31 Mart 2019 Pazar

SEVGİ

Eğer meleklerin diliyle konuşsam 
Ama sevgim olmasa 
Ses çıkaran bir bakırdan farkım olmaz 
Eğer peygamberlikte bulunabilsem 
Bütün sırları bilsem ve 
Her türlü bilgiye sahip olsam 
Eğer dağları yerinden oynatacak kadar 
Büyük bir imanım olsa
Ama sevgim olmasa 
Ben bir hiçim
Sevgi sabırlıdır 
Sevgi şefkatlidir 
Sevgi her şeye dayanır, her şeye inanır 
Sevgi asla son bulmaz 
Ama peygamberlikler ortadan kalkacak 
Diller sona erecek 
Bilgi ortadan kalkacaktır 
İşte böylece kalıcı olan 
İman, ümit ve sevgidir. 
Bunlardan en üstün olanı da sevgidir.


Düşünceler arasında



Uzuvlar arasında
Sol orta parmağımın nasırı.
Dikkatli gözler için bir ayraç, solaklığımın işareti. Benim içinse bir çağın bitişini gösteriyor, ilkokulun, yarım günlük tedrisatın, sokakta uzun oyun saatlerinin... Ve yerini yeniye bırakıyor. Tam gün okula, bol yazmalı ödev saatlerine, akşam okuldan gelir gelmez yenen ikindi kahvaltılarına, bol ketçaplı anne patatesine, daha hareketsiz, oyunsuz günlere... 
Target kitapları, Mr. Smith ve ailesi, Terry'nin kırmızı spor ayakkabısı, dil laboratuvarı, sayfalarca yazı tekrarı ve sol parmağıma yerleşen beni bir daha terk etmeyen yumuru, ortası çukur. Kurşun kalemlerin, boya kalemlerinin, tükenmez kalemlerin yaslandığı o küçük engebe her baktığımda bana defterle buluştuğum zamanları hatırlatıyor, şiir defterlerini, her deftere geçirilen Annabel Lee şiirini, Yeni Türkü şarkılarını, o kış aldığım ve birkaç yıl üzerimde taşıdığım fazla kiloları, yeni arkadaşları, ilk kez kullandığım küt saç kesimini, kısaca prep A yılını... 
Nasırımı seviyorum, o bana, çok yazmaktan yadigar. 


Eşyalar arasında
Bir biblo, küçük bir hobbit evini andırıyor. Poliester bir malzemeden. Üzeri keçeli kalemle boyalı, verniksiz ve cilasız. Bu ona eskimiş bir hava veriyor. Yıllanmış ve yaşanmış... Kapının önünde iki küçük kırmızı mantar var, zehirli ve masalsı. Çatıyı örten yaprakların üzerinde bir salyangoz, sanki karnı doymuş da göğe bakıyor. Kapının üzerinde iki farklı seviyede pencere var. İki katlı, en azından ortak yaşam alanından yukarıya doğru tırmanan bir asma kat daha var. Orayı yatak odası gibi hayal etmek hoşuma gidiyor. 
İlk geldiği günden beri yeri sabit. Bilgisayar ve telefonun arasında bir üçgenin köşeleri misali dizili...
Bu bibloyu bana Deniz getirdi. Dahası o boyadı. Ona her baktığımda Deniz'in bana sevgisini görüyorum. Ve benim için yaptığı minik hediyeleri nasıl önemsediğini...

Rüyalar arasında
Rüyamda ay hilaldi. Deniz'le ayın ucuna halkalar atıyorduk. Kimisi takılıp ayın ucunda sallanıyor, kimisi yere düşüyordu. Şimdiye kadar bu oyunu düşünmemiş olduğuma hayret ediyordum ki uyandım.
Dün gece nefis bir rüya gördüm. Büyülenmişlik, hayran kalmışlık duygularıyla uyandım. Oysa zihnimden rüyaya ait hemen hemen her şey silinmişti. Zihnimdeki tek canlı görüntü, bir bulutun anne gibi bir kadına dönmesi, eğilmesi, gülümseyerek üzerimi örtmesiydi. Sanki beni bir tehlikeden korumak ister gibi, geçici süreyle ortalık süt rengine kesiyordu ve ben bulut annemin örtüsü altında güvendeydim.



28 Mart 2019 Perşembe

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:2

Bilmek isteyen yola çıkar. 
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.
İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli ebeveyn ipuçları: 2. hafta
Düşüncelerinin editörü sensin.
Hangi düşünceleri seçiyorsun: 'Kim haklı, kim haksız' mı? Değerli zamanını ve enerjini nasıl harcıyorsun? Analiz ederek, yargılayarak, suçlayarak, eleştirerek mi?

Haftanın mindful alıştırması:
Bu hafta kendinin ve çocuğunun ihtiyaçlarına odaklan. Bu yeni odaklanma ile, değerli zamanını ve enerjini, ihtiyaçlarınızı gidermek için yaratıcı stratejiler bularak harcayabilirsin.

Ben ne düşünüyorum?
Geçtiğimiz günlerde beni sinirlendiren bir olay yaşadım. Mesleki bir ayrıntı. Çok da mühim değil ama beni etkiledi. Asistanım, zihninin içinde takılı, bir eyleme geçiyordu. Ben o eylemin sonucunu gördüğüm ve uygun bulmadığım için "onu öyle yapma, onu öyle yapma, bırak kalsın, çıkarmana gerek yok" diye seri şekilde ikaz ettim ancak anlaşmak mümkün olmadı. Sonunda sinirlendim ve homurdandım. Beni bu denli sinirlendiren şey,  yaptığı ya da yapmak üzere olduğu hata değildi; beni duymayıp (sözlerimi elbette duyuyordu ama anlam ona ulaşmıyordu) düşüncesine takılı halde eylemini sürdürmeye çalışmasıydı. Yanaklarımın kızardığını, kalp atışlarımın yükseldiğini çok net hatırlıyorum. İş yerindeki çalışma arkadaşlarımın kolaylık ihtiyacımı karşılayabilmesi benim için çok önemli. İş yerinde, arkadaşlıkların içinde, sokakta, komşuluk ilişkilerinde kolaylık...
Şimdi bu satırları yazarken "kolaylık" meselesinde bir süre durmaya, düşünmeye ve yardım almaya ihtiyaç duyduğumun farkına varıyorum. Yazarken önceliği kendi ihtiyaçlarım üzerine düşünmeye vermek, önce onları dillendirmek bana kendimi iyi hissettiriyor.

Denizle nasıl paylaşıyorum?
Şiddetsiz iletişimden kulağıma küpe bir cümle: İhtiyaçlar çatışmaz, stratejiler çatışır.
Deniz daha küçükken onun ihtiyaçlarını kendiminkilerin önüne koyuyordum. Bu da bana yorgunluk, kendi arzu ve hayallerimi erteleme ve mutsuzluk olarak dönüyordu. Şimdi benim de ihtiyaçlarım, hayallerim olduğunun farkına varmasını sağlamaya çalışıyorum. Ben çok yorgunsam ve o çok enerjikse, o ânın içinde eğlenmek için benimle x oyunu oynamayı seçmişse, temelde arzuladığı şeyin eğlenmek olduğunu, benimle oynamanın seçeneklerden biri olduğunu fark etmesini sağlamaya çalışıyorum. Onu ve kendimi yeni seçimler yapmaya davet ediyorum.
Seçim gücümüz olduğunu bilmek, bunun bilinciyle yaşamak, iki bacağımız olduğunu, gerektiğinde yürüyüp gidebileceğimizi fark etmek... Kızıma öğretmek istediğim şey, tam olarak bu.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Adalet kavramı Deniz için fazlasıyla önemli. Etrafındaki yetişkinlerden ve arkadaşlarından eşdeğer davranışlar için eşdeğer muamele istiyor. Ve daha çok karar almak, özerklik alanını genişletmek istiyor. Değişen ihtiyaçlarının farkına varıyor, bunlara uygun yeni stratejiler geliştiriyor. Bazen yardım istiyor. Birlikte çözüm üretiyoruz. Sonuç olarak büyüyor, gelişiyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Pek çok ebeveyn benimle benzer bir deneyimin içinde yuvarlanıp gidiyor. Ev, iş ve çocukların ihtiyaçları arasında kendimize küçücük soluklanma molaları vermeye, içinde nefes alabileceğimiz, büyüyüp gelişebileceğimiz vahalar yaratmaya çalışıyoruz. Yüz yüze görüşmelerin yerini çoktan online bağlantılar aldı. İşbu sebeple, her türlü ihtiyacını kendimizden çok gözettiğimiz kutsal yavru herhangi bir meseleyi fazla uzattığında ya da o çok tatlı canı sıkıldığında, yapacak bir şey bulamayıp bize sardığında, hele de çoğu zaman sabırlı ve şefkatli davranmak için fazlasıyla çaba gösteriyorsak, bir anda tetiklenebiliyoruz. Bu tetiklenme anlarında kendimizden esirgediğimiz şefkat, tutulmayan yaslar yatıyor sanırım. Burada da biraz durmak, düşünmek ve zamanında akmayan göz yaşlarının, içimde fazlasıyla tuttuklarımın akmasına izin vermek ve bunu düzenli yapmak şart.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Deniz odasında. Ödev yapıyor. Bense bacaklarımı havaya kaldırmış uzanır vaziyette kitap okuyorum ya da mutfakta akşam yemeği hazırlıklarını yapıyorum ve içeriden bir haykırış. "Anne gel!"
İşte Deniz'in yere bıraktığı bir eldiven. Onu yerden alır ve takarsam içimden bir canavar çıkacak. Çok iyi biliyorum. Çünkü defalarca söyledim. Meşgul olduğum zaman, yardımıma ihtiyaç duyuyorsa yanıma, onu rahat duyabileceğim ve görebileceğim bir yere gelmesi, sorduğu soruyu metnin içinde görmem şart. Bunu kaç kez söylediğim önemli değil. Bir daha, sakince söylemem gerek. Derin bir nefes alıyorum. Onu öğrenmesi, büyümesi için destekliyor olduğumun ayırdına varıyor ve sakince duyamadığımı, yardımıma ihtiyacı varsa, ödeviyle beraber yanıma gelmesini söylüyorum. Sorunun temelinde çoğunlukla soruyu anlamaya ve çözmeye engel, anlamı kapalı bir cümle veya kötü bir çizim ya da dikkat edilmemiş bir kelime yatıyor. Birlikte bakıyor ve çözüyoruz.
Bıraktığı eldivenlerin üzerinden atlayıp, etrafından dolaşıp asıl meseleye yaklaşabildiğim zamanlarda sakinleşmesine, büyümesine, öğrenmesine yardımcı olabiliyorum. İşte bu anlarda kendimle gurur duyuyorum.

Eski günlüklere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:1

27 Mart 2019 Çarşamba

TAHTEREVALLİ




“Annem bu yaptığını görse bacaklarını ikiye ayırır.”
“Ay çok korktum! Benim annem seninki gibi değil akıllım. Yemek pişirmeme izin verir, o.”
“Pişirmek mi? Senin yere döktüğün unla benim annem bir tepsi börek açar. Günah, günah. Paketin yarısını yerlere dökmüşsün.”
“Amma da abarttın. Bu paket açıktı zaten.”
“Hiç de bile. Sen açtın onu.”
“Hadi ya. Bakayım yedeği var mı? Aooo! Yokmuş. Ne yapacağız?”
“Bana ne kızım. Ben mi döktüm?”
“Krepleri götürürken iyiydi. Senin karnın aç diye pişirdim, ben.”
“Krep yapmak senin fikrindi. Bana hava atmak istedin.”
“Tamam. Bu işte birlikteyiz. Sen markete git, un al. Ben de mutfağı temizleyeyim. Gider misin?”
“Giderim. Paran var mı?”
“Var da. Bu aptal süpürge nasıl çalışıyor, anlamadım.”
“Bu süpürgeden bizde de var. 9 numara verdi. Tak fişe. Şu düğmeye bas.”
“Yaşa! Pırıl pırıl oluyor.”
“Tezgâhın üzerini ve alınlıkları da silelim.”
“Neyle sileceğiz?”
“Banyo dolabının altından mavi bezle, cif getir.”
“Sen nereden biliyorsun bizim evdeki bezleri?”
“Okuldan dönünce anneme yardım ediyorum, bazı.”
“Harçlığım burada. Yeter mi?”
“Yeter. Üstüne Heygirl bile alırız.”
“Tamam ama önce ben okurum.”
 “Nerede kaldın? Aşk olsun,  jelatinini de yırtmışsın.”
“Dayanamadım, yolda biraz okudum. Al un, burada.”
“İki parça şey, elinde taşısaydın ya. Niye poşet aldın? Annem kızacak şimdi.”
“25 kuruş. Ne olacak. Fişini atarsın. Olur biter.”
“Dur atma, oraya. Kâğıt atıkları geri dönüşüme atıyoruz. Market poşetini de çantana sok.”
“Unu yerine kaldıralım.”
“Senin boyun uzun. Şeker kavanozunun yanına koyar mısın?”
“Hiç iz bırakmadık valla!”
“Baksana bu kadar çalışmak beni acıktırdı. Biraz daha krep mi yapsak?”
“Olur ama bu sefer ben de yardım edeceğim. Yoksa ortalığı batırıyorsun.”
“Mikseri uzatsana”
“Boş ver mikseri. Derin bir kap ver. İki dakikada çatalla çırpayım.”
“Doğru diyorsun. Etrafa sıçrayan krep hamurlarını silmek ne zormuş. Annenin işi çok ağır.”
“Yoruluyor ama en azından bir işi var. Köyden geldiğimizde üç ay amcamların yanında aldık. Babam buraya kapıcı girince havalara uçtuk.”
“Köy güzel mi?”
“Güzel de laf mı? Baharda bizim oraları gör hele. Keçiler, koyunlar doğurur. Okullar kapanınca sürüyü alır, yaylaya çıkarız. Keçilerin, koyunların tüyleri uzayınca amcamgiller hayvanların tüylerini kırkar. Ninem onları eğirir, ip yapar. Çok güzeldir bizim oralar. Burası gibi değil.”
“Özlüyor musun?”
 “Hem de nasıl…”
“Yazın gidecek misin?”
“Annemle babamın çalışması lazımmış ama babam bizi götürüp bırakacak.”
“Özlemez misin anneni? Ben hiç ayrılmadım ondan.”
“Özlerim ama yayla çok güzeldir. Çadırda kalırız orada. Ateşin üstünde koca kazanlarda yemek pişer.”
“Yaylada market var mı?”
“Dağda marketin ne işi var! Elektrik bile yok.”
“Tabletle nasıl oynayacaksın? Arkadaşlarınla nasıl konuşacaksın?”
“Tableti, telefonu gözün görmez orda. Yapacak çok şey vardır. Oğlaklarla, kuzularla oynarız. Dereye gider balık tutarız. Ninem baharda bostan yapar. Yaz bitmeden salça yaparız. Biber kurutur, erişte keseriz. Ninem örgü öğretir sonra. Bak bu yeleği ben ördüm.”
“Hadi ya. Çok güzel. Bana da öğretir misin?”
“Olur.”
“Ben de karşılığında sana bir şey öğretirim.”
“Ne biliyorsun?”
“Krep, kısır ve kolay bonbon.”
“Kolay bonbon ne?”
“Aç ağzını.”
“Sizin evde her zaman tatlı var.”
“Tabi var. Sizde yok mu?”
“Annem bazen un helvası kavurur. Reçelli yoğurt yeriz bir de.”
“Hmmm un helvasına bayılırım.”
“Anneme söylerim. Kavurur. Sana da bir tabak getiririm.”
“Benim annem de şahane şinitzel yapar. Almanların en meşhur yemeği.”
“Senin annen gavurmuş.”
“Benim annem gavur değil! Annesi Alman, babası Türk.”
“Haçlı kolye takıyor. Başı da açık. Askılı elbiseler de giyiyor.”
“Geç oldu. Gitsene sen evine.”
“Ben de gidecektim zaten.”
“Sana bonbon yapmayı öğretmeyeceğim.”
“Hıh! Güzel olsa bari. Anneme söyleyeyim de helva kavursun. Kokusu ta buraya çıkar. Çatla da patla!”


14 Mart 2019 Perşembe

NASIL YAZIYORLAR? (15)

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum.
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte on beşincisi: Nermin Yıldırım




Gece yazdığım dönemler oldu. Uykusuzluktan mustarip olduğum zamanlarda, uzun süre önce. Bütün şehir kendini ılık, şefkatli bir uykunun kucağına bıraktığında, yazı masamın başına otururdum. Sonra zamanla uyku perileriyle aramda daha dostane bir ilişki kuruldu ve ben de geceleri uyuyup gündüzleri yaşayanlar kervanına katılabildim. Ama günümün büyük kısmını ofiste geçirdiğim için ancak kafamın kazan gibi olduğu akşam saatlerini yazmaya ayırabiliyordum. Bu sınırlandırılmışlıktan rahatsız oluyor; çareyi kimi mecburiyetlerimden çaldığım zamanı yazmaya vakfetmekte arıyordum. Tıpkı senin arabana kapanıp yazışın gibi, yalnız kalabileceğim, kapalı bir kapının ardına sığınabileceğim her yerde şansımı denedim. Her nevi gürültüden dikkati dağılan biri olarak mümkün olduğunca sessiz yerleri tercih etmeye çalışıyordum. Mesela hiçbir zaman kafelerde filan yazabilen biri olmadım. Kahramanım kendini bilmem kaçıncı kattaki bir balkondan aşağı atmak üzereyken yan masadan yükselen bir sakız ya da kahkaha sesi, içimde kendimi balkondan atma isteği uyandırabiliyordu çünkü. Velhasıl, roman yazmak yepyeni bir gerçeklik yaratma çabasıysa, ben içinde bulunduğum hakikatin izlerini taşıyan ve durmaksızın bana hatırlatarak kurmaya çalıştığım yeni dünyaya müdahale eden ortamlarda yazmayı pek beceremedim. Günlük hayatımı ve mecburiyetlerimi yazma eyleminin etrafında pervane edebilir hale geldikten sonra, çalışma sistemim büyük ölçüde değişti. Şimdi nasıl çalıştığımı soracak olursan, en sevdiğim saatler kafamın en ferah olduğu sabah saatleri. Ama günün her saati bir şekilde yazıyorum aslında. Bizzat bilgisayarımın başında olmasam bile kafam hep orada oluyor. Eğer metnin çok içine girdiğim bir dönemdeysem, yolda yürürken, yemek yerken, hatta uyurken, aklım hep romanın bir yerine takılmış oluyor. Çantamda taşıdığım defterlere, cebimdeki minik kâğıtlara, hiç olmadı gazete sayfalarının boş kenarlarına, bilgisayarıma ulaşır ulaşmaz yazmayı planladığım notlar alıp duruyorum. Genellikle evde, Viginia Woolf’un vaktiyle önerdiği gibi kendime ait odamda yazıyorum. Kapımı dışarıdan gelen seslere, becerebildiğim ölçüde başka türlü sorumluluklara kapalı tutuyorum. Bilirsin, kendine ait bir oda metaforu, hem fiziki hem duygusal anlamda çok basit bir istek gibi görünmekle beraber, günlük hayat pratikleri içinde yazmaya niyetlenmiş bir kadın için bazen ulaşılması güç bir lükse bile dönüşebiliyor. Belki sonraki mektuplarımızdan birinde bu konuyu da konuşuruz. Ne dersin?
Tıpkı senin gibi bilgisayarda yazıyorum. İlk gençlik yıllarımda daktiloya gönül verdiğim bir dönem olmuştu ama bilgisayarda yazmanın pratik kolaylıklarıyla tanıştıktan sonra, o romantik yazım makinesiyle yaşadığım tutkulu aşktan çabucak vazgeçtim. İtiraf etmek gerekirse yazarken bencilleşebiliyorum. Ama sadece sorumluluklarımdan değil, kimi konfor ve şefkat ilişkilerinden de istifa ediyorum. Zira bu bencillik kendi rahatımı tesis için değil. O esnada iç huzurumu filan değil, sadece yazının selametini düşünüyorum. Sanırım benim için mühim olan yazarken mutlu olmak değil, yazmak. Hayattan keyif almak için yazmıyorum, yazdığım için keyif alıyorum.

Kaynak: Manchester Mektupları

Manchester Mektupları İngiliz yazar Jenn Ashworth ile Türk yazar Nermin Yıldırım arasında gerçekleşen çevrimiçi yazışmalar dizisidir. Bu kapsamda yazarlar, çalışmaları, ilham kaynakları, içinde bulundukları sosyal ve politik ortamlar, bunların yaratıcılıklarını nasıl etkilediği vb konularda birbirlerine altışar mektup yazmıştır. Yukarıdaki alıntı Nermin Yıldırım'ın Jenn Ashworth'e yazdığı ilk mektuptandır.

13 Mart 2019 Çarşamba

HÜKÜMETTEN NEFRET EDEN DİŞÇİ

Edebiyatta Diş Hekimliği teması Aşk Romanları Okuyan İhtiyar romanından bir bölümle devam ediyor. Alıntıyı benimle paylaşan blogger arkadaşım Konserve Ruhlar'a teşekkürlerimle.

Gri bulutlar, şiş bir eşek göbeği gibi tehditkâr bir tavırla insanların başlarının birkaç karış üstünde asılı duruyordu. Ilık ve yapışkan rüzgâr yerdeki yaprakları dört bir yana savuruyor, belediye binasının önünü süsleyen bodur muz ağaçlarını şiddetle sallıyordu.
El Idilio’nun az sayıdaki sakini ve civar köylerden gelen bir avuç dolusu altın arayıcısı iskelede toplaşmış, hastalarının acılarını dindirmek için ilginç bir lokal anestezi yöntemi uygulayan Diş Hekimi Rubicundo Loachamin’in portatif koltuğuna oturmak için sıra bekliyorlardı.
“Acıyor mu?” diye soruyordu Dişçi.
Kan ter içindeki hastalarsa buna karşın koltuğun kolçaklarını sımsıkı kavrayıp gözlerini faltaşı gibi açıyorlardı.
Dişçi'nin haşin ellerini ağızlarından çıkarıp ona okkalı bir küfür savurmaya yeltenenler adamın kuvvetli kolları ve otoriter sesi tarafından etkisiz hale getiriliyordu:
“Rahat dur, sıçtığımın! Çek şu ellerini! Canının yandığını ben de biliyorum. Suç kimde peki? Ha? Bende mi? Suç hükümette! Bunu kafacığına iyice sok. Dişlerinin çürük içinde olması hükümetin suçu. Canın hükümet yüzünden yanıyor.”
Böylece zavallı hastalar gözlerini kapayıp veya başlarını hafifçe kımıldatıp oturmaya devam ediyorlardı.
Doktor Loachamin hükümetten nefret ederdi. Hangi hükümet olduğu fark etmezdi, hepsinden nefret ederdi. İspanyol bir göçmenin gayrimeşru çocuğuydu ve otoriteye her fırsatta ateş püsküren öfkesi babasına çekmişti; ama gençlik ateşinin sönmesiyle bu nefretin sebepleri yitip gidince anarşi yanlısı tiratları onu sempatik kılan ahlaki bir siğilden farksız hale gelmişti.
Arada bir El Coca'daki petrol rafinerilerinden gelen ve izin almadan hastalarının açık ağızlarının resimlerini çeken arsız gringolara nasıl verip veriştiriyorsa hükümetlere de öyle verip veriştiriyordu.
Azıcık ötede Sucre’nin suratsız mürettebatı, ham muz hevenklerini ve kahve çekirdeği dolu çuvalları tekneye yüklüyordu.”

“İskelenin diğer yanındaysa biraz önce tekneden boşaltılan kasa kasa biralar ve Frontera marka ateş suyu şişeleri, tuz kutuları ve benzin varillerinden oluşan bir yığın yükseliyordu.
Dişçi çenelere çekidüzen verirken Sucre yeniden yola koyulup Nangaritza Nehri’nin sularını yararak çok geçmeden Zamora’ya varacak, oradan da tıngır mıngır dört günde El Dorado’daki nehir limanına ulaşacaktı.
Yüzen bir sandıktan pek farkı bulunmayan tekne, elinden tamircilik de gelen kaptanın kararlılığı, mürettebatı oluşturan gürbüz adamların çabası ve eski bir dizel motorun aciz iradesi olmasa şuradan şuraya gidemez, gökyüzünü kaplayan bulutların ilan ettiği yağmur mevsimi bitince köye dönemezdi.
Doktor Rubicundo Loachamín, El Idilio'ya senede iki kez uğrardı. Tıpkı köy sakinlerine nadiren mektup getiren postacı gibi; postacının yıpranmış çantasının kenarından belediye başkanına gönderilmiş resmî evraklar ya da hükümet büyüklerinin asık suratlı ve nem yüzünden rengi atmış portreleri görünürdü.
Herkes teknenin gelişini heyecanla beklerdi, çünkü tükenmeye yüz tutmuş tuz, benzin, bira ve ateş suyu stokları yenilenebilecekti. Dişçi’yi gördüklerindeyse yüreklerine su serpilirdi, zira ağızlarında ufalanıp duran takma diş kalıntılarını tükürmekten bıktıklarından Dişçi’nin kardinal kırmızısı bir örtünün üstüne dizdiği takma dişleri denemeye can atarlardı.
Dişçi, hükümete veryansın ederken bir yandan da hastalarının dişetlerine tutunan son diş kalıntılarını temizliyor, sonra da ağızlarını ateş suyuyla çalkalamalarını emrediyordu:
“Hadi bakalım. Bu nasıl oldu?”
“Sıkıyor. Ağzımı kapayamıyorum.”
Hay içine edeyim, amma narin tiplersiniz be! Bir de şunu dene bakalım.”
“Bol geldi. Hapşırırsam ağzımdan fırlayıp gider.”
“Burada nereden nezle kapacaksın, dümbelek. Aç ağzını.”
Böyle karşılıklı atışıp dursalar da hastalar Dişçi’nin bir dediğini iki etmiyorlardı.
Farklı takma dişleri denedikten sonra en rahatında karar kılıp fiyat konusunda pazarlık ediyorlar, ardından da Dişçi kalan takma dişleri kaynamış klorlu suyla dolu bir tencereye koyarak dezenfekte ediyordu.
Doktor Rubicundo Loachamin’in portatif koltuğu Zamora, Yacuambi ve Nangaritza nehirlerinin kıyısında yaşayanların gözünde başlı başına bir hastane gibiydi.
Halbuki kaidesi ve kenarları beyaza boyalı eski bir berber koltuğundan ibaretti. Sucre’nin kaptanının ve mürettebatının hep birlikte ancak kaldırabildiği portatif koltuk, Dişçi’nin “muayenehanem” dediği bir metrekarelik çatkının üstüne yerleştirilirdi.
“Muayenehanemde benim söm geçer ulan! Burada ben ne dersem o olur. Koltuktan kalkınca bana canınızın istediği gibi sövebilirsiniz: dişsöken, ağızbiçen, dildöven... Sonra da kafayı çekmeye bile başlarsınız zaten.”
Sırasını bekleyenlerin yüzlerini müthiş bir keyifsizlik kaplardı. Dişçi'nin kerpeteninin tadına bakanların yüzlerine de benzer ifadeler hâkimdi.
Muayenehanenin yakınında olup da gülümseyebilen yegâne insanlar, biraz ötede çömeldikleri yerden olan biteni izleyen Jibarolardı.
Jibarolar, “Apaçilerin”, yani beyazların âdetlerini benimsedikleri için kendi halkları olan Shuarlar tarafından aşağılık ve yozlaşmış muamelesi gören Yerlilerdi.
Beyaz paçavralara sarınan Jibarolar, İspanyol fatihlerin kendilerine taktığı bu ismi hiç direnmeden kabul etmişlerdi.
Amazon'un en kuytu köşelerini avuçlarının içi gibi bilen, azametli ve onurlu Shuarlar ile El Idilio'nun iskelesinde toplaşıp sadaka olarak bir yudum içki verilmesini bekleyen Jibarolar arasında dağlar kadar fark vardı.
Jibarolar nehirden çıkardıkları taşlarla biledikleri sivri dişlerini göstererek sırıtıyorlardı.
Dişçi onlara, “Sizlere n'oluyor? Ne bakıyorsunuz ulan? Bir gün elbet elime düşeceksiniz, maymunlar sizi!" diye laf atıp duruyordu.
Kendilerine hitap edildiğini fark eden Jibarolar keyifle karşılık veriyorlardı:
“Jibaroların dişler sağlam olmak. Jibarolar çok maymun eti yemek.”
Bazen hastalardan biri kuşları havalandıran bir çığlık koyuveriyor ve bir eliyle Dişçi'nin kerpetenindenkurtulup öbür eliyle palasının kabzasını kavrıyordu.
“Adam gibi dur, dangalak! Canının yandığını ben de biliyorum. Suçun kimde olduğunu biraz önce söyledim. Sakın bana kabadayılık etmeye kalkma! Kımıldamadan otur da taşaklı mısın, değil misin görelim.”
“Aman, Doktor, canımdan can koparıyorsun. İzin ver de bir fırt çekeyim.”
Dişçi, son hastasının da işini gördükten sonra derin bir nefes aldı. Alıcısı çıkmayan takma dişleri kırmızı örtüye sarmaladı ve aletlerini dezenfekte ederken yanından geçen bir Shuar kanosunu fark etti.
Yerli uzun ince kanosunun kıç tarafında ayakta durmuş, rahat hareketlerle kürek çekmekteydi. Sucre'ye yanaşıp küreğini iki kez teknenin gövdesine vurdu.
Kaptanın bıkkın suratı teknenin kenarında belirdi. Shuar durmadan tükürerek telaşlı hareketlerle bir şeyler anlatmaya koyuldu.
Dişçi aletlerini kurulamayı bitirip hepsini deri bir çantaya yerleştirdi. Sonra çektiği dişleri biriktirdiği tası alıp dişleri suya döktü.
Kaptan ve Shuar, belediye binasına giderken Dişçi’nin yanından geçtiler.
“Yola çıkmak için beklememiz gerekiyor, Doktor. Bir gringonun ölüsünü getiriyorlar.”
Bu haber Dişçi'nin hiç hoşuna gitmemişti. Sucre külüstür bir tekne olduğundan ham muz ve yarı çürümüş, içi geçmiş kahve dolu çuvallarla yüklü dönüş yolculukları pek rahatsız geçerdi.”



Aşk Romanları Okuyan İhtiyar
Yazar Luis Sepulveda
Çevirmen Emrah İmre
Can Yayınları 
roman






8 Mart 2019 Cuma

NASIL YAZIYORLAR? (14)

Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum.
Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte on dördüncüsü: Jenn Ashworth



Ben neredeyse her zaman gece yazmayı tercih ederim, ve bilgisayarımda. Bunun aslında en önemli nedeni, bu şekilde uygun olması – günlerim çok yoğun: iş, öğrenciler ve çocuklarımın ihtiyaçlarını karşılamakla dolu tamamen. Daha sakin ve sessiz bir hayat isterdim (kim istemez!), oysaki her zaman çok fazla konuşma yapıyoruz – telefon görüşmeleri, ders anlatımı, çocuk şarkıları söyleme, uyku öncesi öyküler okuma ve kapıya bakma. Biraz sükûnet ve bölünmeden çalışma garantisi olan tek zaman dilimi geceleri gibi geliyor. Bilgisayar da şart – kalemle yazmayı sevmediğimden ya da el yazım kötü olduğu için değil – bilgisayarda çok hızlı yazabildiğim ve çok hızlı silebildiğim için – zamanı ya da malzemelerimi asla boşa harcamadığımı hissediyorum o zaman. Karanlık, bazen büsbütün bir rüyanın içindeymişim gibi hissetmeme sebep oluyor.
Sanırım yazmaya ayırmak isteyebileceğim kadar çok zamana sahip değilim. Senin için de durum böyle mi? Yaşadığım yer olan Preston’dan çalıştığım Lancaster’a doğru M6 otoyolu boyunca arabayı bir aşağı bir yukarı sürerken sürekli olarak yazacağım konular hakkında düşünüyorum. Sık sık yağmur yağıyor ve silecekler son hızla çalışıyor ve sonra, yazacağım bir sonraki bölümü planlama aşaması geceleri huzur içinde uykuya dalmama engel oluyor!
Sıkıştırılmış zamanlar ve ev-iş arasında yaptığım yolculuklar boyunca gerçekleştirdiğim düşünme süreci, genellikle bilgisayarımın başına geçtiğimde içimde büyük bir hevesin birikmiş olmasına sebep oluyor ve hiç beklemeksizin yazmaya başlamaya hazır oluyorum. Çok hoş bir acele etme hissi yaşıyorum. Mümkün olduğunca uzun bir süre çalışıyorum – hatta bütün gece – ama hevesim artık kaçana dek çoğunlukla iki ya da üç saat çok hızlı bir şekilde geçip gitmiş oluyor. Şimdi düşünüyorum da, yazma sürecimde arabamın büyük bir rolü var – yıllar önce bir hapishanede çalışıyordum ve öğlen saatinde kaçıp arabama oturarak ikinci romanımın ilk taslaklarını yazmıştım, üstelik el yazısıyla.
Eskiden oldukça hızlı yazardım ve birçok taslak oluştururdum. İlk romanım, yaklaşık yedi taslaktan sonra yazıldı – bu da bilgisayar başında geçen sayısız saatler ve uykusuz geceler anlamına geliyor. Bu sürecin neden değiştiğinden çok emin değilim – belki de artık daha tecrübeliyim ve hangi tekniklerin ve konu alanlarının işe yarayacağını ve hangilerinin işe yaramayacağını önce denemek zorunda kalmadan tahmin edebiliyorumdur. Sonuçta kesinlikle daha az taslak oluşturuyorum artık ve daha yavaş yazıyorum. Bu süre boyunca yazma becerimin gelişmiş olduğunu düşünüyorum, ama gerçi bunu söylemek bana düşmez.
Kaynak: Manchester Mektupları
Manchester Mektupları İngiliz yazar Jenn Ashworth ile Türk yazar Nermin Yıldırım arasında gerçekleşen çevrimiçi yazışmalar dizisidir. Bu kapsamda yazarlar, çalışmaları, ilham kaynakları, içinde bulundukları sosyal ve politik ortamlar, bunların yaratıcılıklarını nasıl etkilediği vb konularda birbirlerine altışar mektup yazmıştır. Yukarıdaki alıntı Jenn Ashworth'ün Nermin Yıldırım'a yazdığı ilk mektuptandır. 

6 Mart 2019 Çarşamba

DENİZCE SORULAR 3


Füsun Çetinel dördüncü çocuk kitabı Çiko'nun Seçimi'nde sirk okuluna gitmek ve büyüyünce sirkte çalışmak isteyen Seren ile yakın arkadaşı Cemo'nun hikâyesi üzerinden dostluk, büyüme, seçim yapma, seçimlerin olağan sonuçları, hayvan hakları ve hayvan sirklerinin acımasızlığını anlatıyor. 
Deniz kitabı okudu ve merak ettiklerini Füsun Çetinel'e sordu. 



Seren’in babası neden kahvaltıda bile balık yemek istiyor?

Seren’in babası; uzak yol kaptanı olduğu için zamanının büyük bir bölümünü gemilerde, deniz üstünde geçiriyor. Ambarlardaki kuru veya dondurulmuş gıdaları yemekten bıkan bir denizci ne yapar? Hemen oltasına davranır ve en lezzetli balıkları yakalar, pişirir, afiyetle yer. Herhalde bu Seren’in babasında alışkanlık yaratmış canı hep balık çekiyor…

Senin de baban kaptanmış ve kitap çeviriyormuş. Seren sen misin? Kaptan da baban mı?

Yazarlara en sık sorulan sorulardan biri. Yazdıkların senin hayatın mı? Beynimi bir kap gibi düşün. Doğduğumdan beri gördüklerim, yaşadıklarım, okuduklarım, dinlediklerim her şey her şey bu kaba doluyor. İş yazmaya gelince hayaller, gerçekler, yaşananlar, kurgular birbirine karışmış olarak satırlara akıyor. Kolaysa gel de bu karmaşada hangisi ben, hangisi Seren, hangisi Kaptan hangisi babam ayırmaya çalış!

Diğer taraftan da çok yerinde bir soru yakalamışsın Deniz arkadaşım. Belki de kendi hayatıma en çok yaklaşan kitaplardan biri Çiko’nun Seçimi’dir.

Seren’le benzeşen bir sürü yanımız var; örneğin hayvanları sevmek, sirklerde çalışma hayali, uzak yolculuklara çıkmak, kitap okumak… Bir sürü de farklılıklarımız var. Belki kimse inanmayacak, ben ablamla hiç kavga etmezdim. Bir kere şakalaşırken eline çatal saplamıştım ama o da tabağımdaki köfteyi almaya çalışıyordu ve ben köftemi kurtarmaya çalışırken olan oldu işte.

Kaptan, babama bir sürü yönden benziyor. Babam da polisiye kitap çevirileri yapardı. Yemek pişirmeyi çok severdi; özellikle deniz ürünlerini. Karada yaşamaktansa, gemide deniz üstünde yaşamayı tercih ederdi. Pipo içerdi. Türk kahvesini çok severdi. Birlikte sirke giderdik.  Kitaptaki Kaptan’dan farklı olarak; bilgisayarda değil daktiloda yazardı yazılarını çünkü o zamanlar daha bilgisayarlar icat edilmemişti. Kahvaltıda sucuklu veya pastırmalı yumurta yerdi. Muzlu krep yapmayı hiç bilmezdi.  

Seren neden büyüdüğünde ablasının büyümeyeceğini düşünüyor?

Hah! Ben büyüyünce Bayan Mükemmel de büyümeyecek mi sanki! diyerek isyan ediyor Seren. Büyümek istiyor ama bir taraftan da ablasının da büyüyeceğini ve Bayan Mükemmel’in hep ablalık yapacağını, onu gıcık edeceğini biliyor.

İspanyolcada Çiko’nun çocuk anlamına geldiğini nereden biliyorsun?

Ben İspanyolca bilmiyorum. Köpeğe isim arıyorduk. Aslında aklımda Miço ismi vardı. Tam Kaptan’a yakışacak bir köpek ismi olurdu. Ama çok sevdiğim yazar Yalvaç Ural’ın yıllar önce çıkardığı çocuk dergisinin de adı Miço’ydu. Başkasının bir şeyini çalmak gibi olacaktı Miço adını kullanmak. İnternette köpek isimlerini taradım, hatırladıklarımı yazdım, uydurdum ve upuzun bir liste hazırladım. Pek kolay olduğunu söyleyemem ama sonunda editörümle birlikte Çiko’da karar kıldık. Çiko’nun Seçimi. Her iki sözcükteki Ç harfi bir ahenk sağlıyordu söylenirken. Üstelik anlamı da- editör yardımcımız İspanyolca bildiğinden bize anlamını söylemişti- pek hoşumuza gitti.

Neden Çiko tasmasını ağzında taşıyor?

Ah, bunu birçok terbiyeli ve akıllı köpek yapar. Herhalde “Bana tasma takmana gerek yok, beni çekiştirmene gerek yok. Seni takip edebilirim,” demek istiyorlar bize. Bazen de, “Haydi ama tuvaletim geldi. Dışarı çıkmazsak şuracığa yaparım bak. Sonra beni suçlama,” diyorlar. Veya “Biraz egzersiz hiç fena olmaz. Evde patates çuvalına döndük oturmaktan,” demek istiyor olabilirler. Çiko; ailenin adaya gitmek için hazırlandığını anlayınca onu da birlikte götürsünler diye hemen kapının yanına koşup tasmasını ağzına alıyor.

Çiko nasıl çok hızlı bir şekilde Türkçe öğreniyor?

Seren Türkçe öğrendiğini sanıyor ama köpekler dört beş hatta bazen on veya on beş komutu- sözcüğü- rahatlıkla kavrayabiliyorlar. Tabii sesin tonu ve bunu takip eden el kol hareketleri de köpeğin anlamasını kolaylaştırıyor. Terrier cinsi köpekler özellikle çok zeki oluyorlar. Son olarak kolaylaştırıcı formül; SEVGİ. Köpek sevildiğini anlayınca daha çabuk öğreniyor. Aslında düşünüyorum da, biz insanlar için de böyle değil mi? Sevdiğim öğretmenlerin derslerini hep daha çok sevmiş ve daha çok çalışmışımdır.

Seren neden Piranalarla Yüzen Çocuk kitabının üzerine süt dökmüş?

Hayal et Deniz arkadaşım. Okuldan çıkmışsın. Pelten çıkmış. Kaç saat ders dinlemişsin, sert sıralarda oturmuşsun. Eve geliyorsun, rahat giysilerine kavuşuyorsun. Annen sana kek yapmış, yanında süt. Oh, masaya yayılıyorsun. Bir taraftan kek tıkıştırıyorsun ağzına, kucağında en sevdiğin kitap, lıkır lıkır süt. Kendinden geçmişsin. O kitaba süt de dökülür, kek de bulaşır. Başına her şey gelir ama olsun kitabın keyfi bazen de böyle çıkar ne yapalım. O kadar da olsun.

Neden ablası Seren’i dolaba kapatıyor, iplerle bağlıyor polisçilik oynuyoruz diyor?

Oyun oynarken kardeşler arasında böyle şeyler olabilir. Birbirlerine zarar vermemek koşuluyla tabii. Seren ablasının kurallarına uyuyor, belki de biraz korkuyor ya ablam benimle oynamak istemezse diye. Abla da ‘Ben büyüğüm oyunun kurallarını koyarım. Şu ufaklığa gününü göstereyim,’ diye düşünüyor galiba.

Kaptan’ın kahvaltıda yaptığı muzlu krepin tarifini verir misin?

Bu soruyu okuyunca canım muzlu krep çekti.

1 çırpılmış yumurta

1 bardak süt

2 yemek kaşığı sıvı yağ

2 iyice ezilmiş püre haline gelmiş muz

1 bardak un

1 yemek kaşığı şeker

2 çay kaşığı kabartma tozu

1 cimcik tuz

Un, tuz, şeker ve kabartma tozunu karıştır. Başka bir çanakta süt, sıvı yağ, yumurta ve muz püresini iyice çırparak karıştır. İki karışımı birbirine ekle. Az yağla kızdırılmış krep tavasına kepçeyle dökerek çift taraflı pişir.

Afiyet olsun!

Buraya geldiğinde “İnsanların konuşmalarını dinliyorum,” dedin.  Peki bunu neden yapıyorsun?

Çanakkale’de yaptığımız söyleşiyi kastediyorsun değil mi? İlk başta bu kulağa çok kaba gelebilir. Bize öğretilen şey insanları dinlemenin ayıp olduğu. Ama ben onları dedikodu yapmak için dinlemiyorum ki. Onların hikâyelerini merak ediyorum. Bu hikâyeleri öğrenmenin en kolay yolu onları dinlemek, hareketlerini, yüz mimiklerini gözlemek. Çeşitli defterlerim var. Bazısına konuşmaları yazıyorum, bazısına insanların giysilerini, saç, kaş, ağız veya göz şekillerini. Bazı defterlere ise farklı mekânları. Romanlarımda, öykülerimde veya şiirlerimde bu notlarımı kullanabiliyorum. Aslında insanların konuşmalarını dinlemek, hikâyeler kurmak, yazmak; onları anlamama ve sevmeme yardımcı oluyor.

Sorularımı cevapladığın için teşekkür ederim.

Ben çok teşekkür ederim Deniz arkadaşım, senin sayende kitap hakkında düşünmediğim şeyleri düşündüm. Soruların epey terletti beni.

Çiko'nun Seçimi 
Yazan Füsun Çetinel 
Resimleyen Maria Brzozowska 
Günışığı Kitaplığı 
9-11 yaş