27 Eylül 2015 Pazar

SİNE SÖZLÜK "Y"





A'dan Z'ye En Sevdiğim Filmler

Musa'nın sorgusu sırasında Savcı ile arasında geçen diyalog:
-Avukat tuttun mu?
-Hayır.
-Neden?
-Tutmadım işte.
-Bu da bir fikir. Ama iyi bir avukat tutmak zorundasın. Sen tutmazsan, devlet sana bir avukat tayin eder.
-Etsin o zaman.
-Seni bu zahmetten kurtardığımıza sevindim. Senin için sessiz ve içine kapanık biri diyorlar. Ne dersin?
-Konuşacak fazla şeyim yoktur. O yüzden susarım.
-Bundan iyi neden mi olur? Sinem Demircan. Kızlık soyadıyla Sinem Arca. Eşin oluyor değil mi?
-Evet.
-Yeni evliymişsiniz.
-Öyle sayılır.
-Ne zamandır tanışıyorsunuz?
-Uzun zamandır.
-Ne kadar uzun?
-Bilmiyorum. Birkaç yıl olmuştur.
-İş arkadaşı olarak mı, sevgili olarak mı?
-Sevgilim değildi. Kendisini pek tanımam.
-Tanımaz mısın? Tanımaz mıydın?
-İkisi de...
-İnsan tanımadığı biriyle evlenir mi?
-Evlenir.
-Belki de haklısın. O zaman nasıl evlendiniz diye sorayım?
-O istedi.
-Kimdir, nedir diye hiç merak etmedin mi?
-Etmedim.
-Bu nasıl iş anlamadım. İnsan biraz olsun merak etmez mi?
-Eder belki. Ama ben etmedim.
-Eşine pek düşkün değilsin galiba. Yani duygusal olarak. Değil misin?
-Öyle sayılır.
-Neden?
-Nedeni yok. Öyle işte.
-Kendisinden şüphe ediyor muydun?
-Hangi konuda?
-Başkasıyla ilişkisi konusunda.
-Naim beyle olduğunu sanıyorum.
-Sanıyorsun?
-Evet.
-Peki ne oldu da böyle sanıyorsun?
-O kadarını hatırlamıyorum.
-Hiç konuştun mu kendisiyle?
-Kiminle?
-Eşinle tabii.
-Hayır.
-Neden?
-Aklıma gelmedi.
-Aklına gelmedi?
-Gelmedi.
-Şu konuşmalar sana inandırıcı geliyor mu hiç?
-Anlamadım.
-Ya nerde büyüdün sen? Paris'te filan mı?
-Anlamadım.
-Gençliğimde bir Fransız romanı okumuştum. Onun kahramanı gibisin. Şu komşun Necati. Necati Pınarcık. İyi arkadaşınmış.
-Benim arkadaşım yoktur. Ama kendisini severim.
-Neden seversin?
-Nedeni yok. Severim işte.
-Pezevenk olduğunu biliyorsun herhalde.
-Ambarcı olduğunu biliyorum.
-Ne ambarcısı?
-Bunu bilemem.
-Sormadın mı hiç?
-Sormadım.
-Annenin öldüğü sabah. Hep yaptığı gibi seni uyandırmamış. Kahvaltı da hazırlamamış. Ya n'oldu bu kadına diye merak etmedin mi?
-Uyuduğunu düşündüm.
-Biri şimdi karın olan iş arkadaşlarınla yemekte konuşmuşsunuz ama.
-Konuştuk.
-Git bir bak, demişler.
-Dediler.
-Eee?
-Gidip bakmadım.
-Neden?
-Bilmiyorum. Üşendim herhalde.
-Gece de eve geç gitmişsin.
-Çalıştım.
-Belki bir şey olmuştur diye hiç aklına gelmedi mi?
-Gelmedi.
-Peki öldüğünü anlayınca ne yaptın?
-Bir şey yapmadım.
-Hiçbir şey mi?
-Böyle durumlarda ne yapılır bilmem. Patrona söylemek için sabahı bekledim.
-Patronun Naim Tuğlacı'yı?
-Evet.
-Peki sabaha kadar ne yaptın? Uyudun mu?
-Gece yarısına kadar oturdum. Sonra koltukta sızmışım.
-Yani uyudun?
-Evet uyudum.
-Ağladın mı?
-Ben ağlamam.
-Neden?
-Bilmiyorum. Ağlamam işte.
-Ne düşündün? Ne yaptın uyumadan önce?
-Bir şey düşünmedim. Televizyon seyrettim. Sonra iki defa da sütlü kahve yapıp içtim.
-Sütlü kahve içtin?
-Evet.
-Anneni sever miydin?
-Evet herkes gibi.
-Ölümüne üzüldün mü?
-Üzüldüm.
-Ama eşine sevindiğini söylemişsin.
-Evet buna benzer bir şey söyledim. Ama bu başka bir şey.
-Nasıl?
-Anlatması zor. Yani nasıl anlatacağımı bilmiyorum.
-Anlıyorum ama sen yine de anlatmayı bir dene.
-Dediğim gibi anlatması zor.
-Bir dene bakalım. Biz de anlarız belki.
-İnsan sevmesine sever annesini ama sıkılır bazen ya da yalnız olmayı ister. Yani ölmesini istemez ama böyle, böyle de olsun ister. Yani bunun gibi bir şey.
-Ölünce de sevindin?
-Bunun gibi bir şey ya da rahatlama.
-Anladım. Yani gerçekten anladım. Hukuk fakültesini son sınıftan terk etmişsin.
-Evet.
-Niye bitirmedin?
-Hatırlamıyorum. Sıkıldım herhalde.
-Doğru sıkıcıdır gerçekten. Tanrı'ya inanır mısın?
-Hayır.
-Başka şeylere?
-Ne gibi?
-Ne bileyim başka inançların olabilir. Satanistlik falan gibi.
-Ben hiçbir şeye inanmam.
-Niye sorulara hep soruyla cevap veriyorsun?
-Bilerek yapmıyorum. Anlamadığım için herhalde.
-Bu olayda anlamadığım bazı taraflar var. Bunları anlamam için bana yardım edersin herhalde.
-Elimden geleni yaparım.
-Patronuna öfke duyuyor muydun?
-Hayır. Neden duyayım?
-Ne bileyim? Karınla ilişkisi olması yüzünden mesela.
-Bunu kesinkes bilmiyorum. Sandığımı daha önce söylemiştim.
-Öyle diyelim. Karınla ilişkisi olduğunu sanman yüzünden öfke duyuyor muydun?
-Bunu o zaman kendi kendime de sordum. Ama bir şey hissetmedim.
-Yani duymuyordun?
-Hayır.
-Kıskanıyor muydun?
-Karımı mı? Patronumu mu?
-Her ikisini de.
-Hayır.
-Peki ilişki konusundaki şüpheni patronuna hissettirdin mi hiç?
-Nasıl?
-Suçlayıcı davranarak ya da başka, ne bileyim?
-Hayır.
-Peki patronun sana hissettiriyor muydu?
-Bunu düşündürecek bir şey olmadı. Ya da olduysa da ben fark etmedim.
-Şüphe ediyordun. Ama hissettirmeden güzel güzel çalışıyordunuz öyle mi?
-Güzel miydi bilmiyorum. Ama problemsiz diyorsanız doğrudur. Şüphe etmeye gelince ben şüphe ediyordum demedim. Sadece sanıyordum dedim.
-Doğru öyle dedin. Maktulleri yani patronun ailesini tanır mıydın?
-Tanırdım.
-Yakından mı?
-Sayılmaz.
-Sever miydin?
-Ortada sevip sevmememi gerektirecek bir durum yoktu. Sadece tanırdım.
-Doğru söze ne denir? Bu arada patronun uzun süredir karınla ilişkileri olduğunu itiraf etti. Karın da kabul etti. Ne diyorsun?
-Ne diyeyim? Olabilir.
-O günü nasıl geçirdin? Bir anlatsana.
-Bunu daha önce defalarca anlattım. Zaten anlatacak bir şey de yok.
-Olsun. Sen bir daha anlat.
 

26 Eylül 2015 Cumartesi

HÜZÜN ADASINDA HAFTA SONU

Şu sıralar hepimizin hayatı parçalı bulutlu, malum. Keyfim yokken, hadi açık açık söyleyelim depresifken, kendimi yorgun, bitkin, bezgin hissediyorum. Öyle bir uyuşukluk, bıkkınlık hâli ki üzerime sinen, içimden parmak kıpırdatmak dahi gelmiyor. Buna rağmen oyunbozanlık yapmak istemiyorum ve sezon finali yapmak üzere geçtiğimiz hafta sonu İmroz'a gitme önerisine itiraz etmiyorum. Oysa havaların serinlediğinden, denize giremeyeceğimizden, yolun erken tatilciler yüzünden çok uzayacağından ve keyif alamayacağımızdan neredeyse eminim. Yola çıkmadan bir gün önce pek tatlı bir haber alınca, mutluluktan ağzım kulaklarıma varınca, bu kötü düşünceleri ve beklentileri bir kenara atıyorum. Yol uzamış, ikinci gemiye kalmışız, 34 plakalı araçlar kuyruğu ihlal etmiş, önümüze girmeye çalışmış ne gam. Açıyorum pili tam dolu bilgisayarımı ve hevesle çalışıyorum. Vakit kalıyor. Son anda yanıma aldığım Deniz Kavukçuoğlu'nun Hüzün Adasında Bir Köy Gökçeada-Bademli kitabına bile başlıyorum.

 
Kendisi de 2011 yılından beri Bademli (Gliki) köyünde yaşayan Deniz Kavukçuoğlu adaya ilk gelişini anlatarak başlıyor söze. Bademli köyünü, İnci-Yüksel Pazarkaya çiftinin evinde geçirdiği ada tatilini, nasıl adalı olmaya karar verdiklerini anlatıyor, köyün sakinlerini, alışkanlıklarını, âdetlerini... Gelenekler, komşuluk ilişkileri, yemekler, bayramlar, kitaba alınan köyün ilginç kişileri anlatıya renk katıyor ancak ikinci bölümde adada kalan, yeniden dönen Rumlarla, adaya sonradan yerleşen Türklerle yapılan söyleşilerin yarattığı hüzün kısa tatilimiz boyunca hiç dağılmıyor, bir yumru oluyor oturuyor boğazıma. Boşaltılmış köyler, kapısı, penceresi sac levhalarla kapatılmış evler, yıkılmaya yüz tutmuş viraneler usul usul fısıldıyor yaşananları, Rumların yaşadığı sıkıntıları, devletin uyguladığı baskı politikalarını, arazilerinin istimlak edilmesini, yarı açık cezaevinin açılmasının sebep olduklarını, Rum okullarının kapatılmasını, ailelerin dağılmasını, malların yağmalanmasını ve zorunlu göçü...
Anlatıdan da, geziden de geriye hüzün ve utanç kalıyor.
 

 

23 Eylül 2015 Çarşamba

Ama diş ağrısı fena


"... Ama diş ağrısı fena. Yokuştan aşağı amuda kalkıp koş geçer deseler koşarsın. İnsanda muhakeme yeteneği bırakmıyor. Koşmadım tabii. Edebimle dişçiye gittim. Ağrılı bir sürece dayanabilirseniz dişinizi kurtarabiliriz demişti doktor. Dayanamam nasıl dayanayım. Amuda kalkıp koşacak noktaya gelmişim. Çekin dedim. Çektiler. Zavallı dişim kerpetenle ağzımdan çıkarılıp tıbbi atık kutusuna atıldı. Dramatik bir andı, onca yılımızı beraber geçirmiştik ve doktor kılığındaki bir nalburun acımasız kerpeten darbeleriyle bir anda sonsuza kadar ayrılmıştık. Ama yemişim dramasını. Ağrıdan kurtuldum."
Linda Teyze öyküsünden
Belki Bir Gün Uçarız / Aylin Balboa

22 Eylül 2015 Salı

BİR ROMAN NASIL YAZILIR?

Yoğun geçen yazın ardından kendime bir türlü gelemediğimden olsa gerek zamanla problemim var. Hızla akıp gittiğini düşünüyorum, didişiyorum onunla. O ise benden bihaber kendi hızında akmaya devam ediyor. Ne hızlı ne de yavaş. Yığılı işler eksilmiyor, biriktikçe birikiyor. Ayın 21'i olmuş. Blog yazıları dörtte kalmış. Böyle durumlarda hemen kendime verdiğim sözü hatırlıyorum. Tembelim ama sorumsuz değilim.
Elimin altında duran yaratıcı yazarlık kitaplarından birini çıkarıyorum. İçinden alıntılar yapmadığım tek kitabı, Murat Gülsoy'un Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık Kurmacanın Bilinen Sırları ve İhlâl Edilebilir Kuralları'nı alıyorum elime. 2007'de, Mario Levi'nin Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'ne devam ettiği sırada aldığım, Hakkari'de öncelikle kendim için yürüttüğüm beş altı haftalık edebiyat atölyesine hazırlandığım günlerde epey faydalandığım kitap,  o dönemde aldığım notlar, altını çizdiğim satırlarla dolu. Anılar üşüşüyor zihnime. Bir e-posta düşüyor sonra bilgisayarıma. Eski bir arkadaş, Hakkari'de askerlik yapan bir tanıdığına ne gönderebileceği konusunda önerilerimi istiyor. Her Van'a gittiğimizde buz aküleri üzerine yatırdığımız dondurulmuş deniz ürünleri, annemlerin Çanakkale'den yolladığı zeytinyağı ve Ezine peyniri tenekeleri geliyor aklıma. Van'daki bir markette deniz börülcesi bulduğum zamanı hatırlıyorum sonra. İlk kez gelmiş markete, kasiyer ne olduğunu bilmiyor. Deniz börülcesi, diyorum. Açtığım sandığın kapağını kapatıyorum. Daha vakti var. Sonra, sonra döneceğim o günlere, belki yazacağım, hatta.
Murat Gülsoy, anlatacak bir hikâyesi olanlara kurmacanın bilinen sırlarını ve ihlal edilebilir kurallarını anlatmaya, paylaşmaya devam ediyor. Okur da ilgi göstermeye devam ediyor. Genişletilmiş 11. baskısının raflarda olması başka neyi işaret edebilir?
Kitabın Sonsöz "... gereğinden fazla konuştum..." isimli son bölümünde Murat Gülsoy, "Birçok kaynakta 'öykü yazmanın sekiz aşaması', 'on adımda karakter yaratmak', '100 günde romanınızı yazın' gibi eğlenceli formüle rastlayabilirsiniz. Ben bu tip önerileri ciddiye almasam da okumaktan zevk alırım. Örneğin John Braine'nin Bir Roman Nasıl Yazılır adlı yazısındaki öneriler oldukça eğlenceli, özetleyerek alıntılıyorum," diyor.
John Braine'den Yazar Adaylarına Tavsiyeler


Bir Roman Nasıl Yazılır
1. Romanı yazın: Önce bölüm bölüm sinopsisini çıkarın, ardından 80.000 sözcükten oluşan bir bölümünü yazıp ne kadar zamanda yazdığınızı ölçün, bir program yapıp ona uymaya çalışın ve yazabileceğiniz kadar çok sayıda sözcükle yazıp bitirin, düzeltmekle uğraşmayın. Romanınızın ilk taslağını ne kadar çabuk bitirdiğinizde siz de şaşıracaksınız.
2. Deneyimlerinize dayanarak yazın: Çevreniz ve yaşantınız ne kadar sıkıcı olursa olsun, tek kaynağınız deneyimlerinizdir.
3. Asla otobiyografik olmayın.  Sakın yazarlar (ya da sanatçılar) hakkında yazmayın.
4. Romanınızdaki eylemleri ve olayları iyi aydınlatılmış bir sahnede gözünüzün önünde oluyormuş gibi anlatın. Okur görsün.
5. Yazdıklarınız konuşma dili gibi rahat okunabilmeli. Yüksek sesle okunamıyorsa karışık olmuş demektir.
6. Diyaloglar karakterin aynasıdır.
7. Roman bir hikâye anlatmalıdır.
8. Dramatize edin. Çelişkiler, karşıtlıklar, sürprizler olmalı.
9. Romanlar propaganda yapmamalı.
10. Gerektiği zaman bu kuralları kırmaktan kaçınmayın.


9 Eylül 2015 Çarşamba

ÇİÇEKLERE FLÜT ÇALAN KIZ

"Her gün zıplamaktan, hoplamaktan, kahvaltı yapmaktan, etkinlik yapmaktan çok yoruldum, sıkıldım. Artık okula gitmek istemiyorum. Pamam mı?"
Hak verdim ona. Mayıs ayında erken yaz tatiline çıktı. Beraber sardunyalar diktik balkona. Kırmızı, pembe, öbek öbek açtılar. Deniz gururlu.

 
"Neden bu kadar güzel açtılar biliyor musun?"
Benim bilmediğim bir sırra hâizdi. Gülümseyerek açıkladı.
"Onlara flüt çalıyorum her gün. Çiçekler sadece su ve güneş istemez anne."
Çiçeklere flüt çalmak için okulu bırakan kız, keyifli bir yaz tatili geçirdi. Deniz, kum, güneş, yaz arkadaşları, yüzme arkadaşı Bal (iyi huylu ve sabırlı bir Golden Retriever- Deniz'in onca oyununa, kuyruğunu, kulaklarını çekiştirmesine bana mısın demiyor), ailemizin yeni, minik üyesi, oyuncu bir tekir, Pati...
Havalar serinledi artık. Denizin tadı kaçtı. Öğle saatleri hariç suya girmek istemiyor insan. Yeni bir okul seçme zamanı gelmiş de geçiyordu. Bayramdan sonraya mı bıraksam acaba derken, 1 Eylül'de Deniz yeni okuluna başladı. Kayıt için gittiğimizde biraz suratı asıldı.
"Burası normal okul. Peri okulu değil."
"Sınıfın tavanından sarkan elmaların altında üç kere yürü, üç kere etrafında dön, 'abba rubba kabba' de, elmalardan üzerine görünmez peri tozları düşecek. Üzerinde yeterince peri tozu biriktirdiğinde istediğin sihri yapabileceksin."
Şimdilerde Deniz peri tozu biriktirmek ve arkadaşlarıyla eğlenmekle meşgul.
Çiçekler mi? Biraz müziğe ihtiyaçları var.

8 Eylül 2015 Salı

Karanlık bastırmış

Bu aralar çok tembelim. En basit işleri bile aylarca bekletiyorum. Kütüphaneyle ilişkim hepten sorunlu. Kitapları iade etmem gereken tarihi asla takip etmiyorum. Kütüphaneyi daha çok Deniz için kullandığımızdan kitapları okumayı bitirmek gibi bir kavram yok. Defalarca okunuyor o kitaplar, yeri geliyor yeniden ödünç alınıyor. Artık vakti gelmiştir diye düşünerek yanıma alıyorum, arabaya veya iş yerine, sonra bekliyorum, ne zaman cep telefonuma mesaj geliyor. Ertesi sabah ilk iş kütüphaneye gidiyorum.
Kütüphane hâlâ yaz saati uygulamasında. Cumartesileri kapalı. Deniz kreşe başladığı için kitapları verme ve yenilerini seçme işi bana kaldı. Rafların pazar tezgâhından farkı yok. Alışverişten sıkılırım ama iş Deniz'e yeni, okunmamış, eğlenceli kitaplar seçmeye gelince, akan sular duruyor. Tek tek bakıyorum, gizli bir hazine bulmak için, uyku öncesi bir neşeli kahkaha duyabilmek için, kızıma sıkı sıkı sarılmak için. Oysa sarılmalar haram bize!
Toplam altı kitabı alıyorum kolumun altına. Hastam yok, kütüphanenin önü kordon. Oturuyorum, bir karışık tost söylüyorum kendime. Çayın demini almasına on beş dakika varmış, beklemek istemiyorum. Sütlü neskafe eşlik ediyor kahvaltıma. İnternetimi açıyorum. Kötü haberler saçılıyor önüme, boğazımda bir yumru. Lokmalar büyüyor ağzımda. Yutmak güçleşiyor. Fuat Avni haberleri takip etmek zorunda kalmayacağımız günleri düşlüyorum.
Denizi izliyorum, gemileri, martıları. Keyif vermiyor sabah kaçamağım. Kös kös otoparka yürüyorum. Karşıdan bir araba  üzerime geliyor. Normalde açar pencereyi, tek yön bu sokak, derim, bıkmadan, usanmadan, susuyorum, sola yanaşıp bana yol vermesini bekliyorum.




 

3 Eylül 2015 Perşembe

Böyle bir tablo insanın inancını yok edebilir*

 
*Dostoyevski'nin bu sözü, Hans Holbein'in Ölü İnsanın Mezardaki Bedeni tablosu üzerine söylediği bilinir. Birgül Oğuz'un Dostoyevski'nin bu sözünden yola çıkarak yazdığı, Baba Beni Lanetlesene isimli denemesini okumak için buraya buyurun

1 Eylül 2015 Salı

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (15)



Ben Nasıl Yazdım?
Nasıl yazar/şair oldum, sorusu kelime sayısı itibariyle hafif olsa da ruhta yarattığı durum omuzları çökertebilecek ağırlıktadır. Çünkü içinde ‘olmak’ fiili var. Çünkü ‘olmak’ kendine döndüğünde olma iddiasındaki ya da sorgusundaki kişinin hiçbir zaman net göremeyeceği bir manaya bürünür. Çünkü “oldum” diyebilmek için gereken sadece dil değildir. Cesaret gerekli olduğu kadar, özeleştiri de gerektirir; kendini bilme mefhumu gerektirir; öncesini, sonrasını bilmek gerektirir; mütevazılık da gerektirir ki bundan sonra “oldum” demek imkânsızlaşır. Onun için ben “nasıl yazdım” sorusunu yanıtlayacağım.
İlk yazma eylemim çok kısa süre tuttuğum günlükle başladı. Ortaokul yıllarımdaydı. Okuldan eve gelir gelmez aceleyle birkaç cümle yazardım. Sonra kendimi sokaklara atardım. Gece geç saate kadar girmedik sokak, dadanmadık bostan, sığınmadık gölge bırakmazdım. Kuş avlardım. Çok pişmanım, o kuşlar masumdu. Gece olup eve döndüğümde günlüğüme şiir de yazardım, resim de çizerdim. Sonra günlük tutmayı bıraktım. Bende alışkanlığa dönüşmedi. Resim de çizemedim bir daha. Şiir devam etti. Şiirin yanında hikâye de geldi. 13 yaşımda ilk şiirim ardından da ilk öyküm yerel gazete/dergilerde yayımlandı. Aynı yaşımda ilk mektubum radyoda seslendirildi. Sokaklardan ayağım kesildi. Evcimen oldum. Okumaya ve yazmaya daha çok ağırlık verdim. Kendime ait odamın olmaması evde çalışmamı güçleştirdi. Kütüphaneye taşındım. Okul zamanı haricinde kütüphanedeydim. Okuyor, yazıyor,  uyuyordum. Kütüphane bende alışkanlığa dönüştü. Öyle ki üniversiteye giriş ve memurluk sınavlarına da kütüphanede hazırlandım. İlk öykü kitabımın ve henüz yayımlanmayan romanımın çoğunu kütüphanede yazdım. Şimdilerde pek gidemiyorum ama.
Farklı türlerde yazdım. Bunlar hep beraber var oldu bende ama bir döneme kadar ağırlıklı olarak şiir okuyup yazıyordum. 2008’de şiirlerimi kitaplaştırma fikri gelişti bende. Şiirlerimi kitap bütünlüğü içerisinde tekrar değerlendirdim. Çok attım, çok yırttım. Çok zordu, atmak. Yayınevlerine, ödüllere gönderdim. Olumsuz sonuçlarla karşılaşınca tutup dosyayı tekrar değerlendirdim. Bu süreç kitap basılana kadar sürdü.
Şiir kitabım Yürüyen Siyah, 2012’de Arkadaş Z. Özger Juri Özel Ödülü alınca 2013’te ödülü veren kurum olan Mayıs Yayınlarınca yayımlandı. Sonraki sene ise Dedalus Kitap tarafından öykü kitabım On Üç Sıfır Sıfır yayımlandı.
Ercan y Yılmaz