Dayanağı Freud'un "Yineleme takıntısı" olarak tanımladığı kavram. Yineleme takıntısına göre bilinçaltından kaynaklanan o şey kusursuzca görevini yapıyor çünkü bilinçaltı çözülmemiş şeyleri hatasız yapmak üzere tekrar etmeye programlı. Üstelik bu takıntı yalnızca kendi şahsi travmalarımızdan el almıyor, hiç tanımadığımız atalarımızın travmalarından dahi aktarım mümkün. Aile dizilimi de benzer bir prensibe dayanıyor. 

Aile travmasının sonraki kuşaklara aktarılması kısmı biraz karışık. Kabul etmek etmemek size kalmış. Ben iddiayı (mealen) paylaşayım: 
Travma esnasında zihin, beden donup kalıyor, kişi yaşadığı deneyimi kelimelere dökemiyor, başlangıç, gelişme, sonuç şeklinde dökümünü yapamıyor. Kendine izah edemediği yerleşik korkuları ve geçmiş travmaları çağrıştıran örüntülerle karşılaştığı zaman kendini korumaya alıyor, eski, bildik tepkilerini veriyor çünkü hepimizin en temel ihtiyacı hayatta kalmak. Eh yaşadığına göre bir önceki sefer işe yaramıştı. O zaman aynı örüntüyle her karşılaştığında benzer bir tepki verebilir. Böylece kendisini olayların, kişilerin, mekânın değiştiği ama davranış kalıplarının ve sonuçların değişmediği bir pozisyonda buluyor. Buraya farkındalık getirmediği sürece de döngü yineliyor. 

Travmanın aktarımı konusunda biraz daha bilimsel açıklama için Hollandalı psikiyatrist Bessel van dor Kolk'a başvuralım. Travma sonrası stresle ilgili ulaştığı bilgiler ilgi çekici zira. Kolk'un araştırmaları travma sırasında beynin mevcut ânı deneyimlemekten sorumlu bölümü olan mediyal korteksin konuşma merkezinin kapandığını gösteriyor. Bunun sonucunda kişinin yaşadığı travma deneyimini dile dökme becerisi azalıyor, kelimeler yetersiz kalıyor ancak travma, etkisi ve sonuçları bir yere kaybolmuyor. Özellikle terk edilme, intihar, bir çocuğun ya da ebeveynin erken ya da ani, trajik ölümü gibi şok dalgası yaratan travmalar sonraki nesillere aktarılıyor. Travmatik bir olay neticesinde hücrelerimizde gelişen kimyasal değişiklikler aktarıldığı için kişi atalarının geçmişte yaşadığı travmalardan kaynaklı sıkıntıları da hissediyor. Hatta hissetmekle kalmıyor bu travmalara karşı daha güçlü ve dayanıklı olması da sağlanmış oluyor. Bu kısmı evrimi ve hayatta kalmayı destekliyor.  Peki ama ya bu aktarımlar yineleyen davranış kalıpları ve otomatik reflekslerle bağlantı kurmamızı engelliyorsa? Kitabın ilerleyen bölümleri örnek vakalar ve birtakım alıştırmalar ile okura bu döngüyü aşmanın yollarını da gösteriyor. Meraklısına... 



Seninle Başlamadı 
Yazar Mark Wollyn 
Çevirmen Mine Madenoğlu 
Yayınevi Sola Unitas 




27 Kasım 2019 Çarşamba

Harry Potter kadar güzel gençlik kadar uzak


Harry Potter kadar güzel
Ara tatil Harry Potter filmleriyle geçti. Her film, bir dolu yeni soru bıraktı kucağımıza. Bildiklerimiz doğrultusunda, gelecek olanı tahmin etmeye çalıştığımız, gördüklerimizin, duyduklarımızın içimizden taştığı, yalnızca Harry Potter'dan bahsetmek istediğimiz, kızımın resimli, yazılı, soru işaretli pusulalar çiziktirdiği unutulmayacak bir deneyim. Çok sevdiğiniz bir filmi, kitabı keşfetmenin, yavaş yavaş içinde yürümenin heyecanı ve bitmesinin hüznü işte, bilirsiniz. Bu heyecan ve hüzün aynı anda gözlerinden ve içinden taşarken ince çocuk dudaklardan tel tel dökülen bir de soru: "Şimdi Harry Potter kadar güzel bir şeyi nasıl bulacağız anne?"
Bazı şeylerin güzelliği onların biricikliğinde saklı değil midir?
                                                                          *

Gençlik kadar uzak 



Henüz kayıt olmazdan önce, ablam fakülteme ilk kez yerini öğrenmek için gittiğinde kampüsteki iki binadan birinin bodrum katından bu şarkının yükseldiğini duymuş. Kim bilir kimin gitarından çıkan bu şarkıyla gelecek günlerime dair iyimser ve umutlu resimler çizmiş. Her dinlediğimde ablamın ilk izleniminden gelen iyimserlik ve umutla eski günlere ışınlanmam, oturmaktan hoşlandığım merdivenleri, ağaç gölgelerini, Fulya'ya inen yokuşu, Kadıköy-Beşiktaş vapur hattını, kimi kitap okuduğum, kimi uyukladığım, kimi neşeli, kimi hüzünlü sohbetleri hatırlamam bundan. Dile kolay yirmi beş yıl geçmiş üzerinden. O günlerde zamanın bu kadar hızlı geçeceğini, her birimizi farklı kentlere, yaşamlara iteceğini tahmin etmek zor değildi elbette ama düşünmek (başımızda esen kavak yellerinden mütevellit) yakışık almazdı. Düşünseydim, düşünebilseydim çok daha itinayla yaşardım oysa, hakkını daha çok vererek, daha az korkarak, gelecekle ilgili kaygıları bir yana bırakarak. Yalnızca gençliğin verdiği tatlı telaşların içinde kaybolmayı, büyümeyi tercih ederdim ama geri dönmek ve bir şeyleri değiştirmek mümkün değil. Son yıllarda dilime pelesenk ettiğim üzere her evet, bir başka seçime hayır demektir, her hayır ise bir başka patikaya açılan evet. Yürüdüğüm patikaların bir kısmı beni hiç de karşılaşmak istemediğim yerlere çıkardı. Geri dönüp temize çekmek istediğim anlar oldu, hem de pek çok kez. Buna rağmen daha derinde yatan gerçeğin ayırdına varmadan geçti yıllar. Şimdi biraz olsun anladığımı düşünüyorum. Belki yine yanılıyorum, belki yine ıskalıyorum. Bugünden geçmişe ya da geleceğe bakmak hep yanlıdır ne de olsa. İnsan en çok şimdinin içine sarılmalı, öyle ince teğelle değil, sımsıkı bir dikişle, hem de çift dikişle... Bilirim ama geçmiş güzel günlerde kalır aklım. Takılmış plak gibi orada yaşamam ve yaş almam. Daha çok güvenli bir barınak gibi görürüm. Fırsat buldukça, hayat beni yordukça gider gider orayı kazırım. Görünenin altına iner, kendimi bilme yolunu oradan açarım. Yaradılış işte.  Geçmişi bunca sevmeme rağmen elimde bir teselli verecek fotoğraf da pek yoktur. Çelişki mi? Pek sayılmaz. Gözle kalp arasına giren her şeyden, gerçeğin sureti bile olsa hoşlanmıyorum. Geçen yıllara, bunca kayıt kolaylığına rağmen az fotoğraf çekmemin, görünmek ve göstermekten haz etmiyor olmamın sebebi bu işte. Anılara ve belleğe güvenmeyi tercih ediyorum. Hâl böyleyken fotoğraf albümleri yerine günün içinden çıkagelen şarkılar, eşyalar, olaylar fırlatıyor beni, zembereğinden boşalan yay misali uzaklara taşıyor. Aşırıyor yolları, yılları. Flu anıların içine bırakıyor. Mesela bir bahar gününe, öyle belirli, özel bir âna da değil üstelik, arkadaşlarla çevrili, olağan buluşma alanlarının henüz yitirilmediği, kalabalık günlerden birine, belki de en sıradan olanın içine...


NASIL YAZIYORLAR? (20)

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte yirmincisi: Margaret Atwood



Kanadalı yazar Margaret Atwood yazmakta fazla zorlanmıyor. Fikirler kendisini bulduğunda peçetelerin, restoran menülerinin üstüne, gazetelerin kenarına notlar alıyor ve hikâyenin nasıl gelişeceğine ilişkin kaba bir başlangıç yaptıktan sonra geriye dönüyor. Atwood bu süreç boyunca bilgisayar ve el yazısı arasında mekik dokuyor, ortaya bir anlatı çıkar gibi olunca da aldığı çıktıları yeri dizerek sıralarıyla oynuyor. "Sol elinizi masaya koyun, sağ elinizi havada tutun. Yeteri kadar bu şekilde beklerseniz, bir konu bulursunuz," diyen Atwood, bu yöntemi kullanıp kullanmadığı sorulduğunda "Hayır, hiç zorunlu kalmadım," yanıtını veriyor.

Kaynak: "Nasıl Yazıyorlar?" Notos Öykü Sayı 19 Deniz Korkut'un yazısı Alexandra Alter'ın Wall Street Journal için yaptığı araştırmadan derlenmiştir.

Margaret Atwood masterclass adlı websitesi üzerinden verdiği yaratıcı yazarlık derslerinin tanıtım videosunda daha fazlasına da değiniyor.



23 Kasım 2019 Cumartesi

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:17

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Çatışma genellikle kaçınılması gereken bir şey gibi görülür; ebeveynler çatışma geliştiğinde kendilerinde ya da çocuklarda bir sorun olduğunu düşünme eğilimindedir.
Çatışma size çözüme ihtiyaç duyulan bir sorunu göstermektedir. Çatışma kendinizin ve diğer insanın ihtiyaçlarıyla derin bağlantı kurmanız için bir fırsattır.
Onu hoş karşılayın.

Ben ne düşünüyorum?
Çatışma genellikle hoşlanmadığım, kaçındığım bir şey. Sırf bu yüzden beni rahatsız eden konular hakkında konuşmayı geçiştiriyorum. Muhatabın karşısına "Neden?" sorusuyla çıkmak yerine dumanlı bulutları topluyorum başıma ya da bakış açımı değiştirmeye, kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Yaşım ilerledikçe biraz daha kolay sorar oldum nedenleri. Yine de içime içime konuşmak eski bir huy bende. Zihnim, çatışmayı çözüme giden yol olarak görmeye alışkın değil. Daha ziyade kavgaya eşitlediği için  eski alışkanlıklar kolayca devreye giriyor ve konuşmaktan imtina ediyorum ya da parlıyorum.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum?
Değil mi ki yetişkinim. İktidar benim ellerimde susmak yerine çatışmanın içine çekilebilirim. Yerleşik davranış kalıplarıyla otomatik refleksle tepki verebilirim. Deniz'le en kolay çatışmaya çekildiğim alana bir de örnek vereyim. Bir yerden dönüyoruz, güzel şeyler yapmışız ancak planladığımız bir şeye zaman yetmemiş, bir şekilde yapamamışız. Bu durumlarda surat asmasından ya da tatili, günü (her ne ise) yapamadıkları üzerinden değerlendirmesinden hoşlanmıyorum. İçimden bir nasihatçi fırlıyor. Akıl vermeye başlıyorum. Bardağın dolu tarafını görmek yerine boş tarafına odaklandığı için söyleniyorum. Çünkü bu bakış açısının hayatının geneline hâkim olmasından endişe duyuyorum.
Her zaman bu kadar otoriter yaklaşmıyor, gücü üzerine kullanmak yerine duygularını ifade etmesi için alan sağlıyorum. Bu benim için zor olan yol. Otomatik refleks vermek yerine düşünmem, kelimelerimi özenle seçmem gerekiyor. Sonucun daha tatminkar olduğunu söylememe gerek yok.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Yazarken yaşadıklarımla arama giren mesafe olanı biteni çok daha net görmemi sağlıyor. İşte bulduklarım: Surat asarken veya "Berbat geçti," derken Deniz çatışma çıkarmaya uğraşmıyor aslında. Yaşadığı hayal kırıklığını, üzüntüyü dile getirmeye çalışıyor. Duygusunu, düşüncesini ifade etmeye çalışırken ona verdiğim tepki muhtemelen kafasını karıştırıyor, güvenini sarsıyor. Sözlerim ve tavırlarım nasıl düşünmesi ya da davranması gerektiğine dair bir tahakküme dönüştüğü için kızıyor ya da küsüyor  muhtemelen ona kızdığımı, onaylamadığımı da düşünüyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Alışkanlıkların gücüyle ilgili sevdiğim bir söz: "Alışkanlıklar, bırakılmazlarsa ihtiyaç hâline gelirler." Yeni fark ettiklerim ışığında hareket edebilmeyi, otomatik refleks vermek yerine kendime düşünme zamanı tanıyabilmeyi arzuluyorum.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Yılların alışkanlıklarını, düşünme kalıplarını değiştirmeye, korkuların beni yönetmesine izin vermemeye, bilinçaltına ittiklerimi su üstüne çıkarıp dönüştürmeye çalıştığım için, kendimi tanıma, anlama ve değişim yönünde bitmeyen çabalarım için  kendimi takdir ediyorum.

Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.




6 Kasım 2019 Çarşamba

NASIL YAZIYORLAR? (19)*

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte on dokuzuncusu: Aysun Kara
* Bu yazı Kurmacabiyografiler için yazılmıştır.



Yaşamını sürdürebilmek için çalışmak zorunda olan pek çok yazar gibi ben de sıkışık zamanlarda yazıyorum. Yazmaktan öte öykülerimi iki arada bir derede çatıyorum. Her sabah uyandığımda o sıralar üzerinde çalıştığım neyse o gelir aklıma.  
Sanırım benim zihnim yıllardır ikiye bölünmüş durumda. Bölmeler arasından sızıntılar da oluyor tabii. Gün boyu işimi yaparken okuyup yazacaklarım zihnimde şekillenir. Bir yüzü kullanılmış A4 kâğıtları ikiye bölüp not almak üzere hastanedeki masamda tutarım. Bu küçük kâğıt parçalarına yazma işi kendi kendimin gözünü korkutmamak için yaptığım bir iştir. Gün boyunca uzun soluklu yazacak zamanım olmayacağını bilirim çünkü. Ben masamda bu kâğıtlara ufak tefek bir şeyler çiziktirirken hastam karşı masada az önce öğrettiğim egzersizleri yapıyor olabilir. Göz ucuyla onu izlerim, o elindeki hamurla parmak kaslarını kuvvetlendirirken benim zihnim bir gün önceden aklıma düşen öykü ucunu kovalar.  Kimi zaman da hastalarımdan birisinin randevusuna gelmeyeceği ya da geç geleceği tutar. İtiraf etmeliyim ki bu yarım saatlik zaman beni pek sevindirir. Hele o sırada üzerinde uğraştığım bir metin varsa değmeyin keyfime.
Yıllardır öğle aralarını oldukça verimli kullandığımı söyleyebilirim. On beş yirmi dakika içinde alelacele bir şeyler atıştırdıktan sonra neredeyse kırk beş dakikalık “özgür” bir zamanım olur. Bu zamanımı çoğunlukla bölük pörçük notlarımı birleştirerek ve üzerinde çalıştığım her neyse onunla uğraşarak değerlendiririm. Örneğin şu anda bu yazıyı da öğle arasında yazıyorum.
Akşam saatleri tabii okumak ve yazmak için yekpare zaman. Son yıllarda zorunluluktan yaptığım işleri (ev işleri, yemek gibi)  asgariye indirdim. Oğlum artık bir yetişkin, bana pek fazla ihtiyacı yok. Bütün bu sebeplerden çalışmaktan arta kalan zamanımın efendisiyim diyebilirim. Ertesi gün gidilecek iş mecburiyeti yüzünden geç saatlere kadar çalışmam mümkün olmuyor. Hafta sonlarımı planlarken de tabii edebiyat her zaman başrolde. Ev düzenim de edebiyat odaklı yaşantıma uygun haliyle. Evde yer tutan en önemli eşya kitaplar, defterler. Çeşitli boyuttaki defterlerim aslında epey düzensiz bir biçimde ya da yalnız kendi bildiğim bir düzen içinde sınıflanmıştır. Çalışma masam ve odam olmasına rağmen çoğu zaman salondaki koltukta kâğıt yığınının içinde çalışırım. Nerede yazarsam yazayım, kimi zaman uyku saatim de dahil olmak üzere günün her saatini okumak ve yazmak düşüncesiyle geçiriyorum.   



1 Kasım 2019 Cuma

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:16

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Kıymetli zamanınızı neyin yürümediğini göstererek harcamak çocukla ilişkide yaygın bir durumdur ve çoğunlukla hem sizde hem onda hayal kırıklığı, kaygı ve cesaret kaybına yol açar.
Bu hafta neyin yürüdüğünü, iyi gittiğini fark etmeye başlayın. Her gün başarılarınızın birkaçını kutlama alışkanlığı kazanın. Çocuğunuz eninde sonunda eğlenceye katılmak isteyecektir.

Ben ne düşünüyorum?
Bu yalnızca çocukla sürdürdüğümüz ilişkiye dair bir mesele değil bence. Çoğu zaman, çoğumuz hayatında yanlış ve eksik gidenlerin sesini daha gür duyuyor diye tahmin ediyorum. Takdir etmek ve şükran duymak, bunu gündelik hayatın her ânına eklemlemek hayat kalitemizi nasıl da artırır halbuki.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum?
Sabah biraz geç çıktık evden. Otoparka girdiğimde çıkışım tamamen engellenmese de sabah sabah epey manevra yapmam gerekeceğini gördüm. Ya da rampayı geri çıkarak sokağa dik ve hızlı bir çıkış yapmalıydım. Kısacık bir tereddüt ânından sonra "Yürüyelim," dedim Deniz'e. O dünden razıymış. Hemen hızlandı. Yokuş aşağı saldık kendimizi. Elimi bu sezon ilk kez giydiğim montumun cebine soktuğumda teşekkür nesnesi olarak kullandığım tespih tanesini andıran minik kozalağa değdi parmak uçlarım. "Bak ne buldum?" dedim neşeyle. Ve adet olduğu üzere üç teşekkürümü sıraladım.
Dün akşam işten geldiğimde hazır bulduğum yemekler için baboşa
Yatağına girip sokulduğum ve sarıldığım için Deniz'e
Hikâyelerimi değerlendirip düşüncelerini benimle paylaşan arkadaşıma

Bu teşekkürleri formata çevirmeye çalışayım:
Toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda kızıma doğru rol model sunan bir babası olduğu için şanslıyım.
Kızımla aynı çatı altında sağlıklı, huzurlu yaşayabildiğim, onun ihtiyaçlarını karşılayabildiğim için şanslıyım.
Hayallerimi, isteklerimi gerçekleştirirken beni destekleyen arkadaşlarım olduğu için şanslıyım.

Deniz'in geri bildirimi ne?
İpucunda öngörüldüğü üzere Deniz oyunun çağrısını aldı -evveliyatı dolayısıyla aşinalığı vardı_ ve eğlenceye katıldı. İşte onun teşekkürleri:
Arabayı oraya park ettiği için kırmızı arabaya (oyun ve eğlence ihtiyacı)
Benimle 13 kez bilye oynadığı için baboşa (oyun ve eğlence ihtiyacı)
Ayaklarımı sıcak tuttuğu için botlarıma (mevsim koşullarına uygun giyinme, korunma ihtiyacı)

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
İhtiyaçlarımız karşılandığı sürece kendimizi çok daha mutlu, huzurlu ve güvenli hissediyoruz. Dünyada en temel ihtiyaçları karşılanmayan, savaş, açlık, işsizlik nedeniyle göç eden yüz binlerce çocuk olduğunu düşününce sahip olduklarımız için şükretmemiz, minnet duymamız gereği ortada. Bu alışkanlığı, çocuğa yersiz kapris yaptığını düşündüğümüz zamanlarda "Asla tatmin olmuyorsun!" diye çıkışarak, "Dünyada ne kadar aç çocuk var biliyor musun?" diye dırdırlanarak vermemiz mümkün değil. Sahip olduklarına teşekkür etmeyi, kıymet vermeyi bizim davranışlarımızdan öğrenecek. O yüzden gündelik ıstırabın içine hapsolmayı bırakıp Polyannacılık oynamayı, bardağın dolu tarafını görebilmeyi öğrenmek lazım. Buna sahip değilsek de spor yapar gibi, bir dil öğrenir gibi üzerine çalışabilir ve geliştirebiliriz.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Merak etme, üzerine düşünme, yeni fikirler geliştirme ve uygulamaya devam etme hâllerimden memnunum.

Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.


Nasıl Yazar Oldular? (40)

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun. 


15 Haziran 2001 tarihinde roman yazmaya karar verdim, fakat romanın nasıl yazılacağını bilmiyordum. Deneye yanıla, sile yırta; zamanla öğrendim yazmayı. Hala da öğrenmeye devam ediyorum… O günlerde 27 yaşındaydım. Hayatımı köklüce değiştirmekle kalmayan, yeni bir kimlik de edinmeme neden olan ruhsal ve fiziksel bir yıkım yaşamıştım. Kendimi yeniden inşa ediyordum; ya olacaktım ya ölecektim. “Yazarak olmaya” sığındım; çabaladım, boğulmamak için çırpınmak gibi adeta. Gayret değildi benimki; yüzmeyi öğrenmek isteyenlere özgü, gergin ama öz olarak kontrollü ve gönüllü bir hareket içermiyordu yani… Ayrıca, “iyi yazmanın” gerek şart olduğunu ama yeter şart olmadığını; inatçılık ve tutkuyla birleşmeyen yazma uğraşının heves sınırlarının ötesine geçemeyeceğini gördüm… Kuşkusuz yazmanın ön koşulu okumak; bizden öncekileri iyi bilmek. Sonra, kendi cümlemizi, sesimizi bulmaya çalışmak… Bildiğim bunlar, ama şunu da biliyorum ki hiçbir yazarın,  aslında nasıl yazar olduğunu tam olarak bilmesi mümkün değildir.   
Emrah Polat 

* Bu yazı ilk kez 13/10/2019 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır.