1 Ekim 2015 Perşembe

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (16)


                                                                          fotoğraf İmge Su Eroğlu
Kendi Karanlığına Dokunmak
Yazıya heves etmek entelektüel aklın içten gelen bir arzusu sanırım. Çokça kitap okuyup yazılanlara hayran kalındıktan sonra ürkekçe bir-iki şey karalanır sağ-sol kollanarak. O ilk denemeden sonra anlaşılır ki yazmak zorlu, yetenek isteyen bir iştir ve belki de hayran olunan yazar gece indiğinde uçuyordur kim bilir? Sonra dost meclislerinde şu cümle tekrarlanır  “Yazmak kimileri için bir hevestir, başlanıp bırakılır. Kimileriyse içten gelen bir itkiyle yola devam eder, sözcükler kendi menziline çeker onları ve…” Oysa yazmak çokça emek, dilin çoğul denklemini çözüp kendi ışığınla yoğurarak yeniden kurmak demek. Çocukluk döneminde boş bir sayfaya karalanan her şeyin yazı temrini olduğunu düşünmek ne kadar gerçekçi? Günlük tutan her çocuk yazar olma potansiyeli taşır mı? Peki günlük tutmayan çocuklar arasından yazar çıkmaz mı?

Yazmaktan çok okumayı sevdim, düş kurmayı, sözcükleri, onların birbirleriyle ve hayatla kurduğu irkiltici bağı. Çocukluk döneminde ansiklopedileri severdim.  Resimli Bilgi Ansiklopedilerimiz vardı. Onlara bakmak kendi bıktırıcı gözümden kurtarırdı sanki beni. Cleopatra’yı orada gördüm örneğin ilk olarak ama Cleopatra olmayı düşlemedim, ansiklopedi yazmayı da. Çocuk aklımla kavrayamasam da bende hayranlık yaratan bizimkinden farklı dünyaların varlığından haberdar olmaktı sanırım. O sayfalara bakıp düş kurardım. Resimli, kırmızı kumaş ciltli Bin Bir Gece Masalları ve Ankara Büyük Şehir Belediyesi’nin atık gazete karşılığında ücretsiz olarak çocuklara dağıttığı Bir Şeftali Bin Şeftali bugün bile unutmadığım kitaplardandır.  Çoğu çocuk gibi içimi daraltan şeyleri, korkuları, itirazları bir yerlere yazardım ama adına günlük diyebileceğim derli toplu bir defterim hiç olmadı. Elime geçen boş kâğıtlara içimi döker oraya buraya atardım sonra da. Yazma arzusu itiraz etmek içindi o zamanlar, yaşananları bozup yeniden kurmak için. Gündelik yaşamda karşılaşılan sorunları tekrar düşünmek, bir sonraki adıma hazırlanmak amaçlı çiziktirilen şeylerdi. Daha çok duyguları bozup yeniden kurardım; öfkeyi, kini, kıskançlığı, çok ya da az sevgiyi, korkuyu… En zorlu yazı denemem ortaokulda aşk ilanı için karaladığım kısa birkaç cümleydi. Yazmanın ne menem bir şey olduğunu o kısa mektubu karalamaya çalışırken sezmiş ama çokbilmiş arkadaşlarımın aşk zor anlatılan bir şeydir kızım, gevelemelerine aldanarak zorluğun yazmakta değil aşka dair yazmakta olduğuna inanmıştım.  Ne tuhaf, bugün bile hâlâ kafam karışır bu konuda.  Sözcüklerin gücünü kavramam şiirle başladı sonra da iflah olmaz bir şiir okuru olarak buldum kendimi. Nasıl olup da gündelik hayatta sıkça kullanılan sözcüklerin, başka dizgelerin parçası olduğunda beni bu denli sarstıklarına şaştım. “Ben üç şey biliyorum. Dinlemekle dört kılana anlatacağım” dizelerine kafa yordum günlerce. Sevdiklerimin yakasına yapıştım bu dizeleri birlikte düşünelim, diye. Evin içinde odadan odaya dolaşan ablamın peşinden koşarak, ona kendi karaladığım şiirleri okudum, gönlüme şiirin ışığını düşüren de ablamdı zaten. Sonra kısa cümlelere taktım kafayı,  akıp giden bir metin içinde nasıl sert ve etkileyici olduklarına, yazıya kattıklarına bakıp durdum.  Ardından eksiltili cümlelere ilgi duydum, onlar metnin okurla birlikte yeniden üretilmekte olduğunu daha derinden kavramamı sağladı, eksilten yazarlara hayran oldum, beni böyle çağırdıklarına inandım. Okuru etkileyen bir metin yazabildiğimi anlamam için uzun yıllar geçmesi gerekti, otuzlu yaşların ortalarına kadar ne kendimi ne düşündüklerimi yazarak anlatmaya heves ettim. Birkaç şiir denemem oldu o kadar. Kırılma ânı ablamı apansız kaybettiğimde başladı sanırım. Ölümü anlamak,  yaşadıklarım üzerine yazarak düşünmek, onunla geçirdiğimiz onca zamandan sonra beni, ölümün hayatın olağan bir parçası olduğuna inandırmak isteyenlere, sevginin en az ölüm kadar gerçek ve sarsıcı olduğunu hatırlatmak, kendime ağlamak, acı çekiyorum demek içindi belki bilemiyorum.  Bir mektup yarışmasına son anda katıldım. Büyük marketlerden birinin düzenlediği bir yarışmaydı bu. Annemize yazılması istenen bir mektup… Jüride saygın isimler vardı, şairler, öykücüler. İlanı görünce yazma arzusu hissettiğimi hatırlıyorum. İyi bir sonuç bekledim mi bilmiyorum ama o yarışmada mansiyon almam ve genç bir öykücünün beni kenara çekerek “Yazmayı bırakmamalısın, ilerde çok daha iyi şeyler yazacağını düşünüyorum” diye fısıldaması hayatıma yazar olabileceğim inancını sokuverdi. O günden sonra aklımda hep bu düşünce vardı. Yazabilmek için uğraştım, nasıl yazıyorlar acaba, sorusu üzerine düşünmeye başladım. Yazdıklarım hatırı sayılır dergilerde yayımlanmaya başlayınca iyiden iyiye kendime olan inancım arttı. Gelen her eleştiriye burun kıvırmadan, kafamı patlatırcasına eğildim. Çok sevdiğim öyküleri-öykü yazdığımdan- defalarca okudum, onları neden sevdiğimi düşündüm. Bir burç gibi adını bellediğim öykücülerim oldu.  Artık okumak ve yazmak dışında bir şey yapamıyordum, hayatımın merkezinde onlar duruyordu. Kitabımın Yapı Kredi Yayınları tarafından basılması ve hakkında epeyce yazılıp çizilmesi doğru yolda olduğumu düşündürdü bana. Bugünlerde yeni kitabını yayımlamaya hazırlanan, yalnızca kurmaca metinler değil kitaplara dair yazılar da yazan biri olarak sözcüklerin gücüne olan hayranlığım korkuyla karışık bir tekinsizliğe evrilmiş olsa da yazmanın kendi karanlığına dokunmak olduğunu çoktan keşfettim ve artık geri dönmek için çok geç sanırım.
ŞENAY EROĞLU AKSOY
 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder