31 Ağustos 2020 Pazartesi

Kitap Yazma Ayı Güncesi: 4




Bu kadar yoğun, peş peşe yazmak, şu anda içimi en çok dürten, zihnimi en çok kurcalayan meseleleri tespit etmeye yarıyor. Bir ayın sonunda hem bu ay, hem de pandemi döneminde yazdıklarımı ortaya sereceğim ve tüm bu malzemelerden geriye neler kalacağına bakacağım. Elimde ne var? Neyi eleyeceğim? Neyi bırakacağım? Pandemi günlüklerini de eklediğimde ortada 90 bin kelimelik bir sıfır numaralı taslak olacak. Ne düşünüyorum? Ne hakkında yazacağım? İşte bunu aramak üzerine elime bir mercek alıp inceleyeceğim. Hikâye avından elimde neler var onu göreceğim. 

                                                                                   *

Bugün biraz daha geç kalktım ancak yine de sekizi geçmedi yazının başına oturmam. Dünkü alıştırmayı yapmadım. Siteye baktığımda kimi yorumlarda insanların alıştırmadan çok hoşlandığını gördüm. Çok alakasız gibi görünen söz öbeklerini birbirine bağlarken kurdukları bağlam muhtemelen onları şaşırtıyor ve beyinlerinin öykü ve çözüm üretmekteki başarıları karşısında hem şaşırıyor hem de hayranlık duyuyorlar kanımca. Aslında her gün bunu yapıyoruz. Öyküler ve çözümler üretiyoruz. Nedensellik bağları kuruyoruz. Bu bağın kurulduğu hikâyelere bayılıyoruz. Bu bağın kurulmadığı, çalakalem ortaya atılan, "meğerse" şeklindeki açıklamalar veyahut tesadüflere fazlaca yaslanılması canımızı sıkıyor. Kurgunun dramatik yapısını sekteye uğratıyor. 

                                                                                *

Sabah yazmak için yeterince erken kalkamadım. Yine de yazdım bir şeyler. Kafama estiği gibi, gelişigüzel… Kelime fazlam var ya, şımardım, temaları açmak alıştırmasının peşine düşmedim. Bugün bloğun içinde istatistiklere bakarken okunduğunu gördüğüm bir yazıyı anımsamak için açtığımda personal essay denilen kişisel deneme türüne girebileceğini düşündüm. Birden bire heveslendim ve gerek bu ay gerekse nisan ayında yazdığım neredeyse 100 bin kelimelik yığınla ne yapabileceğimi buldum. Hemen yeni bir dosya açtım. İki ana başlık koydum: Yazmak Üzerine ve Kitaplar Üzerine. Bloğu baştan sona şöyle bir taradım ve her bir bölüm için beşer yazı buldum. Bu ay bittiğinde özellikle yazmak üzerine pek çok parçalı kısımlar bulabileceğimi düşünüyorum. Sonra onlarla bir yapbozun parçaları gibi oynayacağım.

                                                                            *

Parçalı yazılarımdan neler çıkacağını merak ediyorum. Bir bütüne varacağını, varmasını umuyorum. Bir verime dökebilmeyi umuyorum. Sonra da temalara bakacağım. Bazen yer yer bir anlatıcının sesini duyuyorum okuduklarıma göz attığımda. Yazan, ben olduğuma göre bir anlatıcı var ve bu benim diye düşünülebilir ama farklı bir şey bu. Benden çıkan ama farklılaşan, ben diliyle yazılsa dahi bu deneyimin, algının, bedenin, zihnin ötesine geçen ve oradan seslenen, okuduğumda bireyselin ötesinde daha genel hissettiren bir durum. 

                                                                       *


İş yoğunluğu ve yorgunluk nedeniyle temaları açmak alıştırmalarını yapmadım. Yapmadığım için bu alıştırmaları çoğaltmak üzere giden günler boyu serbest yazının içinde yüzdüm, durdum. İyi haber kıyıdan epey açıldım ama ne ufuk görünüyor ne de rota belli. Bunca belirsizliğin içinde, sabah uyandığımda mesai öncesi yazdıklarımı okuyacak, onlara başlık verecek zamanım yok, en verimli zamanımı yazarak geçireyim okuyarak değil diye düşündüm ancak yine de Hocamın sözünü dinlemek istedim. Zihnimde kalan parçacıklar üzerinden üç ana tema varmış gibi yapayım dedim ve işe koyuldum. Hem yazı kolayca aktı gitti hem de tüm bu dağınıklığın içinde el ele tutuşmaz gibi görünen parçalar birbirine yaklaşmanın yolunu buldu. Bu keyifli ve verimli süreç için minnettarım. 49073 kelime cepte. 

                                                                   *

Elli bin kelimeyi geçtim. Finiş çizgine vardım. İlk kez bu yıl, bunu başardım. Yarım bırakmadım. Tamamladım. Bu ayın en büyük mücadelesi sabır ve süreklilikti.

Sabır, ne güzel bir meleke. Sabır sayesinde oluyor güzellikler, gelişiyor beceriler. Sabır büyümek gibi, bizi bir yerden bir yere getiriyor, değiştiriyor her defasında, zenginliğiyle geliyor. Bahsettiğim sabır, zalimin zulmüne sabretmek gibi eylemsizlik içinde itiraz etmeden boyun eğmek değil. Sabır, bir ustanın, zaman denilen, yaşam denilen ustanın yanına çırak girmek ve günden güne öğrenmek, denemek ve her keresinde daha iyi yapmak, hatalarını gözden geçirmek, giderek başarısızlıkları da planlamak demek. Bu başlığı ilk kez gördüğümde çok hoşuma gitmişti. Ustanın başarısızlığı da planlayan insan olduğunu düşünmüştüm. Bu basit bir beceri değil, ardında onlarca, yüzlerce vakayla gelinen bir öğrenme sürecinin sonucu. Sabır, bana bilgeliği anlatıyor. Sabır bana büyümeyi anlatıyor. Bu ay sabırla, her türlü aksiliğe, yorgunluğa, bezginliğe karşın yürümeye devam ettiğim için gururla doluyum. Sabrettiğim için elimde elli bin kelimelik bir dosya var. İçinde ne gibi hediyeler olduğunu sonra açtığımda, tek tek incelediğimde göreceğim. Ve içindeki kimi buluşların peşine düşeceğim.

Sabrı hediye kılan, boyun eğmekten farklı kılan şey, eylemin, emeğin sürekliliği. Süreklilik olmasa eylemde, gelişme olmazdı. Ben yazarken her defasında yeni bir şeyler öğrenmesem, yazmanın ardından her bir satırı yeniden okuyup düzeltme işleminden geçirmesem, daha iyisini yapmak için uğraşmasam, dilimi zenginleştirmek için çabalamasam yalnızca geçen zamanın yere düşen takvim yaprakları gibi yığılması, bir verimi daha iyi hale getirebilir mi? Bu ay boyunca harcadığım emek, sabır ve süreklilik için kendimi kutluyorum. Şimdi elli bin kelimeyi devirdiğim için kendime satın aldığım kâğıttan kayık görünümlü seramik heykel çok daha anlamlı bir çehreye bürünüyor. Çünkü biliyorum ki yelkenlerimin bezi rüzgârla doldu. Artık kıyıdan daha da açılmak dışında bir seçenek yok. 





25 Ağustos 2020 Salı

Nasıl Yazıyorlar? (24)

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. 
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte yirmi dördüncüsü: İan McEwan

Fikirlerin nereden geldiğini bilmiyorum. Bilseydim, kesin bir fikrim olsaydı daha çok fikrim olurdu. Yürürüm ve yürümenin ritmi sanırım düşünmenin ritmine uyuyor ve bu da fikirlerin canlanmasına yardımcı oluyor. Birden olmadık yerlerden çıkıveriyorlar. Bazen bir fikri zorlamak için hayali bir romanın giriş sahnesini yazarım. Hayalidir o çünkü bir an için onları yazacağımı düşünmem ama yazacak olsaydım böyle başlardım. Böylece bazen yazdıklarıma ilgi duymak için kendimi kandırırım. Bir çok romana böyle başladım. Atonement (Kefaret) tam da böyle yazıldı. Deneysel birkaç paragrafla başladım, bitirmek, o romanı yazmak adına hiçbir mecburiyetim olmadan ve bu da roman girişlerini, hatta ortalarını yazmanın getirdiği özgürlüktür, istemiyorsan onu yazmak zorunda değilsin. Bu da insana bir nevi boşvermişlik duygusu veriyor ve normalde gitmeyeceğin yerlere seni götürüyor. Bu da herhalde bir fikir bulmakla ilgili sahip olabileceğim tek metod. Benim için kitapların arasına zaman koymak çok önemli, yani roman yazmayı unutup daha çok öğrenmeye, seyahat etmeye dönmek. Örneğin Solar romanımı yazmadan önce iklim değişikliği toplantılarına katılıyordum. Çok mutlu oluyordum orada. Roman araştırdığım için orada değildim. Bazı bilim adamları ve insanlarla sohbet ediyordum, söyledikleri beni konunun içine çekti ve adım adım kendimi bu konunun daha da derinlerinde buldum ve çok sonra bundan bir roman olur dedim ya da bu konuda yazmak istedim. Seyahat etmek zihni açar, evden uzaklaşırsın. Evden uzaklaşmak için bir bahane olur, faturaları ödemek ya da rutinlerin içinde yaşamaktan uzaklaşırsın. Rutinleri kırmanın çok önemli olduğuna inanıyorum ama sonunda o masanın başına geçmek zorundasın. Aktif bir şekilde arıyor ya da faydalı pasif bir halde oturup bir ihtimalin ortaya çıkmasına izin veriyor olmalısın.
Kaynak: Sanal Yazı Evi 





24 Ağustos 2020 Pazartesi

Kitap Yazma Ayı Güncesi: 3

 

Yazı maratonunun on yedinci günü. Dün tek kelime dahi yazmadım. Misafir ağırlamak ve karavanı toplamakla geçti hafta sonu. Yazı bitirmenin hüznü, keyfi, karışık duygular... Kaç kelimede kaldığımı bilemiyorum. An itibarıyla eksiğim olduğuna yüzde yüz eminim ancak önemli değil. Önümüzdeki iki, üç gün içinde her gün biraz daha fazla yazarak kapatabilirim bu açığı. Saat sekize yaklaşıyor. Kuşlar ötüyor ve hava serin. Sabah serinliği. Bacaklarım ürperiyor. Karnımsa aç. Üzerimde mavi renk yazlık bir hırka var. Yarım kollu. Tam yerleşemedim yerime. Oturma kemiklerimin üzerinde dengeli bir halde oturmuyorum. Bağdaşta konforlu değilim. Belim ağrıyor. Omurgam dik değil. Ekmeğin arasına biraz peynir sıkıştırıp kendime kahve alıp öyle yerleşmek, yazmaya devam etmek istiyorum. 

                                                                                            *

Bir roman yazmaya başlasaydım muhtemelen bir gençlik romanı yazmak isterdim. Normal İnsanlar gibi bir gençlik romanı. Denemek istiyorum, başlamak, ilk taslağı çıkarmak, üzerinde düşünmek, geliştirmek. Aynı bir ayda 50 bin kelime yazmak gibi, gerçeküstü, olağanın sınırlarını zorlayan bir düşünce, tasarı, plan, hayal... Ama başlayınca, bir kelime, bir kelime daha yazarken oluyor, mümkün olduğunu görüyorsun. Zannettiğin kadar zor olmadığını görüyorsun. Roman yazacağım fikrimi sesli söylüyorum artık. Roman yazacağım, diyorum. Öykü kitabı çıkartmaya biraz ara vermek, araya çocuk kitabı ve roman sokmak istiyorum. Kendimi, becerimi, yaşam tarzımı, serbest zamanlarımı öykü ile sınırlandırmak istemiyorum. Pek çok şeye sabrettim ve sürdürdüm. Bir romanı yazmayı gerektiren sabır ve kararlılık bende var. Hep aynı şeyi söylüyorum. Çocuk kitapları genellikle belli bir şablon dahilinde gidiyor ve her defasında işliyor. Ben de yapabilirim. Yazmak, yazarlığa soyunmak bir cüret etme hali zaten. Ben de varım, deneyeceğim deme hali. 

                                                                                          *

Dün akşam bir arkadaşım kitabıma olan ilgiyi sorduğunda “Bir dahaki sefere roman yazacağım,” dedim. Romanın okur tarafından daha çok okunduğu klişesi bir yana, öykünün, günümüz öykü anlayışına uygun öykünün okurda bir tamamlanmışlık hissi yaratmadığını, öykü roman gibi uzun bir anlatı olmadığı için elbette kısa bir durumu göstereceğini ve fakat bu dar alanda dahi bir tamamlanma hissi yaratmadığını, oysa yaratması gerektiğini düşündüm yol boyu. O yüzden üçüncü kitabım öykü dahi olsa, benim öykü anlayışım ve yazım tarzım değişecek bence. Bir şeyleri ima ettirmenin, sezdirmenin, okura boşluk bırakmanın dışında bir yol arayacağım. Okurla benzer bir yolculuğa çıkma, onda yarattığım kahramanlara karşı empati uyandırmayı hedefleyeceğim kesin. Yazarken belli bir okur kitlesini düşünüyor değilim. Onların hangi konuları beğeneceğinden yola çıkarak üretiyor değilim ve fakat sonuç olarak insan okusun diye yazıyorum tüm bunları. O yüzden bir okur var, ulaşmak istediğim bir okur daima var ve onunla olan ilişkim değişecek. Şimdi ikinci kitabın yayımlanmasının ardından yalnızca beş ay geçtikten sonra bir dönüm noktasında olduğumu, bugüne değin hem yazdığım hem okuduğum metinler üzerine düşünüp bir seçim arifesinde olduğumu seziyorum. Buradan nasıl bir yol tutacağımı, o yolun bana neler getireceğini henüz bilmiyorum. Yazmanın büyüsü de belki burada saklı.

                                                                                           *

Evdeki tuşları şu an için bozulmuş laptopta kaç kelime kayıtlı bilmiyorum. Akşam açacağım ve kelime sayısına bakacağım. On üçüncü günden itibaren yazdığım bu Word dosyası üzerinden günlük hedef olarak ilerlersek 1756 kelime eksik. İki günlük kaybı kolaylıkla telafi edeceğim kesin. Çünkü henüz öğlen bile olmadı ve günlük kelimenin yaklaşık doksan kelime fazlasını yazmamın yeterli olacağı görülüyor. Bu harika. 

                                                                                           *

Bugünün alıştırması bir masal şablonunu kullanarak sinopsis yazmak. Masal şablonunu kullanarak yazılan hikaye deyince aklıma hep Gecegezen Kızlar geliyor. Açıklandığı halde oradaki iskeleti görmek benim için zordu. Bu alıştırma için düşünmem şart. Oysa şimdi seri şekilde açık tamamlama peşindeyim.

                                                                                         *

Bu haftanın alıştırmalarını sevdim. Alıştırmaların her biri yazıyı açmaya, ilerletmeye yarayan, işlevsel öneriler. Zaman vermek, düşünmek, her defasında açarak, ayrıntıları ekleyerek yazmaya devam etmek gerekiyor. Bu hafta zaman yaratmakta zorlandım. Bilgisayarımın hâlâ bozuk olması üzerine tuz biber ekti. Dingin kafayla, üzerine düşünerek yazmak isterdim. Bu yetiştirme telaşım şu an  bedenimin üzerinde. Saklıyorum bedenimde. Omuzlarım gergin. Yazarken sandalyenin tepesinde bağdaş kurmayı seviyorum, yemek masasının alt çıkıntısı bacağıma batıyor. Kürek kemiklerimin arası gerilim dolu. Boynum da ağrımış. Saat sekize geliyor. Neredeyse kırk dakikadır yazıyorum.

                                                                                     *

Bugünün alıştırmasını harfiyen yaptım. Dünkü şablon fikrini heyecan verici bulmakla beraber zor geldiği için denememiştim. Serbest yazı ile başlayan günün alıştırması güzeldi. Çok kolay aktı, çıktı. Tamamlayıcı alıştırmaları yaptığımda anahtar kelimelerle ne kadar kolay bir hikayecik kurabildiğimi gördüm. Anahtar kelimeler hayvanlar olduğu halde gerçekçi başlayan, gerçeküstüne çıkan bir metin yazdım. On dakika içinde. En güzeli sonuçlandı. Bitti. Yazdığım serbest yazıyla da uyumluydu. Orada da şefkatli ebeveyn olmaktan bahsediyordum. Hikâye de öyle çıktı. Analizini yapmak ise başlı başına şaşırtıcı, sakinleştirici bir keşifti. Çünkü oradaki sıkışıklığı, şablonu kendi hayatıma uyguladığımda sorunu, çatışmayı, çözüm önerisini açıkça görebildim. Bu da beni ferahlattı.

                                                                                   *

Sabahki yazı çalışmamın 1350 kelime tuttuğunu gördüm. Bu kendimi şahane hissetmeme yol açtı. Ayın 19’u ve 31 bin kelime civarındayım. Bu ayın sonunda 50 bin kelimeyi geçeceğimi tahmin etmek hiç güç değil. Bu bana gerçekten de güç veriyor. Kendimi kolay kolay bir yere ait hissetmesem de Sanal Yazıevi’nin bir parçası olmak, orada benim gibi başkalarının da kendi yazı keşiflerini sürdürüyor olduğunu bilmek, farklı seviyelerde, farklı tarzlarda yazmanın hiç de önemli olmadığını görmek bana kendimi iyimser ve şükran dolu hissettiriyor. Son alıştırma ve bulduklarım iyi geldi. Masalları nasıl kullanabileceğimi gösterdi. Masalları uyarlama fikri benim için yeni değil ancak bunun nasıl mümkün olduğunu bilmezdim. Bu yolu bulmam mümkün değildi. Gecegezen Kızlar karşısında afallamış, ne yaptığını algılamaya uğraşmış, olay örgüsünden oluşan masallardan yola çıkan bu müthiş dil zenginliği karşısında büyülenmiştim. Şimdi yeniden okumak ve feyiz almak istiyorum. 

17 Ağustos 2020 Pazartesi

Kitap Yazma Ayı Güncesi: 2

 

Bu hafta belli bir kahraman üzerine yazmak en sevdiğim şey olmadı açıkçası. Şu oldu, bu oldu, bunu düşünüyorumlarla geçen yazılardan sonra belli bir amaca yönelik alıştırmalar yapmak sınırlayıcı geldi. En sevdiğim şey değil. Alışık olmadığım için belki. Benim için yazmak, hızlı bir süreç. Bir anda yazıyorum, içeride bir yerden yazı akıyor, şekilleniyor, öyküleşiyor. Kahraman yaratmak öyle değil. Durmak, düşünmek gerekiyor. Mümkünse hep aynı kahramanı ilerletmek, onun farklı özelliklerini inşa etmek, kaydetmek. Bu çalışmalarla, bu özenle inandırıcı karakterler çıkıyor aslında. Belki de bu tür bir çalışma disiplininden uzak durduğum için kahramanlarım hep kent soylu insanlar, ağırlıklı olarak kadınlar, anneler. Bu bir yazı zaafı olarak görülmemeli elbette. Alışkanlıklar da değişir. Örneğin ilk kitaptan sonra bir sporcu ya da müzisyen disipliniyle her gün yazı masasına oturmadığımdan bahsediyor, öykü beni yokladığında yazmayı tercih ettiğimi söylüyordum. Oysa her gün yazmanın, öyküyü çağıran, yaratıcılığı arttıran bir yanı olduğunu görüyorum şimdi. 

                                                                   *

Bu kadar sabırlı olduğumu bilmezdim. Annelik ve yazmak bana sabretmeyi öğretti. Düşe kalka büyündüğünü, bazen ne yapsan, istesen, uğraşsan tohumun tutmadığını, filizlenmediğini, hayatta her şeyin multifaktöriyel olduğunu öğrendim. Bazen niyet güzel olsa da toprak verimli olmuyor, güneş açmıyor, karıncalar tohum çalıyor ve ürün vermiyor. Büyümek bunlar karşısında yılmamayı, yenilgi olarak görmek yerine deneyim gibi algılamayı ve denemeye devam etmeyi gerektiriyor.

                                                                  *

Neyi anlatmaya karar verseydim, bu her gün yazılan kelimeler çok daha işlevsel olurdu muhtemelen. Şimdi sabırla derinde ne yattığını kavramaya, anlamaya çalışıyorum. En önemlisi bulmaya. Bulmak istiyorum. Şimdi ne yazmak istediğimi bulmak. Bir adım atmak, zincirinden boşanır gibi yazmak istiyorum. Aslında şu an yaptığım da bu. Düşünmeden yazıyorum, tıpkı her zaman alıştığım gibi ama nasıl desem hikaye eksik, olay örgüsü yok. Kurgu! Dile pelesenk bir kelime. Kurgu eksik. Aslında kurgu eksik lafından anladığım şeyin bende okur olarak bütünlük hissi sağlamayan yazı olduğunu fark ediyorum şimdi şimdi.

                                                                 *

Günü bitirdim. Şimdi burada kalıp sessiz sakin bir ortamda yazmaya başlayabilirim. Bir öyküye başlamak nasıl bir şeydi. Bir eylemde göster adamı. Okuma gözlüklerini taksın. Hah, adam orta yaşın üzerinde, kol saatine baksın. Tamam şimdi fotoğraf beliriyor. Çok genç biri değil bu adam. Dişlerinin arasına bir şeyler girsin. Çünkü diş etleri çekilmiş, kuron boyları uzamış, diş araları açılsın. Ara yüz fırçası cebinde dolaşanlardan. Ya sonra. Bu adamın fiziksel özelliklerine devam et. Burnunun ucuna inen gözlük çerçevesi yüzünden burnunda bir çöküntü var. Bu çöküntüyle oynamayı seven biri olsun. Bir çocuk, hayata oyunlu tarafından bakan biri. Kucağına tırmanıyor, ona kitaplar okutuyor, kitaplar bittiğinde gözlüğü çıkartıyor ve burnunun kemeriyle oynuyor. Hemen ilk mesaj sesine yazmayı bırakıp baktım. Gizem’den sandım. Çünkü o benim bu ayki yazı arkadaşım. Gün içinde birbirimizi kolluyor, motive ediyoruz, zorlandığımız yerlerden bahsediyor, aşma yollarını arıyoruz. Sadece birlikte yazdığım birinin olduğunu bilmek, onun da benzer yollardan geçtiğini bilmek rahatlatıyor. Kaçmamı engelliyor bence. Bu hafta en iyi yaptığım şey yazar günlüğü tutmak oldu. Çoğu zaman yaptığım şey bu zaten. Yazı hayallerimi, hedeflerimi, zorlandığım ya da sıkıldığım yerleri not etmek. Geriye 121 kelime kalmış.

                                                               *

Bazen bir konuda serbestçe on, on beş dakika yazdıktan sonra, klişeleri çoğalttıktan sonra, birden bire açılıyor yazı, işte o zaman yokluyor ilham perileri, yeteri kadar yazdıktan sonra. Oysa tam açılacakken sayfayı kapatmam, başka işlerle meşgul olmam gerekiyor bazen. Yine de yazdıkça amacıma ulaşmış sayıyorum kendimi. Çünkü her ne olursa olsun günlük 1667 kelime barajımı geçiyorum. Belki bu haftayı böyle geçirip hep zorlandığım karakterleri geçince atağa geçebilirim, belki koşabilirim. Kim bilir. Sanal Yazı Evi dipsiz kuyu. Gerçek bir bilgi kütüphanesi. En eski paketlerinden birine bakacağım bu hafta ufak ufak. Roman Notları: Roman Yazmaya Dair Ek Bilgiler. Bunlar doğrultusunda bir çocuk romanı yazmaya da başlarım bu yıl, belki. Kim bilir.  


 

11 Ağustos 2020 Salı

Bir Amaç İçin Yazılır Yazılar, Öyküler *



Bitmeyecek Tartışma: Sanat kimin içindir? Yazar neden yazar? Kimin için yazar? Fakir Baykurt’un Barış Çöreği adlı kitabında yer alan “Yazar” öyküsü üzerinden bir bakış denemesi

Barış Çöreği Fakir Baykurt’un ilk kez 1982 yılında Almanya’da yaşadığı dönemde yayımlanan öykü kitabıdır. Kitapta yer alan yirmi üç öykü 1979 ile 1981 yılları arasında yazılmıştır. Öykülerin büyük çoğunluğu, Fakir Baykurt’un da 1977 yılından beri yaşadığı Druisburg kenti başta olmak üzere Almanya’da geçmektedir. Öykü kahramanları, İkinci Dünya Savaşı sonrası yeniden ayağa kalkmaya çalışan Avrupa’nın gereksinim duyduğu göçmen işçilerin çocuklarıdır. Öyküler birinci tekil şahıs anlatıcı aracılığıyla aktarılmıştır. Bu tercih sayesinde okur ilk elden, sahici bir deneyime tanıklık eder. Deneyimin aktarılmasının esas alındığı öyküler peş peşe okurun karşısında çıktıkça, öykü kişileri ve onların yaşam hikâyeleri çoğalır, üst üste biner. Okuma süresi boyunca Türkiyeli göçmen ailelerin geçim sıkıntıları, hayalleri, umdukları, buldukları, uyum sorunları, vatan ve toprak özlemi, dayanışmaları ile hemhal olan okurun zihninde Avrupa’da göçmen olmaya dair silinmeyecek bir iz kalmıştır, artık. Fakir Baykurt’un tarafı bellidir. O, yazılarını belli bir amaç için yazmaktadır. Yaşanılan acılar unutulmasın, duyulsun ve bireyi dönüştürsün diye kaleme almaktadır. Henüz kitabın açılış öyküsü olan Yazar’da kendisini de bir öykü kahramanı olarak metne yerleştirerek bu ereğini okurla da paylaşır. O, öyküler yoluyla bir ülkede öteki olma deneyimini aktaracaktır. Öykünün anlatıcısı da olan kahramanını bu amaç doğrultusunda şöyle konuşturur:
Bir gün, “Babalarımızdan eli kalem tutan yok. Bizi de kimse adam yerine koymuyor. Bu durumlarımızı kime anlatalım?” diye düşünüp dururken, bir yazar geldi okulumuza. Bahçeye çıkmıştık. Türk öğretmen İsmet Akdağ ile geçtiler yanımızdan. Bilmiyorduk yazar olduğunu. Bilsek de bir yazarın kaç yazdığını yeterince bilmiyorduk. Geçerken bana bir baktı. Gözleriyle çevresini durmadan tarayan bu adamı az sonra sınıfımızda dikilir bulduk. Öğretmenimiz tanıştırdı. Sonra konuşmaya başladı bu:
“Anlatın bakalım nasılsınız? Neler yapıyorsunuz Almanya’da? Geleceğinizi nasıl görüyorsunuz? Babalarınızın, analarınızın yaşayıp da pek ayırdına varmadığı bu yaşamı anlatın. Siz onların çocuklarısınız. Kabul ederseniz, ben de yazarınız oluyorum.”
Görüldüğü üzere Fakir Baykurt, bu ifade ile öykünün sınırları dışına çıkarak sanatçı olarak durduğu tarafı, “Sanat toplum içindir” şiarını benimsediğini, öyküler aracılığıyla tüm yerinden yurdundan edilenlerin, kimsesizlerin sesi olacağını, onların deneyimlerini okura ileteceğini açık seçik duyurmaktadır.
Öykü, anlatıcının kafa karışıklığı ve  şaşkınlığı ile devam eder.
Önce sustuk biz. İlk kez bir yazar gördüğümüz için şaşırdık. Kireç kaplı duvarlardan ses geldi, bizden gelmedi.
İlk kez bir yazar gören, belli ki hem yazarın hem de öğretmenin otoritesinden çekinen çocuklar hem geldikleri ülkeyi, hem de ayrıldıkları ülkeyi güzeller, “İyi, her şey yolunda,” demekle yetinir. Yazar, hem şefkatlidir, hem de sabırlı. Gülerek dinler. Başka Avrupa ülkelerinde dinlediği göçmen hikâyelerinden örnekler verir, çocukların güvenini kazanır ve onların hikâyelerini bir bir toplamaya başlar. Yazım süreci bitip de ilk verimlerini sınıfta paylaştığında öykünün anlatıcısı okuduklarından çok etkilenir. Deneyimini şöyle dile getirir:
Bir gelişinde, bizim anlattıklarımıza dayalı olarak yazdıklarını getirmiş, birkaçını okudum. Bunlar, nasıl anlatayım, pişmişti örneğin. Kopuk kopuk öykü kırıntıları, insanı vuran, öfkelendiren öyküler olmuştu. İşte biz bunu yapamıyorduk. Acıyı yaşıyorduk, öfkeyi duyuyorduk da, böyle etkileyici olarak anlatamıyorduk. Parmak kaldırıp bunun nedenini sordum. “Ee, yazarlık budur!” dedi gülerek.
Sonra sürdürdü konuşmasını.
“Bir amaç için yazılır yazılar, öyküler… Ben sizin burada acılar içinde olduğunuzu biliyorum. Birer fidan gibi sökülüp getirildiniz oradaki toprağınızdan. Ama buradaki toprağa yerleştirilmediniz. Hiçbir yere kök salmadınız. Attılar açığa, kurudunuz. Ayıptır bu! Bunu yapanların ayıbı! Şimdi de yalan söylüyorlar, kendinizin, ya da babalarınızın kusuru gibi söylüyorlar bunları. Bu derece de yüzsüzler!”
Bu tanıklığın ardından anlatıcı çocuk, yazarlık kimliği üzerine düşünür ve yeniden tanımlar. Ona göre yazar, dilsizi dile getirendir. Dilsizin acısını, öfkesini, isteklerini anlatabilendir. Bu tanımla beraber, yazar olmaya dair güçlü bir istenç duyar içinde. Günün birinde babasıyla paylaşır düşüncelerini, isteğini ve de çekincelerini…
Babası şöyle yanıtlar oğlunu:
“Fakir Baykurt anasından yazar doğmadı. O da senin gibi çocuktu. Belki donunu toplayamazdı küçükken. Çalıştı, uğraştı, oldu. Sen de çalışır uğraşırsan, olursun! Hem de asıl sen anlatırsın yaşam denilen denizde bizim çektiklerimizi! Bir daha kimse çekmesin diye, ortaya daha vurucu kanıtlar koyabilirsin, dedi.”
Bana kalırsa, Fakir Baykurt, bu diyalog aracılığıyla emanet edilen hayatları dile getirmenin ne denli güç bir iş olduğunu, yazarın gözlem yapsa da, hikâyeler toplasa da, birinci elden tanıklığın samimiyetine, özüne varamayacağını ima ediyor; daha da önemlisi ikinci kuşak göçmenleri (söz konusu tarihte)  kendi hikâyelerini yazmaya, sanat aracılığıyla bireysel var oluşlarını açığa çıkarmaya davet ediyor.
İlk öyküden itibaren kitabın bütününe yayılan bilinçli tutum, dilsizin acısını, öfkesini, isteklerini anlatmak olduğu halde öykülere hâkim olan atmosfer, öfkeli ve mağdur olmaktan çok uzaktır. Öyküler gücünü realiteden alır. Yazar söz oyunlarına, imgelere, metaforlara başvurmaz. Yalın ve basit bir dili benimser. Diyaloglarda gündelik dili kullanır. Öykü kişilerinin konuşurken araya Almanca kelimeler soktuğu, zaman zaman ana dille kendilerini ifade etmekte yetersiz kaldıkları görülmektedir. Çocukların yaşadığı eğitim öğretim sorunlarını, çift dilli yaşamanın zorluklarını örnekleyen bu gibi durumlar, Yazar öyküsünde bahsi geçen yerinden sökülmüş fidan örneğini akla getirir. Okur da artık yazarın tarafındadır, meseleye aynı duyarlılıkla bakmaktadır ve sanat amacına ulaşmıştır.
Sonuç olarak Fakir Baykurt, Barış Çöreği adlı eserinde bireyselden yola çıkarak toplumsal olanı, eleştirilmesi, görülmesi gerekeni aktarmış, anlattığı yaşamlar zor dahi olsa her bir öykünün içine yaşama coşkusunu, uyum becerisini, mizahı sığdırmayı bilmiş, her defasında küçük de olsa bir çözüm önerisiyle, değişimle biten, okurda neşe ve umut karışımı bir duygu uyandırarak sonlanan öyküleriyle aradan geçen kırk iki yılda güncelliğini korumayı bilmiştir.

*Başlık Fakir Baykurt’un “Yazar” adlı öyküsünden alınmıştır.
** Bu yazı Tetkik Dergi Ağustos 2020 sayısında yayımlanmıştır. 


10 Ağustos 2020 Pazartesi

Kensiymiş Gibi Edebiyatburada'da

 Hayatın Kendisi Olan Öyküler

Tuğba Gürbüz’ün ikinci öykü kitabı  ‘Kendisiymiş Gibi’ hayatın rutin hȃllerini anlatan on sekiz kısa öyküden oluşuyor. Tuğba Gürbüz’ün öykülerini okumak, bulutsuz havada gökyüzüne bakmak gibi bir şey.  Yazarın yarattığı öykü kişileri, halkın içinden adeta cımbızla çekip çıkardığı entelektüel olmayan ilginç tiplerdir. Bunun yanı sıra Gürbüz’ün  öykülerinin kişisel iç çatışmalarının aksine nesnel bir kalemle yazıldığı görülür. Topluma ve kendine karşı duyulan tutkulu sorumluluk olduğu da söylenebilir.

Kitapta dikkatimi çeken ilk öykü ‘Bir Şekerleme İster misin Massi?’ de sınava giren öykü kahramanı, hocasını babasının hareketleriyle örtüştürür ve profesörün yazdığı roman kahramanlarını anne ve babasına benzetir.

“Bana yazmayı öğretin profesör, kelimelerle öç almayı. Babam hakkında yazdıklarınız tek katmanlı. İşin kolayına kaçmışsınız profesör. Sizden çok daha iyisini beklerdim. Gücünü, merak edilen gerçeklik duygusundan alan bir roman için bu kadarı yeterli diye mi düşündünüz? Sahi, annem anlattığınız kadar ateşli mi? Bana abartıyor gibi geldiniz.” (s. 21)

Merdümgiriz’de, son zamanlarda medyadan sıkça tanık olduğumuz bir olay var. Aile kavgasına tanık olan kahraman, kadını savunmak için kadının kocasını döver. Ama kadının yerde kanlar içinde yatan kocasının elini tutmasıyla kahramanımız yaptığı hatanın bilincine varır, hemen olay yerinden uzaklaşmaya çalışır. Ayrıca yazar bu öyküde kişisinin güzel sanatlarda okuyan sevdiği kız için yaptıklarını yazarak bize gençlik aşklarımızı hatırlatır.

“Kadın, yaralının elini şefkatle tutuyordu. (Bu hiç de iyiye işaret değil.)’Aile kavgası işte. Ne halt yemeye giriyorsun araya. Hadi girdin diyelim, ne demeye damı elinde kalacak şekilde dövüyorsun. Kabak başına patlamadan sıvışmaya bak!’ diye düşündü.” (s. 41)

Kendisiymiş Gibi’de yazar, okurunu insanȋ duyarlılığa çağırırken iyimserliğini korur.  Gençliğinin yitip gitmesiyle sağlığını, dinamizmini kaybeden öykü kişisi gerçeklerle yüzleşir ve gençliğini hatırlar. Öte yandan bu küçürek öykünün birçok gerçekleri barındırması da dikkat çekici.

“Kendisiymiş gibi bakıyor. Çok da emin değil. Belki de bir başkasıdır. Bu eller, bu kırlaşmış saçlar, bu yaşlılık lekeleri… Eller gizleyemiyor yaşı diye düşünürdü eskiden. Ne kadar eskiden? Bu lekelere sahip değilken öyle düşünüyordu herhalde.” (s.65)

Tuğba Gürbüz çağdaş öykü tekniklerinden yararlanarak nesne öyküleme tekniğini gerçekçi bir yaklaşımla yazmayı ‘Ama İsmail’de de devam ettirir. Bunu yaparken imgeler ve deneyimlerinden faydalanır ve süslü, gösterişli cümlelerden uzak kalmayı başarır.

‘Ama İsmail’ çok konuşan, karşısındaki insana aman vermeyen kişileri hatırlatır okuyucusuna. Gürbüz, kısa cümleleri, güzel, yerinde benzetmeleriyle hoş bir öykü çıkarır meydana.

“İsmail konuşuyor da konuşuyor. Sesine susamış gibi kana kana içiyor ya da dışına dışına savuruyor. Eski karısını, oğlunu anlatıyor boyuna. Yeni kocayı, oğlanın terapist ve gölge öğretmen ihtiyacını… Anlatıyor da anlatıyor. Çok hızlı konuşuyor. Öyle ki araya girmek mümkün değil. Bazen bir iki kelime atıyorum ortaya, onu yavaşlatmak, “Ben de buradayım,” demek için. Sorum yeni bir kapı açıyorsa, pasımı görüyor ve hızını kesiyor. Kelimelerimin, varlığımın bir değeri yok gibi. Kelimelerimi oltaya takılmış yem misali salıyorum masaya. O yemi çalıp giden kurnaz balık, ben acemi balıkçı.” (s.70)

Sonuç olarak: Tuğba Gürbüz'ün belleğinin derinliklerinden yeniden doğan öyküler, kitap boyunca okuru büyüye kapılmış bir şekilde imgeden imgeye geçirir, okur kendisini öykü içinde gezinirken bulur. Gürbüz'ün izini sürdüğü öyküler arasında bir tür geçişkenlik olduğu düşünülebilir. Kaleme aldığı öykünün kahramanıyla adeta bütünleşerek yazarın varlığı her satırda hissedilir. Keyifle okuyunuz. 

Göksu N. Çakır'ın Edebiyatburada 'da yayımlanan yazısına buradan ulaşabilirsiniz. 

 

Kendisiymiş Gibi, Tuğba Gürbüz, Notabene Yayınları, 80 s. Şubat 2020

7 Ağustos 2020 Cuma

Kitap Yazma Ayı Güncesi: 1


Bu yıl üçüncü kez kitap yazma ayına başlıyorum. İlk iki yıl tamamlayamadım. En verimsizi geçen yazdı. Çünkü artık bir kitabın iskeletini çatmıştım ve yeni alıştırmalar, rastgele yazı taslakları, hikâye fikirleri bana iyi gelmiyordu. Bana olduğum yerden gerideymişim hissi veriyordu. Bu da bir çeşit bunaltıya dönüyordu. Nitekim eylülde elimde ne var ne yoksa topladığım öykü dosyası birkaç ay içinde gelişti ve yeni kitabı oluşturdu. Bu yıl, diğer iki yıla göre kendimi çok daha avantajlı konumda hissediyorum. İlk yıl yazamıyorum, yeni dosyamı hazırlayamayacağım, toparlayamayacağım kaygısı vardı, geçen yaz olgunlaşmış meseleler arasından yenilerine yer açma zorluğu.  Kelime sayısını tutturmak için peş peşe 6 dakikalık, 15 dakikalık serbest yazılar aracılığıyla zihni boşaltmak değil amacım. Bu da kıymetli elbette, bu kadar rastgelelikten anlamlı bütüne varmışlığım da var ama bu yıl kelime sayısı tutturmak için zırvalamak yerine bir izi takip etmeyi planlıyorum. Biraz daha belirlenmiş bir rotadan gitmeyi, kafamda belirlediğim temalarla örtüşebilecek metinler yazabilmeyi umuyorum. Kahramanları mekânlarda hareket ettirmeyi, eyleme geçirmeyi planlıyorum. Ya da belirgin duygu hâllerini göstermeyi. Bunların hiçbiri kesinleşmiş, kati planlar değil elbette, yürümeyi umduğum, şu an için aklıma yatan yol bu diyelim. 

                                                                         *

Yüz Kitap'ın öykü kitaplarını, özellikle de uzun hikâyelere yer verenleri okuduğum her defasında uzun yazmaya hevesleniyorum. Uzun yazmayı hiç denemedim. Nasıl yapılır bilmiyorum. Dramatik bir kurgu, nedensellik bağı kurmak lazım. Benim alıştığım kısacık anları göstermek. Bu kısa anları birbirine bağlayacak nedenselliğe ihtiyaç var kanımca, onları birbirine sıkıca bağlayacak bir kurguya. Bu kurguyu, nedensellik bağını kabaca kurarsam, üzerine düşünürsem episodlar halinde yazıp birleştirebilirim belki. Kırk yama örtüler gibi, her defasında bir parça. Roman yazmayı henüz denememin bir nedeni de roman yazmanın bir, iki yıl süreceği, daha sıkı ve kesintisiz çalışılması gerektiğine dair zihnimde yarattığım inanç ve bu emeğin ardından ya çöpe giderse düşüncesi.
                                                                      *


Bayram tatilinde yazmak için zaman yaratmak kolay oldu. Tek seferde tamamladım genellikle. İçine bolca aynı düşünceler, kelime tekrarları, kaç kelime kalmış hesabı dahi girdi ama olsun. Yeni ve farklı metinler üretmenin yolu bazen klişeleri bolca tekrarlamaktan geçiyor. Kendime kızmıyorum. 
                                                                     *

Bu  hafta en çok yazma coşkumdan, isteğimden, yazmayla ilgili yeni projelerimden, daha doğrusu hayallerimden bahsetmişim. Korkularımı yazmışım. Kadın erkek ilişkilerinden bahsetmişim bolca. Yuva kurmak, ailenin genişlemesi, seçmediğin bireylerle akraba olmak ve geçinmek, çatışmak, bunun nasıl bir cehennem olduğu gibi şeylerde kalem oynatmışım. Kadının, bu düzenin hem mağduru hem zalimi olduğunu fark etmeksizin sürdürücüsü olduğundan, erki nasıl kullandığından, hemcinsini nasıl ezdiğinden, zorladığından bahsetmişim. Bunları görüp yazmışım. Yoran, bıktıran, bezdiren ilişkileri, benliğin ezilmesini, kadının buna alışmasını, nasıl başa çıkacağını öğrenmesini yazmışım. 
Bu yazılarda beni en çok şaşırtan şey iç döküyormuşum gibi önemsizleştirdiğim yerlerin aslında bana temalarımı fısıldıyor olduğunu fark etmek oldu. Hiçbir değeri olmayan, önemsiz addettiğim gündelik şeyler yazarken aslında baktığım yeri belirlediğimi fark etmek heyecan vericiydi. Kimleri okumam gerektiğini buldum. Kırgın ve güçlü kadınları yazan kadın yazarları önce Alice Munro'yu, sonra Selçuk Baran'ı. Alice Munro'ya hayranım çünkü başka bir yazarın elinde kolayca trajediye dönebilecek, kendisine acıyacağımız kadınlar onun kaleminde güçlü kadınlar haline dönüyor. Zayıflıklarının, zaaflarının farkına varıp değişiyor, dönüşüyorlar. Klişe tabirle güç ve ilham veriyor. 
                                                                         *
Dün gece hafta boyunca yazdıklarımı baştan sona okudum. Onlar üzerine düşündüm. Birden bire içleri dolmaya başladı. Öylesine iç döken, kendini tekrar eden, geviş getiren düşünceler ve yinelemeler bütünü değiller artık. Sanki yazılacak olana hazırlanmak gibi, bir nevi ön hazırlık gibi, yazmak istediğin temaları seçmek, kahramanları belirlemek gibi, belki kahraman adına günlük tutmak gibi, onu daha yakından tanımak için iç dünyasına, onu rahatsız eden, duygulandıran, sevindiren şeylere bakmak gibi. 

3 Ağustos 2020 Pazartesi

Kendisiymiş Gibi Tetkik Dergi'de

‘Kendisiymiş Gibi’ Yazanlar 

Fikir, Edebiyat, Kültür ve Sanat Mustafa Enes Ardıç

Yeni bir yazar için yeniyi arayan bir yayınevi öncelikli olmuştur. Tuğba Gürbüz’ün öykülerinden söz edeceğiz; ancak öncelikle yayınevi güzellemesi yapmam gerektiğini düşünüyorum. Keşfedilmemiş şarkılar, filmler, kitaplar keşfetmek özel bir arayış, uğraş benim için. Önce Tuğba Gürbüz’ü ardından da NotaBene Yayınlarını keşfettim. Biraz geç kalmışlık hissi çöktü üzerime. Yazarın ilk kitabı “Lodos Çarpması” adlı doksan küsur sayfalık bir öykü kitabı. Pandemi kurallarına riayet ederek bir kitapçıya gittim. Kitabı aldım, kitapçının önündeki kafeteryaya oturdum. Kitabın oracıkta biteceğini bilseydim daha hazırlıklı giderdim. Kısacık öyküler, bu insanlar nasıl kitap yazıyorlar, diyerek baştan eksi verdiğim kitaba oracıkta tutuldum. “Kısacık” ile kocamanı anlatmak zanaatı yazar olmak. Şiirde de böyle, öyküde de. Lodos Çarpması’nı okuduktan sonra değerli yazar Tuğba Gürbüz’e ulaşmaya çalıştım ve samimi iletişimiyle karşılaştım. Kendisi ile kısa bir mülakat yaptıktan sonra verdiği söyleşileri okuma fırsatı buldum. Okurlarımız da internet ortamında yayımlanan bu metinlere ulaşabilirler. Kendisiymiş Gibi, yazarın tıpkı ilk kitap gibi bir öykü kitabı. İçerisinde toplamda 18 öykü var. Öyküleri okurken insan günlük hayatta eksiğini gördüğü bir durum için tamamlamak istediği şeylerin içinden geçirir ya hani, onların tamamlanmış olduğu hissediyor. Çok beylik sözler etmek istemiyorum; ancak kısa kısa enfes öyküler okuduğumu söyleyebilirim. Yazar bir hekim, en önemlisi de bir anne. Anne gözünden, kadın gözünden, hekim gözünden öyküler okuttu bana. Ne de güzel oldu. Şahsen edebiyatın içinde böyle yazarların olmuş olması beni çok heyecanlandırıyor. Üstat Mehmet Akif bir veterinerdi, Oğuz Atay bir mühendis, birçokları asker, mimar. Yani sosyal bilimlerin alanıymış gibi algılanan edebiyat alanına ciddi katılımlar yapan sayısal, fen zekâsıyla düşünen insanlar, yazmak meselesinin ne kadar da ayrıştırmayan, sınıf tutmayan, his işçiliği olduğunu göstermiştir. Tuğba Gürbüz’de bu perspektiften bakıldığında çok başarılı bir yazar. 
Kendi ifadelerinden aktarımla evlatçığı ve sosyal hayatına ilişkin sorumluluklarından ötürü henüz bir roman çalışmasının olmadığını öğrendim; ancak eklemek isterim ki kendi belirlediği çıta seviyesini kendi yazdıklarıyla daha yukarıya taşıyacağından eminim. Ne güzel olurdu Tuğba Hanım’dan bir roman okusak. Popüler kültürün ticari maksatlarla amiyane tabirle gözümüze soktuğu yüzlerce eski, klasik kitap şuracıkta duradursun; çağımızın yazarlarının neler anlattığına kulak kabartmalıyız derim. “Kendisiymiş Gibi” insanların kendisinden başlayıp kendisine giden bir yolculuk kitabı bence. Her öyküden sonra düşünme, karar verme dürtüsü yönelimine itiyor insanı. Kitabı okuyacak olanların aradıklarını bulabilmeleri umarım. Ülkemiz için; okuyan, okutan, anlatan, yazan insanların diyarı olmayı dileyerek ve Tuğba Gürbüz'ün öykülerini okumanızı önererek yazımı tamamlamak istiyorum. 
* Bu yazı Tetkik Dergi'nin ağustos sayısında yayımlanmıştır.