27 Ekim 2015 Salı

ÖLMEDİĞİM GÜN

İdefix beni, benden daha iyi tanıyor ya, bu yaz Ağaçların Özel Hayatı yayımlanınca Alejandro Zambra ile tanışmamı önerdi. Ben de uzun zamandır adını duyduğum bu yazarla tanışmaya karar verdim. Türkçeye çevrilmiş üç kitabını aldım. Kitapları incelerken en çok ilgimi Eve Dönmenin Yolları çekmişti. Tüm okumalar bittiğinde fikrim değişmedi. Hoşuma giden bir kitapla karşılaştığımda Google'da arama yapmak bende artık değişmez bir alışkanlık. İlk karşıma çıkan blog tanıdık. Elmanın İçi'nde Barış kitaptan bahsederken konusunu izlediği bir filme benzetmiş, Doğmadığım Gün'e.
Böylece girdi Doğmadığım Gün, izlenilesi filmler listeme. Ve geçtiğimiz çarşamba nihayet Yalı Han'da bir grup arkadaşla izledik. Film, bir Alman uyruklu profesyonel yüzücü kadının Şili'ye gitmek üzere uçak yolculuğuna çıkmasıyla başlıyor.
Maria, Buenos Aires'te aktarma için beklerken tek kelime İspanyolca bilmediği halde duyduğu bir ninniyi mırıldanmaya ve ağlamaya başlar. Yaşadığı şaşkınlık neticesinde uçağını kaçırır, pasaportunu kaybeder. Yeni bir pasaport çıkarmak için karakola gider. İşlerini umduğu hızda halledemez. Kulağına tanıdık gelen ninni, bir mağazada gördüğü peluş oyuncak... Babasına telefon açıp uçağı kaçırdığını bir süre Buenos Aires'te kalması gerektiğini açıklar ve kafasını kurcalayan soruları sorar. Ertesi gün babasını karşısında bulduğunda şaşkınlığı artar ve kuşkulanır. Film, tüm düğümlerin yavaş yavaş çözülmesiyle devam eder.
Doğmadığım Gün, bir kısa öykü gibi, çarpıcı, vurucu. Tüm kahramanların, hatta artık yaşamayan, Maria on dört yaşındayken ölmüş annenin bile bir hikâyesi var. Karakterlerin kimi yaşamayı arzuladığı duyguları yaşayamadığı için yalan söylüyor, kimisi gerçekleri duymaya cesareti olmadığı, gerçekleri duyarsa artık o yakınını sevememekten korktuğu için geçmişe dair sorular sormuyor, susuyor. Bunları öyle uzun boylu anlatmıyor film üstelik. Bazen bir cümle ile hissettiriyor, bazen kahramanın bir anlık öfke patlamasıyla öğreniyorsunuz ancak gerçeklerin ağırlığı sizi öyle kolay bırakmıyor, üzerine düşünüyorsunuz. Ve Maria Buenos Aires sokaklarında tek başına dolaşırken film bitiyor. Resim tamamlanmıyor finalde ancak ortaya çıkan parçalar birleşmeye, çoğalmaya devam ediyor ve her izleyici kendi sonunu yazıyor. İyi bir filmden başka ne istenebilir ki?
Filmin künyesi:
Yönetmen Florian Cossen
Senaryo Florian Cossen Elena von Saucken
Oyuncular Jessica Schwarz Michael Gwisdok Rafael Ferro Beatriz Spelzini
Yapım Alman Arjantin
Müzik Mathias Klein
Süre 94 dk
 
 

22 Ekim 2015 Perşembe

KELİME TOPLAYICISI

Bu aralar anne kız işimiz kelimelerle. İkimiz de kelime toplamaya, kelimelerden anlam çıkarmaya çalışıyoruz.
Leo Lionni'nin Frederick isimli kitabı Deniz'in içindeki şairi açığa çıkarttı.
İşte ilk örnekleri:
1
Kim yağdırır lapa lapa karı
Kimdir buzu eriten
Kimse hiç gülmesin
Deniz'i dinlesin
2
En önce Deniz yapar işi
Sonra annesi
Çok sever resim yapmayı Deniz
Öğretmen olacakmış büyüyünce
Annesine hem dişçi hem öğretmen olucam, dermiş
Annesi de hayır olmaz, dermiş
3
Denizdir şiiri yazan
Annoş yazar Deniz söyler
Deniz hiç gülmelerini istemez
Deniz diş bakar
Annesi çalışır
Deniz okula gider
Bazen okulu olmadığında annesine yardıma gelir
Annesi işi olmadığında yazar,
Deniz söyler, annesi yazar

19 Ekim 2015 Pazartesi

Ölmez Ağacı


Ne vakit kendimi çaresiz hissetsem, Erkan Oğur'un dizeleri imdadıma yetişiyor. Sola çeviriyorum başımı, zeytin ağaçları selamlıyor beni. İncecik gövdelerine inat nasıl da dolu dolu dalları.
Çoğu mitosta "Ölmez Ağacı" olarak adlandırılan zeytinin tanrı tarafından insanlığa armağan edilişi ve Mitos Dizisi'ni hatırlamanın tam sırası.
Arkeolog yazar Deniz Gezgin'in derlediği, Sel Yayıncılık'tan çıkan Mitos Dizisi üç kitaptan oluşuyor. Dizinin ilk kitabı Hayvan Mitosları; mitolojideki hayvan öykülerini, Bitki Mitosları; bitkilerin mitler aracılığıyla sembolik değerlerini ve dizinin yayımlanan son kitabı Su Mitosları ise suyun hayatla dolayısıyla kültürle olan derin bağını içeriyor. Çeşitli kültürlerin mitolojilerinden derlenen bu geniş seçkiye kitaplığınızda yer açın.
Ezginin Günlüğü'nden Delice Zeytin eşliğinde zeytin ağacının insanlığa armağan edilişinin hikâyesi:
Akdeniz dünyasının yaşam kaynağı niteliği taşıyan ve çoğu mitosta “Ölmez Ağacı” olarak adlandırılan   zeytinin tanrı tarafından insanlığa armağan edilişi pek çok mitosta anlatılır. İlk insan olarak kabul edilen Adem ve eşi Havva cennetteki rahat hayatlarından işledikleri günah sebebiyle kovulmuşlardı. Allah onlara cennetin tüm nimetlerini sunmuş ancak bir tek ağacın; iyilik ağacının meyvesini yasaklamıştı. Bir gün yılan Havva’yı ayartarak İyilik ve Kötülük meyvesinden yemesini sağladı. Havva onun sözüne uyup meyveden yedi ve kendi yemekle kalmayıp Adem’e de yedirdi. İşte böylece ikisi de çıplak olduklarını bildiler. Bu durumdan büyük utanç duyarak örtünme gereksinimi duydular. Edep yerlerini incir yapraklarıyla sakladılar. Allah onları görmüştü. Kendi sözüne değil de yılanın sözüne inandıkları için Adem ve Havva’yı lanetledi; onları cennetten kovdu. Bundan böyle Adem ekmeğini topraktan çıkartacak, emek sarf edecek, zorluk çekecekti. Havva ise sancılı doğumlar yapacaktı. Yılan da onlar gibi lanetlendi ve o da yerlerde sürünmeye mahkum oldu. Böylece yeryüzünde hayat mücadelesine giriştiler. Hiçbir şey cennetteki gibi hazır değildi, artık her şey için çok ama çok emek harcamaları gerekiyordu. Onlara verilen en büyük ceza ise artık ölümlü olmalarıydı. Gün gelecek topraktan gelen bedenleri yine toprağa geri dönecekti. Yıllar geçti ve Adem artık ölüm zamanının yaklaştığını anladı. Ancak Allah’a karşı işlediği günahtan çok büyük pişmanlık duyuyordu. Ölmeden önce hem kendisinin hem de onun günahı yüzünden lanetlenen tüm insanlığın affedilmesini umuyordu. Bu sebeple oğlu Şit’i cennet bahçesine elçi olarak gönderdi. Şit, Aden’e vardı ve burada Allah’ın Adem’i ve soyunu bağışlaması için dua ederek yakardı. Cennet bahçesinin bekçiliğini yapan melek onun dualarını duydu ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacından üç adet tohum alarak bu tohumları Şit’e verdi. Melek, Şit'e bu üç tohumu Adem öldüğü zaman onun ağzına koyarak onunla birlikte gömmesini söyledi. Şit geri döndüğünde Adem hayata gözlerini yumdu. Meleğin söylediği gibi tohumları Adem'in ağzına koydular ve Adem'i Hebron Vadisi'ne gömdüler. Bir süre sonra Adem'in mezarı üzerinde üç ağaç yeşerdi. Bu ağaçlar Akdeniz'in üç ünlü ağacı; zeytin, sedir ve servi ağaçlarıydı.

16 Ekim 2015 Cuma

İlknur Urkun ile Söyleşi


Kendine ait bir oda...
Herkes uykuya çekildikten sonra yemek masasının bir köşeciğini kendisine yazı alanı yapan biri olarak böyle bir odanın hayalini kurmadığım tek gün yok. Odalardan birini zihnimde boşaltıp dolduruyor, kitaplarımı sıralıyorum, pencerenin önüne kirli krem bordo renkli yan apartmanın duvarı yerine bambaşka manzaralar yerleştiriyorum. Deniz insanıyım ya, boğaz manzarası koyuyorum çoğu zaman, bazen ağaçları... Sırtüstü yatıyorum yatağa, gözlerimi kapıyorum ve düşlüyorum. Geniş yazı masamı, kitaplarımın yan yana dizildiği rafları, başımı kaldırdığımda göreceğim güzelim manzarayı, sırtımı ağrıtmayacak afili bir sandalyeyi...
Sinek Sekiz Yayınları etiketli Bana Ait Bir Yer, bu hayali kurmakla yetinmeyip, evinin arkasındaki ormanda okumak, yazmak ve hayal etmek için bizzat kendi elleriyle bir kulübe inşa eden bir adamın ve inşa ettiği kulübenin hikâyesi. Bu, bir nasıl yapılır kitabı değil. Michael Pollan, mimarlık sanatına ve inşaat işine doğa gözlüğünden bakarak başka türlüsünün de olabileceğini gösteriyor. Okuru, Feng Shui'den Walden'a, mimarlığın kökenlerinden pencerenin tarihine, mekân ve mimarlık alanında daha önce ayak basılmamış bir rotada gezintiye davet ediyor. Sevgili İlknur da temiz çevirisi ve açıklayıcı dip notlarıyla bu gezintide bizi yalnız bırakmıyor.
İlknur ile Bana Ait Bir Yer ve çevirmenlik üzerine biraz konuştuk.  


50 kelimeyle otobiyografini öğrenebilir miyim?

1982’de Kdz. Ereğli’de doğdum. ODTÜ’de lisans ve yüksek lisans, sonra TMMOB bünyesinde çalıştıktan sonra Ankara’dan ayrıldım. Permakültür Tasarımı Sertifika Kursu’na katıldıktan sonra tutku duyduğum şeyler yaparak geçinmek ve mutlu olduğum bir yerde yaşamak için adımlar atmaya başladım. Şimdi çevirmenim, permakültürle ilgili eğitimler veriyor, dünyayikurtarankadinlar.blogspot.com’u yürütüyor ve Çanakkale’nin bir köyünde yaşıyorum. 

Çeviriye nasıl başladın?

Ortaokulda dönem ödevi olarak yaptığım çeviriyi saymazsak, ilk kez Buğday Derneği için gönüllü olarak çevirmenliğe başladım. İlk çevirim GDO’lu gıdalarla ilgiliydi.

Sence çevirmen kimdir? İyi bir çevirmenin taşıması gereken üç özellik nedir?

Aslında alaylı ve genç bir çevirmen olarak bu konuda pek ahkâm kesmek istemiyorum. Bence beni fena olmayan bir çevirmen yapan özellikleri sayabilirim: 1- İngilizce dilini çok uzun zamandır okuyor, yazıyor ve konuşuyor olmam. 2- Türkçe dilinde çocukluğumdan beri çok okumam. 3- Bir metin üzerine düşünmekten, anlamadığım yerlerini araştırmaktan ve Türkçe’ye çevirmekten zevk almam.

Solgun Ateş, Konuş Hafıza kitaplarının çevirmeni, Yiğit Yavuz, Nabokov Günlüğü isimli bloğunda İletişim Yayınları’ndan yayımlanan Konuş Hafıza romanını çevirirken zorlandığını, çalışma masasının tam karşısına, göz hizasına, “Gözümü korkutamazsın Nabokov, yeneceğim seni,” dercesine büyük yazarın boks eldivenli bir fotoğrafını koyduğunu, özelde bu kitap, genelde her kitap için yazarın bir fotoğrafı karşısında çalışmayı tercih ettiğini söylüyor. Senin de bir çevirmen olarak ritüel diyebileceğimiz belli çalışma alışkanlıkların, elimden asla düşürmem dediğin araç, gereç, başvurduğun kaynakların var mı?

Edebi eser çevirisi bir tabloya bakıp bundan bir opera sahnelemeye benziyor; başlı başına bir sanat. Ben çok fazla edebi eser çevirmedim, genellikle beşeri bilimler ve az da olsa teknik çeviri alanında kalıyorum. Yani bir konuda uzmanlaşmış da değilim. Dolayısıyla çeviri yaptığım konuyla ilgili çok çeşitli kaynaklara başvurmak ve sürekli araştırma yapmak zorundayım. Uzay aracı parçalarının isimlerinden endemik bitki türlerine, o kadar farklı şeyler karşıma çıkıyor ki, bunların hepsini kitaplardan araştırabilmem için ODTÜ kütüphanesinde yaşamam gerekirdi. Dolayısıyla internet olmadan çeviri yapamam diyebilirim.

Daha çok ekoloji, sürdürülebilir yaşam, permakültür gibi konularda çeviriler yapıyorsun. Çeviride uzmanlık alanları önemli midir? Yoksa bir çevirmen her alanda çeviri yapmalı mıdır?

Sanırım her şeyde olduğu gibi burada da denge önemli. Otomotiv ya da sigorta hukuku alanında uzmanlaşmak ve sadece bu alanda çalışmanın elbette getirisi vardır: terminolojiye hâkim olursunuz, hata yapma ihtimaliniz azalır, daha yüksek ücretlerle çalışırsınız vs. Yani sektörde tavsiye edilen şey uzmanlaşmaktır. Ama bence bu modernist bir yaklaşım ve amacı verimi arttırmak. Bu derece uzmanlaşmanın insanı yıpratacağına ve ufkunu daraltacağına inanıyorum. Şahsen, nasıl ki boş zamanlarımda hep aynı konuda kitaplar okumuyorsam, çeviri yaparken de tek bir konuyla kısıtlanmak istemem. 

Bana Ait Bir Yer, editör, yazar Michael Pollan’ın eşi (ve aileye yeni katılacak bebekleriyle) ile birlikte yaşadıkları evin arkasında okumak, yazmak, hayal kurmak için bizzat kendi beceriksiz elleriyle inşa ettiği bir mekânın doğuşu hikâyesi. Hikâyesini bize anlatırken mimari ve kelimeler arasında güçlü bağlar kuruyor,  hayalden, tasarıya, inşaat sürecine kadar her şeyi anlatıyor. Çeviriye başladığın esnada kendi evinizi inşa ediyor olmak nasıl bir duyguydu? Pollan’ın önerilerinden faydalandınız mı?

Tam evimizi hayal etmeye başladığımızda bu çevirinin bana gelmesine çok şaşırmıştım. Pollan aslında okura inşaat konusunda pek bir öneri sunmuyor. Yani, kendisinin de dediği gibi, bu bir “ev nasıl yapılır kitabı” değil. Daha ziyade onun kendi evini inşa etme hikâyesi. Aslında o güne kadar ekolojik mimari konusunda o kadar çok şey okumuştuk ki, işin teknik kısmına değil hikâyesine, işin insani ve toplumsal yönüne yoğunlaşan bir kitapla haşır neşir olmak inşaat konusunda beni rahatlatmıştı. Mesela Pollan’ın Gaston Bachelard’dan yaptığı bir alıntı bambaşka bir bakış açısı veriyor: “Evin başlıca faydalarını saymam gerekirse: ev hayalleri barındırır, ev hayalciyi korur, ev huzur içinde hayal kurmaya izin verir.”   

Bana Ait Bir Yer ’in çevirisini yaparken nelere dikkat ettin?

Öncelikle çok teknik bir kitap olmasa da, içinde bol bol teknik terim vardı. Bunları doğru ve tutarlı kullanmaya dikkat ettim. Bir de Pollan’ın dili Türkçe’ye yorumsuz çevrilebilecek bir dil değildi ve cümleleri evirip çevirmek, bir kelimenin birden çok karşılığı arasından en uygun olanını seçmek, Türkçe karşılığı olmayan kelimelere ikameler bulmak gerekti.

Hangi kitabı çevirmek isterdin?

Aklımda çok önemli olduğunu düşündüğüm iki kitap var: Rowan Jacobsen’in  Fruitless Fall (Meyvesiz Güz) ve Stephen Harrod Buhner’ın The Lost Language of Plants (Bitkilerin Kayıp Dili).

Yaptığın çeviriler sende yazma isteği uyandırıyor mu?

Çocukken yazmayı çok sever, durduk yere kompozisyon ya da tiyatro oyunu falan yazardım. Sonra galiba düşüncesiz bir Türkçe öğretmeni yüzünden yazma hevesimi kaybettim. Hâlâ da günlük tutmak bile içimden gelmiyor. Ama bloğumda ele aldığım konularla, menstruasyonla ilgili basit bir rehber kitap yazmayı hayal ediyorum. 

Şu anda hangi kitap üzerinde çalışıyorsun? Okurla ne zaman buluşacak?

Geçenlerde Maria Mies ve Vandana Shiva’nın beraber yazdıkları Ecofeminism’in çevirisine başladım. Benim için çok önemli bir konu ve heyecan verici bir çalışma. Okurla buluşma tarihini bilmiyorum.

 

5 Ekim 2015 Pazartesi

DİŞ VE DİŞ AĞRISI NEDİR BİLMEYEN ADAM

 
Doğuştan gözleri görmeyen olur. Doğuştan sağır ve dilsizler olur. Doğuştan ayaksızlar, kulaksızlar da belki görülmüştür. Doğuştan dişsiz adam olur mu? Olmaz olur mu? "Hepimiz dişsiz doğduk. Dişlerimiz sonradan çıkmıştır" diyeceksiniz. Öyleyse, "Doğduğu gibi dişsiz kalan bir adam bulunur mu?" diye sorsam, "Olur mu öyle adam da?" dersiniz. İşte size böyle bir adam: Bay Ferit Yazgan
Kendisi, "Doğuştan dişsizim" diyor. Doğru değil bu. "Doğduğum gibi dişsizim" demesi lazım. Ayaklarımız için bir cihetten doğru, bir cihetten yanlış, sonradan çıkmalar, deriz. Asıl dişlerimiz sonradan çıkmadır.
Doğduğumuz gün seyrek de olsa yumuşacık saçlarımız vardı. Ama ağzımız kuş ağzı, canavar olmayan balık ağzı gibidir. Dostum Bay Ferit Yazgan dudaklarını aralayıp da ağzını gösterdiği zaman insan şaşıp kalıyor. Onun uzunca çenesi ile bir tek kılı ağarmamış kara bıyıklarının arasında inci gibi pırıl pırıl, hafifçe sarıya bakan sağlam, kuvvetli dişler beklerken kıpkırmızı bir çukur, diş yerine sanki naylondan yapılmış ince bir kırmızı çizgi görüyor.
...
Gülüşüyoruz. Sonra Bay Ferit elimden kalemi kâğıdı alıyor, bir şeyler yazıyor. İşte yazdıkları:
"1315 senesinde Sultanahmet'te Naklibend Mahallesi'nde, Güzelçeşme Sokağı'nda doğmuşum. Mahalle mektebini, Sultanahmet Rüştiyesi'ni ikmal ettikten sonra askerliğim geldi. Fakat hep tecil edildim. Evliyim. İki çocuk babasıyım. Biri kız, biri erkek iki evladım var. Çocuklarımın dişleri, Allaha şükür sağlamdır. Ailemde hiç dişsiz insan yok. Gerek Kadırga Dişçi Mektebi'nde, gerekse Gülhane Hastanesi'nde uzun muayenelerden sonra diş sinirlerimin fazla kuvveti yüzünden dişlerimin çıkmadığı neticesine varılmıştır. O zaman talebe bulunan diş tabibi Hüdaverdi, dişlerimi yapmak için elinden geleni yaptıysa da muvaffak olamadı. Ağzımın radyografisini, kalıbını alıp Paris'e gönderdiler. Oradan bana bir takma diş gönderdilerse de tutmadı. Nihayet çene kemiğimin kemikleri inkişaf edemediği için diş takımı yapılamayacağı anlaşıldı..."
Diş ve Diş Ağrısı Nedir Bilmeyen Adam öyküsünden
Seçme Hikâyeler/ Sait Faik Abasıyanık
 

4 Ekim 2015 Pazar

hemen sahne alır


Gelir hemen sahne alır diyor bir şair dostum
Artık sahnede yalnız o vardır

Sanki bir gurur küpü
Evin en önemli varlığı
En yüksek özgüven onunki

Polisiye kahramanı bir başka yazarın
İnsan konserve açar onun için
Zılgıtı yer işini görmediği an
Evin gerçek sahibinden

Sürünüp sevgi bekler
Biraz okşanmak ister
Hemen kucağa tırmanır
Öyle keyifle yerleşir ki
Zımbalar seni oturduğun yere

Dişini sıkarsın acil kalkman gerekse
Onu rahatsız etmemek için
Oturup kalkmak onun keyfi
Çıkmak isteyince bahçeye
İnceden bir yavv çeker
Kalkıp açarsın teras kapısını

Patisiyle fiskeler lokantada
Biz de varız herhalde der
Ona da bir kadeh kaldırırken
Sanki yer değiştirmek ister
Masa üstündedir kaşla göz arası
Kızmak ister beceremezsin
Odur her şeyin ustası

Gelir hemen sahne alır

Yüksel Pazarkaya

Pati'ciğimizin ve tüm hayvan dostlarımızın Dünya Hayvan Hakları Günü kutlu olsun.

2 Ekim 2015 Cuma

YAZARIN ALET KUTUSU


Yeteneklerinizi en iyi biçimde ortaya koyarak yazmanız için kendi alet kutunuzu oluşturmanızı ve sonra da onu hep yanınızda taşıyabilmek için gerekli kasları geliştirmenizi öneriyorum. Sonra, zor bir işe bakıp da moralinizi bozacağınıza, belki doğru aleti bulur ve hemen çalışmaya başlarsınız.
Sık kullanılan aletler en üste konacak. Hepsinden çok kullanılan, yazmanın ekmeği sayılan, kelime dağarcığıdır. Bu aşamada, elinizde ne varsa, en ufak bir suçluluk duygusuna, aşağılık kompleksine kapılmadan neşeyle paketleyebilirsiniz.
Kelime dağarcığınızı alet kutunuzun en üst rafına yerleştirin ve onu geliştirmek için hiçbir bilinçli çaba harcamayın. Yazınıza yapabileceğiniz gerçekten kötü şeylerden biri kelime dağarcığınızı süslemeye kalkmak belki kısa ifadelerden biraz utandığınız için uzun sözcükler aramaya çalışmaktır.
Kelime kullanımının temel kuralı, eğer uygun ve renkli ise, aklınıza gelen ilk kelimeyi seçmektir.
Alet kutunuzun üst rafında gramer de olsun. Kötü gramer kötü cümleler yaratır.
İsimler ve fiiller yazı yazmanın vazgeçilmez iki parçasıdır. Bunlardan biri olmazsa bir kelime grubu cümle hâline gelmez, çünkü, tarif olarak cümle, içinde bir konu (isim) ve eylem (fiil) olan kelime grubudur; bu kelime dizisi büyük harflerle başlar, nokta ile biter ve yazarın kafasında oluşan tam bir düşünceyi okurun zihnine aktarır. Her zaman mutlaka tam cümleler yazmak zorunda değilsiniz. Eğer yazınız sadece parçalardan ve havada uçuşan cümlelerden oluşuyorsa, Gramer Polisi gelip de sizi tutuklamaz.
Fiiller aktif ve pasif olmak üzere iki biçimde kullanılır. Aktif fiilde, cümlenin öznesi bir şey yapıyordur. Pasif fiilde ise, bir şey cümlenin öznesinde bir eylem görevi yükler. Pasif cümleden kaçınmanız gerekir.
Çekingen yazarlar, çekingen âşıkların pasif partnerleri sevmesiyle aynı nedenden seviyorlar pasif cümle kurmayı. Pasif ses emniyetli geliyor. Çekingen dostumuz, toplantı saat yedide yapılacak, diye yazıyor, çünkü her nedense, "Bunu böyle yazarsan insanlar senin sahiden bildiğine inanır, " diye düşünüyor. Bu işbirlikçi düşünceyi tasfiye edin! Omuzlarınızı geri atın, çenenizi dikleştirin ve toplantıyı düzenleyin. Toplantı saat yedide, diye yazın. Oh! Kendinizi daha iyi hissetmiyor musunuz?
Alet kutusunun başka bir rafına geçmeden önce vermek istediğim diğer tavsiye de şu: Zarf dostunuz değildir.

Stephen King'in Yazma Sanatı kitabının Alet Kutusu bölümünden kısaltılarak derlenmiştir.
 

1 Ekim 2015 Perşembe

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (16)


                                                                          fotoğraf İmge Su Eroğlu
Kendi Karanlığına Dokunmak
Yazıya heves etmek entelektüel aklın içten gelen bir arzusu sanırım. Çokça kitap okuyup yazılanlara hayran kalındıktan sonra ürkekçe bir-iki şey karalanır sağ-sol kollanarak. O ilk denemeden sonra anlaşılır ki yazmak zorlu, yetenek isteyen bir iştir ve belki de hayran olunan yazar gece indiğinde uçuyordur kim bilir? Sonra dost meclislerinde şu cümle tekrarlanır  “Yazmak kimileri için bir hevestir, başlanıp bırakılır. Kimileriyse içten gelen bir itkiyle yola devam eder, sözcükler kendi menziline çeker onları ve…” Oysa yazmak çokça emek, dilin çoğul denklemini çözüp kendi ışığınla yoğurarak yeniden kurmak demek. Çocukluk döneminde boş bir sayfaya karalanan her şeyin yazı temrini olduğunu düşünmek ne kadar gerçekçi? Günlük tutan her çocuk yazar olma potansiyeli taşır mı? Peki günlük tutmayan çocuklar arasından yazar çıkmaz mı?

Yazmaktan çok okumayı sevdim, düş kurmayı, sözcükleri, onların birbirleriyle ve hayatla kurduğu irkiltici bağı. Çocukluk döneminde ansiklopedileri severdim.  Resimli Bilgi Ansiklopedilerimiz vardı. Onlara bakmak kendi bıktırıcı gözümden kurtarırdı sanki beni. Cleopatra’yı orada gördüm örneğin ilk olarak ama Cleopatra olmayı düşlemedim, ansiklopedi yazmayı da. Çocuk aklımla kavrayamasam da bende hayranlık yaratan bizimkinden farklı dünyaların varlığından haberdar olmaktı sanırım. O sayfalara bakıp düş kurardım. Resimli, kırmızı kumaş ciltli Bin Bir Gece Masalları ve Ankara Büyük Şehir Belediyesi’nin atık gazete karşılığında ücretsiz olarak çocuklara dağıttığı Bir Şeftali Bin Şeftali bugün bile unutmadığım kitaplardandır.  Çoğu çocuk gibi içimi daraltan şeyleri, korkuları, itirazları bir yerlere yazardım ama adına günlük diyebileceğim derli toplu bir defterim hiç olmadı. Elime geçen boş kâğıtlara içimi döker oraya buraya atardım sonra da. Yazma arzusu itiraz etmek içindi o zamanlar, yaşananları bozup yeniden kurmak için. Gündelik yaşamda karşılaşılan sorunları tekrar düşünmek, bir sonraki adıma hazırlanmak amaçlı çiziktirilen şeylerdi. Daha çok duyguları bozup yeniden kurardım; öfkeyi, kini, kıskançlığı, çok ya da az sevgiyi, korkuyu… En zorlu yazı denemem ortaokulda aşk ilanı için karaladığım kısa birkaç cümleydi. Yazmanın ne menem bir şey olduğunu o kısa mektubu karalamaya çalışırken sezmiş ama çokbilmiş arkadaşlarımın aşk zor anlatılan bir şeydir kızım, gevelemelerine aldanarak zorluğun yazmakta değil aşka dair yazmakta olduğuna inanmıştım.  Ne tuhaf, bugün bile hâlâ kafam karışır bu konuda.  Sözcüklerin gücünü kavramam şiirle başladı sonra da iflah olmaz bir şiir okuru olarak buldum kendimi. Nasıl olup da gündelik hayatta sıkça kullanılan sözcüklerin, başka dizgelerin parçası olduğunda beni bu denli sarstıklarına şaştım. “Ben üç şey biliyorum. Dinlemekle dört kılana anlatacağım” dizelerine kafa yordum günlerce. Sevdiklerimin yakasına yapıştım bu dizeleri birlikte düşünelim, diye. Evin içinde odadan odaya dolaşan ablamın peşinden koşarak, ona kendi karaladığım şiirleri okudum, gönlüme şiirin ışığını düşüren de ablamdı zaten. Sonra kısa cümlelere taktım kafayı,  akıp giden bir metin içinde nasıl sert ve etkileyici olduklarına, yazıya kattıklarına bakıp durdum.  Ardından eksiltili cümlelere ilgi duydum, onlar metnin okurla birlikte yeniden üretilmekte olduğunu daha derinden kavramamı sağladı, eksilten yazarlara hayran oldum, beni böyle çağırdıklarına inandım. Okuru etkileyen bir metin yazabildiğimi anlamam için uzun yıllar geçmesi gerekti, otuzlu yaşların ortalarına kadar ne kendimi ne düşündüklerimi yazarak anlatmaya heves ettim. Birkaç şiir denemem oldu o kadar. Kırılma ânı ablamı apansız kaybettiğimde başladı sanırım. Ölümü anlamak,  yaşadıklarım üzerine yazarak düşünmek, onunla geçirdiğimiz onca zamandan sonra beni, ölümün hayatın olağan bir parçası olduğuna inandırmak isteyenlere, sevginin en az ölüm kadar gerçek ve sarsıcı olduğunu hatırlatmak, kendime ağlamak, acı çekiyorum demek içindi belki bilemiyorum.  Bir mektup yarışmasına son anda katıldım. Büyük marketlerden birinin düzenlediği bir yarışmaydı bu. Annemize yazılması istenen bir mektup… Jüride saygın isimler vardı, şairler, öykücüler. İlanı görünce yazma arzusu hissettiğimi hatırlıyorum. İyi bir sonuç bekledim mi bilmiyorum ama o yarışmada mansiyon almam ve genç bir öykücünün beni kenara çekerek “Yazmayı bırakmamalısın, ilerde çok daha iyi şeyler yazacağını düşünüyorum” diye fısıldaması hayatıma yazar olabileceğim inancını sokuverdi. O günden sonra aklımda hep bu düşünce vardı. Yazabilmek için uğraştım, nasıl yazıyorlar acaba, sorusu üzerine düşünmeye başladım. Yazdıklarım hatırı sayılır dergilerde yayımlanmaya başlayınca iyiden iyiye kendime olan inancım arttı. Gelen her eleştiriye burun kıvırmadan, kafamı patlatırcasına eğildim. Çok sevdiğim öyküleri-öykü yazdığımdan- defalarca okudum, onları neden sevdiğimi düşündüm. Bir burç gibi adını bellediğim öykücülerim oldu.  Artık okumak ve yazmak dışında bir şey yapamıyordum, hayatımın merkezinde onlar duruyordu. Kitabımın Yapı Kredi Yayınları tarafından basılması ve hakkında epeyce yazılıp çizilmesi doğru yolda olduğumu düşündürdü bana. Bugünlerde yeni kitabını yayımlamaya hazırlanan, yalnızca kurmaca metinler değil kitaplara dair yazılar da yazan biri olarak sözcüklerin gücüne olan hayranlığım korkuyla karışık bir tekinsizliğe evrilmiş olsa da yazmanın kendi karanlığına dokunmak olduğunu çoktan keşfettim ve artık geri dönmek için çok geç sanırım.
ŞENAY EROĞLU AKSOY