31 Ocak 2024 Çarşamba

Ocak alfabem

Yeni yılın ilk ayı bitti. Dökümünü paylaşayım öyleyse. İşte ocak alfabem: 

Atatürk filminin ikincisini izledim. Kızımla beraber. Gözyaşlarımız pıt. Yaşamına dair ne az şey biliyormuşum, meğer. Utandım doğrusu. Bu ülkenin silkinip kendine gelmesi için Çanakkale cephesini, Kurtuluş savaşını ve yaşananlar iyi bilmesi kafi, içinden hamaseti çıkartarak tabi. 

Berlin dizisini izledim. Darphane soygunu öncesinde bilinmeyen bir zamanda geçen sekiz bölümlük dizi, Paris'te geçiyor. Soygun sonrası soruşturmaya Raquel ve Alicia da katılıyor. Al sana nostalji. 

Cem Şen ile İçsel Simya Dersleri'nin ikinci modülü başladı. Konumuz Stres ve Stres Yönetimi. 

Çimenlik Kalesi'nin kafesi güzel. Ancak eskiden biletsiz girebildiğimiz bahçeye geçiş kapalı. Oyun parkı da kalkmış. 

Dosyamı bir yayınevine yolladım. Ertesi gün, bir hafta içinde değerlendirme sonucunu size ileteceğiz yanıtı geldi. Bugün üçüncü gün. Gözlerim hep epostada. 

Ellerin çatlama mevsimi geldi, çattı. Kendime not. Krem sürmeyi unutma. 

Feri kaçıyor bazen gözlerimin. Yar bana dinlenme gerek. 

Gazozlarıyla ünlü bir kafe var burada. Çeşit çeşit gazoz. Denemeye değer. 

Halının canına okuyor bu kedi. Perdeleri rahat bıraksa bari. 

Isırma evladım. Annenin ayakları oyuncak değil. 

İnstagram'da karşıma çıktı. Bir tür dedektiflik oyunu. Çözülecek olay, ipuçları, şüpheliler... Bir oyun gecesi düzenleyip izleri sürmek, suçluyu bulmak keyif verebilir. 

John Banville'İn yeni romanı dikkatimi çekti. Gizli Konuklar. İrlanda ve İngiltere arasındaki tansiyonun dolaylı sonuçları, İngiliz Kraliyet ailesinin dünyeviliği üzerine eğlenceli bir polisiye diye tanımlanıyor roman. 

Kent Konseyi Kadın Meclisi Yürütme Kurulu'na seçildim. Tanışmanın ardından cuma günü ikinci toplantımız var.

Lambaya püf de. Yazıyı bitirdikten hemen sonra. 

Mercimek çorbası pişirmek benim için kolay iş. Mercimeği yıka, süz, patates, havuç, soğanı parçala, böl. Hepsini düdüklüye at. Piştikten sonra blendırdan geçir. İlk kez zor yolu seçtim geçenlerde. Kuru soğanı incecik rendeledim. Tereyağında kavurdum. Un ekledim. Biraz daha kavurdum. Sıcak su ekleyip topaklaşmayı giderince kırmızı mercimeği üzerine ilave ettim. Yumuşadıktan sonra tel çırpıcıyla pürüzsüz hale gelinceye kadar karıştırdım. 

Nar neden ağlar diye sordu kızım. Ağlayan nar, gülen ayva deyişinin onda uyandırdığışaşkınlığın ardından. Nar taneleri, göz yaşlarına benziyor ya, dedim. Teşbihte hata olmaz.

Ona kadar uyumak istiyorum. Bir pazar sabahı. Dilek kutumun sığlığı... 

Öpse, beni de, kediyi öptüğü kadar, daha ne isterim. 

Polonya'dan arkadaşım geldi. Evde bir bayram havası... Yaza kadar hasret gidermek, sohbet etmek iyi geldi. Yaşasın arkadaşlar. 

Rendeseverim ben. Bir soğanı ya da havucu rendelemek için mutfak robotu kullananlardan olmadım hiç. Ya sen? 

Sesli mesaj yolladığım bir arkadaşım var. İngiltere'de yaşıyor. Üç çocuğu var, biri epeyce küçük. Saat farkı da cabası. Birbirimize sesli mesaj yollayarak sohbet ediyoruz. Katedral öyküsünün kahramanları gibi. 

Şerife öğretmenim sesli mesaj yolladı. Bilgi almak için. Sesi kuşlar gibi cıvıltılı, sevgi dolu. 

Turist olmak istiyorum. Ne zaman? Nerede? Kiminle? Yanıtlanmamış kimi sorular. 

Uğruna emek verdiğimiz ne varsa, sonuçlarını topluyoruz, er ya da geç. Sen bu aralar neye emek veriyorsun en çok?

Üzüm yemeyi özledim. Kırmızı, yeşil...

Veya ile gelişiyor insan, limitlerini, sınırlarını veyalar genişletiyor. 

Yaşlanan bir şehir Çanakkale. Başka kentlere nazaran yaşlı nüfusu hayli yüksek. Apartmanların girişi, asansörlerin genişliği, kaldırımlar... Yaşlılar, bebekler ve engelliler için engelsiz şehirle yaratmak şart. 

Zeytin, peynir, ekmek insanlığın güzel buluşları... Ekmeğin içini yarıp yarıp doldurmam ondan. 

Güle güle Mario Levi

Güne Mario Levi'nin vefat haberiyle başladım. Nermin Mollaoğlu paylaşmış. Meğer birlikte çekilen son fotoğrafımızmış notuyla. Yazmayı düşündüğü Ladino romanını bitirememesinin burukluğundan bahsetmiş, kitaplarını yepyeni dillere kazandırmaya devam ettireceğinin sözünü vermiş. Mario Levi'nin fotoğrafını görmek anıların bulunduğu sandığın kapağının açılmasına yol açtı. 

Bir pazar vaktiydi, bekliyordum. 

Hayıflanmak ya da şikâyet etmek için değil ancak bazen bir değil, iki, bilemedin bir buçuk kişilik bir yaşantı sürdüğümü, epeyce de sıkıntılı hallerle sınandığımı düşünüyorum. Karmik inanca göre bunlar kişinin olgunlaşması için ekspres yollar. Ekspres çünkü zorlu, durup düşünmek ve değişmek dışında seçeneğin yok. 28 yaşında evliliğinin kırkı çıkmadan meme kanserine yakalandığımda durup düşünmeye zaman bulmadım. Adım adım tedavi sürecimi ilerletmem gerekiyordu çünkü. Önce ameliyat, sonra kemoterapi, sonra radyoterapi. Teşhisin konduğu gün çok ağladım. Beni bekleyen yolun zorluğu gözümü çok korkuttu. Sonra bölmeye karar verdim. Bebek adımları gibi, birer birer aşacağım, her defasında birini düşüneceğim. O anda hangisinin içindeysem onu. Bedenen, zihnen, duygusal olarak yıprandığım, hırpalandığım sürecin ardından, her şey bittikten sonra kendime Yaratıcı Yazarlık Atölyesi vermeye karar verdim. Doğum günü hediyesi olarak ama öyle sıradan bir yaşta değil, tam otuzuncu yaşta. Kayıt oldum. Bir pazar sabahı atölyenin verileceği apartmanın önüne vardım. 

Bir pazar vaktiydi, bekliyorduk. 

Kapının önüne dördüncü kadın olarak katıldım. Bir süre sonra Mim Sanat'ın kapıları açıldı. İçeri girdik. Mario Levi'yi ilk kez orada gördüm. Uzun, dikdörtgen bir masanın etrafında toplanmış çoğunluğu kadınlardan oluşan bir ekip. İlk sözleri "Sizi izleyen gözlerden kurtulun" idi. Omzunuzun ardından sizi izleyen gözlerden kurtulun. Onları yüksek bir apartmanın tepesine çıkarın ve itin. Sizi katil olmaya davet ediyorum," diye devam etti. Otosansürü yenmek, yazma cesareti kazanmak hakkında çarpıcı bir girişin ardından tanıştık, birbirimize hikâyelerimizi anlattık, yazı alıştırmaları yaptık. Mario Levi, teknik öğreten bir öğretmen değildi. (Ki buna da itirazım yoktu aslında.) Daha çok içindeki kırılma anlarına baktıran, yeterince cesursan suya sabuna dokunmayan şeyleri teğet geçip gerçekten senin için mühim olanları yazmaya teşvik eden, tabiri caizse eteğindeki taşları dökmeni sağlayan bir eğitmendi. Çok sonraları derslerine katıldığım Beliz Güçbilmez, yazıyla arandaki kol mesafesini arttır, kıl kökü gibi kendi içine dönme, diyecekti. Haklıydı. Ancak kendinle kol mesafeni arttırmak için önce tortuları atmak gerek. Mario Levi'nin atölyesinde yaptığım buydu. Yazılarımı karamsar, iç acıtıcı bulan bir atölye arkadaşımın serzenişi sonrası söze girecekken gözlerimin içine baktığını, gülümsediğini hatırlıyorum. Bana bırak der gibiydi hali. Ona bıraktım, ona güvendim. Yazına gelebilecek yerli yersiz eleştirileri kişisel almamak, savunmamak dersi çıktı böylece, kendiliğinden. Mario'nun neler söylediğini hatırlamıyorum. Çok sular aktı köprülerin altından. Ertesi hafta, bana bunu söyleyen katılımcının gelmiş geçmiş en şahsi yarasını yazdığı ve sınıfta okuduğu ise dün gibi aklımda. 

Bize kitaplar önerdi. Kimisini derste okuduk, tartıştık. Daha iyi bir okur olmanın, öykü yazmanın tohumları orada atıldı. Sınıfın en iyisi değildim, bana göre. Bir kitap yazabileceğimden emin bile değildim. Ama yazmayı seviyordum. Bir gün verdiği ödevi yazarken hissettiklerimi anlatmaya başladım. Yazma eylemi hakkındaki konuşma hevesim gözden kaçacak gibi değildi. Anlat, dedi. Yazmayı, yazarken duyduğum coşkuyu anlattım ben de oracıkta. Sözümü kesmedi, kestirmedi. Beni izleyen gözlerden kurtularak yazdığım o uzun metni okurken atölye süresini hayli aştığımı ancak sustuğumda fark ettim. Ders zili yoktu. Haftaya devam ederiz diyerek öğrencinin şevkini kaçırmak yoktu. Her birinin kendi içinde cesaretle kaleme aldığı metinler, çıbanı, sivilceyi patlatmak için atılan neşterler gibiydi. İyi biliyordu. Yaratıcı yazının yolları taştandı, kan, irin ve gözyaşı akmalıydı ilkin. Hikâyelerin gizlendiği yerlerden çıkması için ilk adım, kapıyı açmaktı. 



Ben kapıyı Mario Levi ile açtım. Yazıyla hiç küsmedim, yazmaya hiç sırt çevirmedim. Çünkü, öğretmenime o pazar günü de anlattığım gibi, yazmayı seviyorum. Bir sonraki kelimenin ne olacağını bilmediğim, doğaçlama akan bir yol, bu. Kelimeler, birbirlerinin içinden geçiyor, çoğalıyor. Klavyenin üzerinde hızla dolaşan parmaklara kim hükmediyor gerçekte, bilen yok. Ama tuşlara vurdukça odanın içinde çoğalan o sesler var ya, o sesler, insana iyi ki dedirtiyor. İyi ki okumaktan, yazmaktan geçmiş yolum. 



Beni iç dökme metinlerinden, günlüklerden, mektuplardan öyküler yazmaya giden yola taşıdığın için, iyi edebiyatla aramda köprülerin kurulmasına yardımcı olduğun için minnettarım sevgili öğretmenim. İyi ki tanıdım sizi. Bir okur olarak tanımanın ötesine geçebildiğim için kendimi şanslı hissettiğimi bilin. Yazdığınız kitaplarda, çevrildiğiniz dillerde, ailenizin, sevenlerinizin, biz öğrencilerinizin anılarında yaşayacak ve unutulmayacaksınız. 


30 Ocak 2024 Salı

Huzurlu Yaşam İpuçları: 16

 www.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür.   

                                                                              *


            Bir düşünceyi kabul etmeden onunla ilgilenebilmek eğitimli bir zihnin işaretidir.

-Aristoteles

16. Gün: Empati Anlaşma Anlamına Gelmez

 

Bazen insanlar bana biriyle aynı fikirde olmadıkları için onunla empati kuramadıklarını söylüyorlar. Buna örnek olarak ailesine kendisini önemsemediklerini söyleyen bir genç verilebilir. Ya da tam zamanında geldiğinizi düşündüğünüz halde size geç kaldığınızı söyleyen bir arkadaşınız.

 

Empatinin bir kişinin duygularına ve ihtiyaçlarına hazır olmakla ilgili olduğunu unutmayın. Bir başkasının deneyimini kabul etmektir, onunla aynı fikirde olmak zorunda değildir.

 

Eğer karşınızdakinden farklı bir görüşe sahipseniz, önce onunla empati kurun. Ardından, durumla ilgili duygularınızı ve ihtiyaçlarınızı belirtin. Örneğin, ergenlik çağındaki çocuğunuz size onu önemsemediğinizi söylüyorsa, "Senin ihtiyaçlarını da benimkiler kadar önemsediğimi bilmek istediğin için mi inciniyorsun?" demeyi düşünebilirsiniz.

 

Onu dinledikten sonra şöyle diyebilirsiniz: "Vay canına, bunu duyduğuma gerçekten şaşırdım ve üzüldüm çünkü seni çok seviyorum ve sana yardım etmeye çok odaklandığım için bazen kendimi kaybediyorum. Az önce benden duyduklarını bana anlatır mısın?"

 

Bugün kendinize biriyle empati kurmanın onunla aynı fikirde olduğunuz anlamına gelmediğini hatırlatın.

                                                          

27 Ocak 2024 Cumartesi

İlham mı? Eylem mi? Hangisine inanıyorsun?

Bu satırları okuyorsan, muhtemelen benim gibi bir blog yazarısın. Okumayı yazmayı sevdiğin de muhakkak. Mesai bitse de bilgisayarımı açıp iki satır yazsam diye can atıyor, her gün bloğunu ziyaret ediyor, kelimelere ruhunu üflemekten haz alıyorsun. Bu, senin için kendiliğinden gelen bir dürtü belki de. Musluğu açarsın ve kelimeler akar, akar, akar. Yeniden okur, yerli yerine dizer, paylaşır, masandan keyifle kalkarsın. Birkaç okur yorumu geldiyse, bir tartışma ve düşünme alanı yarattığını fark etmenin keyfi de hop diye yerleşir . Senden mutlusu yoktur o anda. 

Her zaman işler böyle tereyağından kıl çeker gibi hallolmaz. Yazma hevesi kaçar, kurumuş bir çeşmeye benzediğini hissedebilirsin. Bunun  geçici olduğunu unutma.

Hatırla! İlham diye bir şey yok. Daha iyi yazmanın tek bir püf noktası var. O da çalışmak. 






Hevesin kaçtıysa, hayat gailesi sana iki satır yazmayı çok görüyorsa, kaynaklarını tükettiğini düşünüyorsan, yazmak eyleminin de bisiklete binmeye benzediğini hatırla. Hesapsızca yazacağın üç beş satırdan sonra düşmediğini göreceksin. Yine de kimi ipuçlarına ihtiyacın varsa sana bazı işe yarar tavsiyeler vermek isterim. Ne de olsa blog kardeşiyiz. 



1. Zorla Yazmayı Dene: Aklında bir fikir yokken de yaz. Bodoslama dal yazının içine. Beklentisizce. Merakla. Kim bilir neler keşfedeceksin.


2. Dışarıda Yürüyüşe Çık: Doğa, taze hava ve hareket, tıkanıklığı açar. Zihnini boşaltmak ve yeni fikirlerin akmasına izin vermek için kendine zaman ayırmak gibisi yok. 


3. Oku ve Araştır: Başka blogları oku. Okudukların hakkında düşün. Üşenme. Bir yorum Yaz altına. Kendi sayfana git şimdi. Cebinde yeni perspektifler... 


4. Günlük Tut: Günlük tutmayı, yazmak için bir alıştırma olarak görebilirsin pekâlâ.  Her gün yazmak, yazma disiplinini sürdürmeni sağlar. yardımcı olabilir. Düşüncelerini, hislerini ve deneyimlerini bir günlüğe yazmak, yazma alışkanlığını yeniden canlandıracak, yaratıcılığını harekete geçirecek.


5. Yaratıcı Yazı Egzersizlerinden Faydalan: Yazma becerilerini geliştirmek ve tıkanıklığı aşmak için çeşitli yaratıcı yazı egzersizlerini  deneyebilirsin. Örneğin, bir kelime seçerek 6 dakika boyunca yazabilir, her kelimenin g harfiyle başladığı bir paragraf yazmayı deneyebilirsin. Bu tür egzersizler, yaratıcı düşünmeyi teşvik eder ve blokajı aşmanda yardımcı olur.

Kıssadan hisse: Yazar tıkanıklığı, her yazarın başına gelir. Hayat hepimiz için yoğun, sorumluluklar ile dopdolu. Önemli olan bunu bir battaniye gibi üstüne çekmemek, zaman ayırmaya devam etmek. Yaratıcı yazmayı, o tatlı akışı geri kazanmanın  tek yolu yazmak. Sen de bir süredir bloğunu ihmal ettiysen, bu hafta sonu harekete geç. 

Doğru zamanı beklemek yerine otur ve zorla yaz. 

Dışarıda yürüyüşe çık. Yepyeni fikirlerle dön eve.

Oku, araştır, yeni öğrendiğin bir şeyi paylaş. 

Günlük tut. Bu seni her gün yazının içinde tutacaktır.a

Yaratıcı yazarlık kitapları, internet eğlenceli, ilginç yaratıcı yazı egzersizleri ile dolu. Birini seç ve dene. 

Hemen her konuda gelişme, yılmadan devam etme ve kendine zaman tanımak ile gelir. Sait Faik'i hatırla. Kaleminin ucunu sivrilt, öp ve "Yazmasaydım delirecektim" dediğin konu hakkında kalemini oynat. 






25 Ocak 2024 Perşembe

Hayaller Paris gerçekler ...

Ocak 25. Yeni yılın, ilk ayı da bitmek üzere. Eli kulağında. Yeni yıl süslemelerini kaldırmadık henüz. Kırmızı, yeşil, simli simli parıldıyor. Bu yılla ilgili öyle upuzun bir listem yoktu. (Listem şurada) Yeni yılın ilk 25 gününü yürümüşüz şunun şurasında. Yine de bir döküm yapabilir, ilk 25 gün itibarıyla rotada mıyım bakabilirim. 

Hayal: Cem Şen'in İçsel Simya Derslerinin ikinci modülüne devam etmek. Zira ikinci modül stres üzerine.

Durum: Başlandı. İkinci ders bu cuma.

Hayal: Gürcistan'a gitmek. Batum'u (mümkünse Tiflis'i de) görmek. Gürcü şarabı içmek, leziz yemeklerini yemek, hırçın Karadeniz sahilinde yüzmek. 

Durum: Yaz gelmedi. Deniz ısınmadı. Bir umudumuz var buna dair. 

Hayal: Daha çok okumak, yazmak, okuduklarıma dair daha etkin notlar almak, yayımlanmak (en azından bir öykü, değerlendirme yazısı) 

Durum: Ay başından beri bir kitap okudum. Okuma notumu da aldım, yazdım, blogta da paylaştım. 

Mal Sayımı Erlend Loe 

Doppler serisiyle Türkiye'de hatırı sayılır bir okur kitlesi olan Loe'nun ekim 2023'te yayımlanan bu yeni romanı için, yayınevi tıpkı Doppler ve Bildiğimiz Dünyanın Sonu gibi kült bir metine dönüşüyor, demeyi uygun bulmuş. Roman Norveç'te yayımlandıktan 10 yıl sonra dilimize çevrilmiş. Anlatı, kısa bir zaman diliminde geçiyor. İşler şair Nina Faber için çığırından çıkmadan hemen önce başlıyor. Durağan anlatı, kısa sürede ivme kazanıyor. Nina Faber, şaşırtıcı bir karakter. Yıllarını yazarak geçirmiş ama istediği çıkışı yakalayamamış. Yazmak yerine yapabilecekleri, bir potansiyel olarak belirmiyor geleceğinde. Hepsi kaçıp gitmiş birer fırsat. İşler onun gençliğindeki gibi yürümüyor artık. Tanıdığı eleştirmenlerin, editörlerin devri neredeyse kapanmış. Değişen edebiyat dünyasında adını duyurabilecek mi? Yoksa silinip gidecek mi? On yıllarca sonra çıkacak yeni şiir derlemesi Boğaziçi'ne bunca bel bağlaması bundan. İş bitti dedirtmemek istediği için, okurla yeniden buluşmak istediği için, hak ettiğine inandığı övgüleri işitmek için. Kitap hakkında yazılan eleştirilere katlanamayışı, adaleti kendi elleriyle tesis etme çabası, cüretkarlığı hep bundan. Hesapsız kitapsız atılan o ilk adımın ardından freni tutmayan kamyon gibi yokuş aşağı son sürat ineceğinden, kendi hayatını dümdüz edeceğinden habersiz. Roman, yaşlı bir kadının hikâyesini anlatmasıyla da istisna sayılabilir. Akıcı, okuması kolay bir kitap. Yine de bir Doppler değildi benim için. Bununla beraber karakterin pervasızlığı aklımdan hiç çıkmayacak. Bundan da eminim. 

Okuma hedefim haftada bir kitaptı ancak ilk haftadan sonra elde var bir yarım öykü kitabı. Bir arkadaşım ev hediyesi olarak D&R'dan hediye çeki verdi. Kızımla paylaştık. İkişer kitap düştü okur başına. Onun okurluğu benimkini döver esasında ama ben de aldım payıma düşen kitabı. Bir "ara" hedef koyayım o zaman. Bu ay bitmeden bu iki yeni kitabın biri bitecek. Okuma notları blogta ve İnstagram'da paylaşılacak.

Hayal: Daha hareketli bir yaşam sürmek. Hareketten kastım fiziksel egzersiz, elbette. Onun dışında sorunun bir parçası olup hareketsiz kalmak yerine çözüm üreten, eyleme, harekete geçmeye hazır bir ben de hareketli yaşamın sınırları içinde sayılmalı. 

Durum: Henüz anlamlı bir gelişme yok. 

Hayal: En az bir konser, bir tiyatro oyununa gitmek. 

Durum: AKM vardı da biz mi gitmedik :)

Hayal: Mesleki yeterliliğimi arttırmak üzere eğitimlere gitmek. 

Durum: Temini en kolay başlık. Cumartesi dijital diş hekimliğine giriş mahiyetinde bir tam günlük eğitime katılacağım.

Hayal: Kızımla beraber yataklı trenle Sofya'ya gitmek. Gece boyu yanımızdaki atıştırmalıkları kemirmek, sohbet etmek, oyun oynamak (bir ergen ve ciddi bir anneyle ne kadar olursa artık) 

Durum: Vizemizin süresi bitti. Yenisine başvuralım. Çıksın. Yıl içinde bir aralık yaparız elbette. Yurt dışı tren biletlerinin ille de uluslararası gişeden alınma zorunluluğu bir zorluk ama aşılmaz değil.

Hayal: Yeni arkadaşlar edinmek. 

Durum: Çanakkale Kent Konseyi Kadın Meclisi Yürütme Kurulu'na seçildim. Seçimli genel kurulun ardından salı günü ilk toplantımızı yaptık. Birbirinden farklı beş kadın. Her birimizin güçlü özellikleri farklı. Bunları ortaya koyup birleştirdiğimizde güzel işler doğacaktır. Umutlu ve hevesliyim. Her koşulda gönüllülük esasıyla ortaya iş koymak, evde oturup homurdanmaktan, şikâyet etmekten, bir kurtarıcı gelmesini beklemekten, topluma çemkirmekten iyidir, yeğdir.

Hayal: Sanatçının Yolu, Dinleme Yolu, Bir Dilek Tut Hayatın Değişsin gibi rehber kitaplardan birini seçerek öngördüğü şekilde 8 haftalık, 10 haftalık vaadi, içeriği neyse onu uygulamak ve hasadını toplamak. 

Durum: Dinleme Yolu'nu okuyarak uygulamaya niyetliydim. 1 Ocak sabahı bunun gereği olarak güne sabah sayfalarını yazarak başladım. Epeyce de sürdürdüm. 19 gün kadar. 20. gün işe erken gelmem gerekiyordu. Yazmaya zaman kalmadı. Ertesi gün yatılı misafir vardı. Kalktım ve içlerine karıştım. Laf lafı açtı. Kahvaltıyı dışarıda yapacaktık. Giyinip evden çıktık. Bir şeyi kaç gün sürdürdüğünün önemi yok. Bir gün bıraktığında ertesi gün geri dönmek çok daha büyük gayret istiyor. İki gün ara vermek ise ipleri neredeyse tamamen kopartıyor. Sabah sayfalarını yazmak dışında bir şey de yapmamıştım. Ne haftalık okuma ne de görevler. En başa dönüp yeniden başlasam iyi olacak. Hakkını vererek... 

İşte böyle arkadaşım. Hayaller Paris gerçekler sanayi demiyor, bir durum dğerlendirmesinin ardından hayallerime, umutlarıma sımsıkı sarılıyor, yol alıyorum. Önümüzdeki aylarda ne istedim ne buldum güncellemesini paylaşmaya devam!

Sende durumlar nasıl? Yeni yılın ilk ayından murat ettiklerini buldun mu? Hayallerin için harekete geçmeye başladın mı? Yoksa gözünde büyütüp hepsini bir kenara mı attın? Hayallerin Paris'ti biliyorum ama ya gerçeklerin? Onlar ne alemde? Paylamak ister misin?

 

22 Ocak 2024 Pazartesi

Okumanın tadı, hazzı*

* Sevgili Esme Aras, Birgün Kitap için genel öykücülüğüm üzerinden yaklaşarak çocuk öykü kitabım Pelin ve Küçük Dostu Karamel'e dair özenli, incelikli bir değerlendirme yazısı kaleme almış. Yazının tamamı aşağıda yer almaktadır. 

                                                                      *


Tuğba Gürbüz’ün edebi ürünleri çeşitli basılı ve dijital dergilerde yayımlandı, öykü seçkilerinde yer aldı. İlk öykü kitabı “Lodos Çarpması” 2015’te, ikinci öykü kitabı “Kendisiymiş Gibi” NotaBene Yayınları tarafından 2020’de okurla buluşturuldu. “Pelin ve Küçük Dostu Karamel” adını verdiği çocuk öyküleri, Sia Kitap etiketiyle 2021’de raflardaki yerini aldı.

Kentli insanın yaşam alanına ve sorunlarına dikkat çeken Gürbüz’ün öykülerinde, ekseriyetle Kuzey Ege’nin coğrafyası, tarihi, mitleri, efsaneleri, kıyı kentlerine özgü mimari yapı göze çarpıyor. Yeniden yazım tekniğini kullandığı bazı öyküleri Sarıkız efsanesinden esintiler taşırken, bazısı Çanakkale Savaşları’nı merkeze alıyor. Onun öykülerinde okur bir deprem ânına tanık oluyor veya gezgin ruha sahip karakterleri sayesinde kentler, hatırladığımız hâliyle hafızamızda yaşamaya devam ediyor. Yazarken âna odaklanıyor Tuğba Gürbüz, yaşamdan bir kesiti çekip alarak öyküleştiriyor. Bu nedenle öyküler kısa zaman diliminde geçiyor. Yalın, akıcı, sade bir dil kurmayı başaran yazarın kurgu evrenine sosyo-ekonomik güce sahip kentli kadınlar, bekâr anneler, aile ve arkadaşlık ilişkileri, çocuk ve ebeveyn iletişimi, evlilik yaşamındaki sıkıntılar, kadınlar söz konusu olduğunda farklılıklara rağmen dayanışma içinde olunabileceği hatta yazma-yazamama sancıları sızıyor.

∗∗

Son on yılda ülkemizde ve dünyada yaşananlara dönüp bakıldığında salgın, deprem, sel ve yangın gibi afetlerin yanında patlayan bombalar, savaşlar, göçe zorlanan insanlar, istismara uğrayan çocuklar, sayıları artan kadın cinayetleri, iş kazaları, maden faciaları gibi başlıklar öne çıkarken; bu kasavetli tabloyu kendi penceresinden yazan bir kadın olarak algılıyor Gürbüz. Hatta kitapları da bu on yıllık zaman dilimine rastlıyor. Doğal olarak içinde yaşadığı, birey olarak etkilendiği durumlar onun yaratım sürecine katkı sağlıyor. Ancak tanık olduğu, rahatsızlık duyduğu acıları duygusal bir dille, bir tür arabesk yaklaşımla yazmaktan kaçındığından söz ederken; dertlendiği konularla arasına mesafe koyarak yazıya dökme biçimini, “Yazarken kendime zaman tanımaya, meseleyi duygu uyandırmaktan öteye taşımaya çalışıyorum” sözleriyle dile getiriyor.

∗∗

Gürbüz’ün kitaplarında karakterlerin çocuk olduğu, çocukların gözünden aktarılan öyküler de var. Örneğin, Efes harabelerini gezen ya da bir çatışmanın ortasında biber gazına maruz kalan bir baba ile kızı çıkıyor karşımıza. İki yetişkin kitabından sonra çocuklar için kaleme aldığı “Pelin ve Küçük Dostu Karamel”de ise diş kliniğinde geçen bir öyküye rastlıyoruz. Bir diş hekimi olarak mesleği gereği dar alanlarda çalışan Gürbüz, kuyumcu titizliğinden ödün vermeden yapısal olarak sağlamlığı ve estetik kaygıları ön planda tutarak, öykücülüğü ve mesleği arasında bir köprü oluşturmuş. Pelin ve ailesinin hayatı üzerinden kaleme aldığı kitabında yetişkin okuruna hitap ettiği durum öykülerinden farklı olarak olay örgüsü üzerine daha çok düşünerek çalıştığını söyleyen yazar, edebiyat lezzetinden ödün vermemiş. Deyimler ve atasözleriyle metinlerine zenginlik katmış ki bu yönüyle kültürel bir aktarımdan söz etmek mümkün. Çünkü çocuk okurlar öykü ve romanlardaki karakterlerden, kahramanlardan etkilenir, onları taklit eder hatta dil ve toplumsal cinsiyet kalıplarını onlardan örnek alarak öğrenirler. Özellikle ev işlerine yardımcı, kirli tabakları bulaşık makinesine yerleştiren, sabah kahvaltısında omlet yapan bir baba figürü ile kitap okuyan bir annenin varlığı bakımından genel kabul görmüş klişeleri yıkan bir kitap yazmış Gürbüz. Bunu yaparken de didaktik olmaktan kaçınmayı başarmış. Çünkü ona göre çocuk okur da rahatlamak, keyif almak, bir maceranın peşinde sürüklenmek için okur ki zaten “okumanın tadı, hazzı buralardan geçiyor.”


10 Ocak 2024 Çarşamba

GÜNÜN İZİ:14

9 0CAK

İyiyim deme cüretim ve kararlılığım sürecek. Varlığına şükrettiğim, iyi ki, yaşasın dediğim kimi şeyleri sıralıyorum:

Grip mevsiminin zirvesindeyiz son iki haftadır. Her gün en az iki hastam, hastalığı nedeniyle randevusunu iptal etmek zorunda kalıyor. Geçen hafta ortası ben de yakalandım. İptalleri peş peşe dizdim. Bir gün geç gittim. Bir gün erken çıktım. Bal, zencefil, limonu kendime arkadaş eyledim. Çalışmayı sürdürebildim. Çok geç yatmayarak, ev işleri bekleyebilir diyerek, zaruri olanları yaparak bugüne vardım. Hafif bir geniz akıntısı sürüyor ama çok çok iyiyim. Her ihtimale karşın vitamin ve ballı karışımı almaya devam ediyorum. Yaşasın sağlıklıyım!

                                                                              *

İş yeri komşularımdan biri, kahve işletiyor. Ne zamandır bizi kahvaltıya davet ediyordu. Bu sabah için sözleştik. Masa da masaymış ha dedirtecek türden. Eşi elleriyle topladığı mantarları una bulayıp kızartmış. Pişi, kek, zeytin, peynir... Hepsi el yapımı. Leziz. Tıka basa doyduk. Yetmedi. Yiyemediklerimizi paketledi. Yanımıza verdi. Saat 2'den bildiriyorum. Hâlâ açlık yok. Yaşasın komşuculuk! 

                                                                            *

Yeni yılla ilgili öyle pek büyük hayallerim, planlarım yoktu. Dinleme Yolu'nu okumaya, altı hafta boyunca uygulamaya niyet etmiştim. Bunun gereği olarak da 1 Ocak sabahı ilk iş, sabah sayfaları yazmak oldu. Bugün 10. gün. Fire yok. Güne elle, üç sayfa yazarak başlamak, zihnin kirini pasını atmaya yardımcı oluyor. Julia Cameron'ın vaadi şu: güne sabah sayfaları yazarak başlarsanız ve bunu bir alışkanlık olarak yıllarca sürdürürseniz, başınız belaya girmez. Çünkü sezgileriniz uyanık kalır. Mealen tabi. On gündür sabah sayfaları yazdığım için değil, elbette, biliyorum ama eskiye nazaran tüm öğrendiklerimin, okuduklarımın, pratik ettiklerimin yardımıyla zihnimdeki geveze sesler yavaş yavaş duruluyor. Varsaymalar, akıl yürütmeler, tahminde bulunmalar azalıyor. Bilmediğimi bildiğim şeyler çoğalıyor. Kendimi giderek daha az kızımın duygularından, iyi olma halinden sorumlu hissediyorum. Onu umursamamak değil, bu. Onun adına bir şeyleri, hemen şimdi çözme takıntımdan vazgeçiyor olmaktan kaynaklı bu yeni durum. Çünkü çözme isteği, beraberinde bir stratejiyi taşıyor. Bu stratejiyi uygulama, uygulatma dürtüsü ise dayatma barındırıyor. O zaman da onu dinlemek yalnızca dinleme eylemiyle, sınırlanamıyor. Kontrol etmeye evriliyor. Bunu fark etmek kolay değil. O zaman karşı tarafın direncine, surat asmalarına, bilimum tepkilerine de bir anlam veremiyor. Burası kritik bir eşik gibi. "Anlamak için o kadar dinledim, çözüm bulmak için kafa patlattım, umrunda değil" düşüncelerinin baskın çıkması an meselesi. Sonra ver elini kaos! Dinlemenin türlü türlü halleri var. Kendi ürettiğim düşünceler yerine kendimi daha çok dinlemeye açabilmeye şükrediyorum. Yaşasın büyümek!



                                                                        *

Kızımın okulu eve de iş yerime de hayli ters. Dolayısıyla yazın katılmak istediği Almanya gezisi ücretini (nakit ve elden muhasebeye bırakılması gerektiği için) okula bırakamıyor, çarpı 30 olduğu için hayli yüksek meblağı kızıma teslim etme konusunda tereddüt yaşıyor, ha bugün ha yarın derken öteliyordum. Hafta sonu parayı denkledim. cüzdanımda gezdiriyordum. Sabah tedavi için gelen arkadaşıma verdim. Sağ olsun benim için halletti. Dayanışma yaşatır, bir çocuğu bir köy büyütür dedikleri tam da bu işte. Yaşasın arkadaşlık!

10 OCAK

Dün gece yılın ilk karı yağdı. Sabaha kadar ancak ince bir tül örtü gibi uzanabilmiş toprağın üzerine. Öyle ince, öyle transparan.



Yine de gece yarısı duyurmuş İl Milli Eğitim. Bir günlük tatil. Sabahki hastalar geldi tastamam. Öğlene kadar çalıştık. Öğleden sonraki iki hasta, anne kız, gözleri mi korktu, soğuktan mı çekindi, bilmem, randevularını erteledi. Bir başkasının küçük bebesi vardı. Eve gider, gelirim, kızıma bir bakarım, doyururum, dedim ama kazın ayağı hiç de öyle olmadı. Bir protez provası aldım araya. Hadi hastayı dişsiz yollamayayım, geçici köprülerini yapayım derken akşam oldu. Eve gelirken markete girdim. Hazır bir şeyler aldım. Bir de bakayım, kızım makarna haşlamış, onu kıvırcık, haşlanmış kuru fasulye, yoğurt ve mayonez ile karıştırmakta. Ben de atom ve Rus salatasını açtım. Karnımızı doyurduk. Pek hoşuma gitti doğrusu. Hazır sofraya geçmek. Yaşasın annesini düşünen çocuklar! 

                                                                                 *

Kapalı balkona çıktım bir ara. Sani mi çıkmak istedi, onu mu arıyordum, unuttum gitti. Pis, ağır bir koku... Deniz'den gelen "gün boyu evden çıkmadığı, daha doğrusu çıkmasına izin vermediği yalnızca balkona çıktığı" bilgisi ve leş gibi koku birleşince şüphelendim tabi. Saksıların içine mi kaka yaptı bu salak? Öylesini tercih ederdim elbette ancak bizimki dışarı çıkması engellendiği için mi bilmem, gitmiş, koltuğa pislemiş. "Bu kedinin sorumluluğu kimde?" diye sordum. "Ben temizlemem!" diye kaçtı ablası. Ona mutfağı toparlamak kaldı, bana kedi pisliği temizlemek. Çift kat maskemi taktım. Elime temiz poşet geçirdim. Daha fazla ayrıntıya gerek yok sanırım. Minderi söktüm. Sıcak su ve deterjanı bastım. Duruladım. Çamaşır makinesinin içine tıktım. Çalıştırdım. On, on beş dakika sürmedi temizleme işi. Okuduğum bir kitapta olumsuz duyguların diyelim şaşkınlığın, kızgınlığın etkisinin yalnızca 45 saniye sürdüğünü, gerisini bizim köpürtüp uzattığımız yazıyordu. Haklı galiba. Durumu fark etmemle işe koyulmam arası birkaç dakika ya sürdü, ya sürmedi. Suçlamadan, homurdanmadan, kızmadan... Yaşasın savrulmamak! 

İyiliği, güzelliği arama, bulma, kayıt altına alma çalışmaları devam edecek! 

7 Ocak 2024 Pazar

Yılın ilk güzellikleri

Yeni yıla hevesle, umutla, pek çok planla, hayalle giriyoruz, aksi pek mümkün değil. Eski yıl yokuş aşağı inerken gelecek yıla dair planlar kuruyoruz. Yeni alışkanlıklar edinmek, sürdürmek... Havada hâlâ bu iyimserlik varken yılın ilk altı gününe dair iyi şeyleri sıralayarak başlayayım. Maksat yılın ilk yazısı neşeli, umutlu, iyimser olsun. Öyle de sürsün. Olabildiğince. Her koşulda iyi olma, iyiyim deme cüretini göstereceğim bir yıl olmasına niyetliyim ne de olsa. 

Yılın ilk kitabı: Mal Sayımı Erlend Loe
Doppler serisiyle Türkiye'de hatırı sayılır bir okur kitlesi olan Loe'nun ekim 2023'te yayımlanan bu yeni romanı için, yayınevi tıpkı Doppler ve Bildiğimiz Dünyanın Sonu gibi kült bir metine dönüşüyor, demeyi uygun bulmuş. Roman Norveç'te yayımlandıktan 10 yıl sonra dilimize çevrilmiş. Anlatı, kısa bir zaman diliminde geçiyor. İşler şair Nina Faber için çığırından çıkmadan hemen önce başlıyor. Durağan anlatı, kısa sürede ivme kazanıyor. Nina Faber, şaşırtıcı bir karakter. Yıllarını yazarak geçirmiş ama istediği çıkışı yakalayamamış. Yazmak yerine yapabilecekleri, bir potansiyel olarak belirmiyor geleceğinde. Hepsi kaçıp gitmiş birer fırsat. İşler onun gençliğindeki gibi yürümüyor artık. Tanıdığı eleştirmenlerin, editörlerin devri neredeyse kapanmış. Değişen edebiyat dünyasında adını duyurabilecek mi? Yoksa silinip gidecek mi? On yıllarca sonra çıkacak yeni şiir derlemesi Boğaziçi'ne bunca bel bağlaması bundan. İş bitti dedirtmemek istediği için, okurla yeniden buluşmak istediği için, hak ettiğine inandığı övgüleri işitmek için. Kitap hakkında yazılan eleştirilere katlanamayışı, adaleti kendi elleriyle tesis etme çabası, cüretkarlığı hep bundan. Hesapsız kitapsız atılan o ilk adımın ardından freni tutmayan kamyon gibi yokuş aşağı son sürat ineceğinden, kendi hayatını dümdüz edeceğinden habersiz. Roman, yaşlı bir kadının hikâyesini anlatmasıyla da istisna sayılabilir. Akıcı, okuması kolay bir kitap. Yine de bir Doppler değildi benim için. Bununla beraber karakterin pervasızlığı aklımdan hiç çıkmayacak. Bundan da eminim. 

Yılın ilk sesli kitabı: Mürebbiye Stephan Zweig 
Storytell'e eylül ayında üye oldum. Kendime doğum günü hediyesi. Bununla beraber pek kullanabildiğimi söyleyemem. Bir iş yaparken dinleyemediğimi fark ediyorum. Kelimelerin etkisi uçup gidiyor, kaçırıyorum. Bir şey yapmadan durarak dinlemek çok olası değil. Kısa sürede dinleyebileceğim bir sesli kitapla  yeni yılın açılışını yapmak istedim. 
En büyüğü 13 yaşında iki kızkardeşten küçük olanın mürebbiyelerindeki durgunluğu fark etmesiyle başlıyor. İki kız kardeş, mürebbiyelerindeki değişimin, onun üzüntüsünün kaynağını anlamaya çalışırken işin ucunun kuzenleri Otto'ya vardığını kavrar. Kapalı kapıların ardını dinleyerek eksik parçaları anlamaya, anlamlandırmaya çalışırlar. Onların anlayamadığı, bizim bir çırpıda anladığımız şey, ise ikiyüzlü ahlak anlayışının aynı eylem için kadını cezalandırması, erkeğin ise bu işten kolayca sıyrılmasıdır. Çok sevdikleri mürebbiyelerinin neden dalgın ve mutsuz olduğunu, kuzen Otto'nun neden evden ayrılıp bir pansiyona yerleştiğini, en nihayetinde mürebbiyenin neden kızlara tek kelime söylemeden anneleri tarafından evden kovulduğunu, kızlar anlamaz, biz anlarız. En başından beri.

Yılın ilk defteri: sabah sayfaları 
Süslü püslü defterlerin kaderi biraz zordur. Onları alıp öylesine, gelişigüzel karalamalarla doldurmak istemezsiniz. Özenli, özel kelimeler doldurmalıdır o güzelim cilt kapaklı defterlerin içini. Bu kez öyle yapmadım. Yılın ilk sabahı, bir önceki gece hediye gelen defterimi açtım. Sabah sayfalarını yazmak için doldurmaya başladım. Çünkü efendim Julia Cameron'ın "Dinleme Yolu Kulak Vermenin Yaratıcı Sanatı" kitabını uygulamaya başladım. Bakalım altı haftalık programım nasıl geçecek? İlk haftamın bitmesine bir gün var. Kitaptan eksik sayfaları okuyup eksik kalan ödevlerimi yapacağım. Sanatçının Yolu, kitabından bilirsiniz belki, Cameron'ın programlarında rutin olan iki görev vardır: her sabah kalkıp elle üç sayfa durmaksızın yazmaktan ibaret Sabah Sayfaları ve her hafta bir gün kendini yaratıcılığınla tanışmak, ilham perilerini gizlendikleri yerlerden çıkartmak için Sanatçı Buluşması'na çıkarmak. Sanatçı Buluşması için fikir bulmak her zaman kolay değil, benim için. Bakalım yarın ne bulup çıkarabileceğim Sanatçı Buluşması için.

Yılın ilk takdiri: 
Bu akşam kızımla çarşıdan dönerken arabada konuşuyorduk. Ondan bende bulduğu en güçlü, en iyi yanı söylemesini istedim. Duyduğu şey onun için yeterince net değildi. Kendimde güçlü yan olarak bulduğum özelliğimi söyledim.  Bir şeye karar verdiğimde, sonuna kadar gittiğimi, başarmak için çalıştığımı, azimli olduğumu. Çocuk Gelişimi'ni okumaya karar verdiğimde girip mezun olduğumu, yazma konusundaki hevesimi, çalışmamı sürdürdüğümü ve kitaplarımın çıktığını örnek olarak sundum. Bu, gerçekten de kendimde güçlü bulduğum bir özellik. Azimli ve çalışkan bir yanım var. Kendimi maymun iştahlı, daldan dala atlayan biri olarak görmem. O yüzden kimi sosyal işlerde çalışmaya, yer almaya teşvik edilsem de, çok kadın hiç kadındır gerçeğini bilir, amentüm sayar, emek verenlere saygı duyar ancak kendi ilgimi, zamanımı, dikkatimi, emeğimi bin parçaya bölecek planlara eyvallah demem. Bu örnekten sonra arabayı park ettim. ATM'ye uğradım. Arabaya geri döndüğümde kızım "buldum, dedi. Merakla ona baktım. "Anlayışlısın," dedi. Bir ergenden duyabileceğim en müthiş takdir cümlesiydi muhtemelen. O bir kelimenin içinden emek, sevgi, şükran, minnet pek çok duygu taştı. Gerçekten mi diye sordum. Başı bir aşağı bir yukarı sallandı. Uzandım. Yanağına sulu sepken bir öpücük kondurdum. Yarabbi şükür. 

Yılın ilk oyunu: 
Çarşıda işimizi bitirdiğimiz sırada ablamı aradık. Yemek hazırlıyormuş. Nasiplenmemek enayilik. Gittik, sofraya kurulduk. Hadi, dedim. Oyun oynayalım. Bana sırayla soru sorun. Her sorunuza aynı harfle başlayarak yanıt vereceğim. Benim için M harfini seçtiler. Olabildiğince seri yanıtladım soruları. Sırayla yaptık bu işi. Kızım D ile başladı yanıtlarına, ablam A ile. Kurala uyacağım diye verdiğimiz abuk cevaplara güldük epeyce. Amacım da buydu zaten. Ekrana bakmak, hep aynı şeyleri konuşmak yerine az da olsa kıkırdamak. 
 
Yılın ilk aktar alışverişi: 
İstanbul'da gittiğim Hint restoranında tattığım leziz yemeklerinin benzerini evde denemeye kararlıydım. Basmati pirinçle tutturabildiğime inandığım iki pilav denemem, tadanlardan geçer not da aldı. Bu hafta sonu çıtayı biraz daha yükseltmeye ve tikka masala yapmaya karar verdim. İnternetten tarifini buldum. Aktardan eksik malzemeleri satın aldım. Ömrü hayatımda mutfağıma ilk kez garam masala ve toz kişniş girdi. Toz yeşil kakule eksik. Taneyi ezerim olmazsa. Güzel olacağından hiç kuşkum yok. 

Yılın ilk cesur miniği: 
Hayat ben Hint yemeği pişirmeyi hayal ederken beni ilk Hint hastamla tanıştırdı. Ağrılı küçük bir kız. Bir süt dişi çürüğünün bu denli apseye yol açabileceğine inanmak zor. Ama olmuş. Birkaç hafta önce ağır geçen bir influenzanın ardından vücut direnci de düşünce gözüne kadar şişmiş miniğimin yüzü. Bana gelmeden önce hastanede birkaç gün iv. antibiyotik almış. Yüzünün şişi inse de ağız içinde absesi belirgindi. Konuştuk, anlaştık. Anestezi olurken, apsesi drene edilirken, sesi çıkmadı kuzucuğun. En son sorunlu süt dişini de çektik. Mutlu son! Beni asıl şaşırtan bu zor sayılabilecek deneyimin içinde hiçbirimizin ses tonunun yükselmemesi, duygu durumumuzun sabit kalması, benim hekim olarak aradaki diyalogtan asla çıkarılmamam, sakin ve yavaşça işlemi gerçekleştirebilmem için bana güvenildiğini çok derinden hissetmem, annenin benim açıkladığım şekilde sakince kızına yeniden izah etmesi ve bana güven duyması konusunda kibarca telkin etmesi, lafı sündürmemesi... Sonuç olarak bu güveni sarsmadım. Yapacağım her aşamayı basitçe açıkladım. İlk dental girişimin ağrısız ve travmasız geçmesi için bilgim ve deneyimim dahilinde elimden geleni yaptım. İşi kısaltmak için aceleye getirmedim. Ama annenin işbirliği çok değerliydi, çok pozitifti. Kimse kusura bakmasın bizim ailelerle şu çok sık görülebilir: çocuk korkmaktadır, çocuğa bakım veren en pedagojik yaklaşımıyla anlatmakta ve anlatmaktadır, bir tür monolog, kakafoni sürer gider, araya girmek ciddi çaba ister. Çocuğun hep mutlu olması arzusu doktor ziyaretlerinde de geçerli olsun ister aile. Olmadık vaatlerde bulunur: acıtacak bir şey olsa seni getirir miyim hiç! Pardon ama biz bu bebelerin daha doğdukları gün topuğuna iğne batırtıyor, muhtelif aylarda omuz başına, bacaklarına iğne vurduruyoruz. Farkındayız, değil mi? Elbette iyilikleri için, ama acısız olacağını vaat etmiyoruz, öyle değil mi? Bazen bu kültürel farkın nereden kaynaklandığını çok merak ediyorum. Bizim yapamadığımız neyi yapıyorlar da bu yabancı çocuklar nispeten zorlu deneyimler içinde daha sakin, uyumlu kalmayı başarıyor? Çünkü hayatın içinde sayısız kere zorlu deneyimin içinden geçeceğiz. Bazen bu kısa deneyimin ardından gelecek ferahlık, rahatlık. Buna izin verecek sabrı gösterebilecek miyiz? Yoksa endişeyle bunu geciktirip acıyı mı çoğaltacağız? Bu da bir tür bilgelik bence. Bir sonraki kuşağa aktarılması gereken.