18 Ağustos 2017 Cuma

Neden Yaz(m)ıyorum?

Birinci sınıftayım. Sınıfın orta yerinde bir soba. Kapı çalıyor. Annemin başını görüyorum. Öğretmenimle bir şeyler konuşuyor.
Kara tahtanın önündeyim. Elimde tebeşir, "soba" yazıyorum. Ne olduğunu anımsamadığım birkaç kelime daha... Okur yazarlığım tescilleniyor ama sene başından beri vaat edilen, öğretmenimin evinde tavandan sarktığı söylenen kırmızı kurdele, bir türlü gelip yakama konmuyor. Büyüklerin konuşmalarına kulak kabartınca anlıyorum sebebini. Öğretmen olan annem, sınıf arkadaşlarım kendisini başarısız hissetmesin diye bana kırmızı kurdele takılmasını istemiyor. Belki bu yüzden, daha sonraları elde ettiğim hiçbir başarı öyle göğsümü kabartmıyor, en mutlu olmam gereken anlarda dahi ayaklarım hep yere basıyor, göğsüme konamadan başarı, sevinci yüzümde soluveriyor. 
Çanakkale'ye taşınıyoruz sonra. İkinci ya da üçüncü sınıfta orman temalı bir şiir yazmamızı istiyor öğretmen. Tohumlar fidana/ fidanlar ağaca/Ağaçlar ormana/Dönmeli yurdumda şarkısının sözlerinden esinlenerek bir dörtlük uyduruyorum. Öğretmen, yazdığım şiiri beğeniyor ama ben bir daha hiç şiir yazmıyorum. Düz yazı daha çok hoşuma gidiyor. Sonra kompozisyon yarışmaları geliyor. Belirli gün ve haftalar için açılan bu yarışmalarda birincilik kazanan arkadaşlarımdan bazıları, kompozisyonlarını anne ya da babalarının yazdığını söylediğinde, içim içimi yiyor, hakkımın yenildiğini düşünüyorum, kızıyorum. Annem Türkçe öğretmeni ama ondan yardım almayı kendime yediremiyorum. Boyuna yazıyorum.. 
Şeytanın bacağını kırıyorum nihayet. Kompozisyonum ikincilik kazanıyor. Önemli bir yarışma olmalı ki, okulda tören de düzenleniyor. Ödül töreni tam bir fiyasko. İsmimin anons edildiğini duymuyorum. Birileri beni öne itekliyor. Müdürün yanına gidiyor ve geri dönüyorum. Tebrik etmek için uzattığı eli de, hediye kitabım da havada kalıyor. Yine birilerinin dürtmesiyle kahkahalar arasında geri dönüp mahçupça elini öpüyorum müdürün, kitabı alıyorum. Kitabın adını, yazarını, kahramanların ismini, hiçbir şey hatırlamıyorum ama konusu dün gibi aklımda. Aynı erkeğe âşık ikiz kız kardeşlerin öyküsünü anlatıyor kitap. Heyecanlı ve yavaş yavaş çözülen bir olay örgüsünden ibaret okuduklarım. Ders bir: hatırda kalmak için ilginç konular bulmak yetmiyor. Köşeyi dönsem burun buruna geleceğimi hissetmediğim kahramanlar zihnimde yer etmiyor. 
Aklımdan çıkmayan kitaplar da var: Çocuk Kalbi, Define Adası, 80 Günde Devri Alem, Şimdiki Çocuklar Harika, Uzay Yolu...
Büyümeye devam ediyorum. Öğrenmem gereken çok şey var, örneğin olumsuz duygularımı dile getirmek. Çocuklar olumsuz duygularla başa çıkmayı büyüklerini aynalayarak öğrenirler. Ben öğrenemiyorum. Yansıyan bir şey yok. Derin bir kuyu, ailemin olumsuz duyguları. Kayıplar, yaslar, hüzünler hepsi hasır altı... Oyuna sığınıyorum. Uzun yaz tatillerinde kömürlükte gazete çıkarıyor, yazdığımız skeçleri oynuyoruz. Evin karşısındaki ana yola tırmanan merdivenler sahnemiz oluyor, ağaçların arkası kulis. Kışın evlere kapanıyoruz. Bizim ev, yol geçen hanı...
"Fotoğraftaki kim?"
"Babamın çocukluğu. Saklambaç oynayalım mı?"
Yıllarca bizimle evden eve gezen, ancak ben üniversite çağına geldiğimde, bir daha duvarda kendisine yer bulamayan siyah beyaz fotoğraftaki 4-5 yaşlarındaki erkek çocuğu soruyorlar. O çocuk benim abim.  Kim olduğunu, nasıl öldüğünü, annemin nasıl duyduğunu, ilk tepkisini ailenin farklı farklı bireylerinden yıllara yayılan çok geniş bir zaman içinde öğreniyorum ama çok küçükken bile iyi bildiğim bir şey var. Hakkında konuşmak, onları üzüyor. Onları üzmek istemiyorum. Öykücü beyin ivedilikle çözüm üretiyor. Çerçevenin önünde ilk kurmacamı çatıyorum.
Orta okulda Türkçe öğretmenimiz günlük tutmamızı tavsiye ediyor. Dinliyorum onu. Her akşam okuldan gelir gelmez olanı biteni yazıyorum. Bir gün, İngilizce öğretmenim derste beni yanına çağırınca, annemin kitaplarımın arasına sakladığım günlüğümü bulduğu, okuduğu ve öğretmene bir şeyler anlattığı ortaya çıkıyor. Günlükte öğretmene dair tek kelime yok, ama sorduğu sorular neticesinde ona âşık olduğumu sandığından şüpheleniyorum.  Bu yanlış anlamaya sebep olduğu için  o an annemden nefret ediyorum. Eve gider gitmez bir ergen kavgası kopuyor, yazdıklarımı yırtıp atıyorum. Uzun zaman yazdıklarımı biriktirmiyorum bu yüzden. Defterler tutmaya başlıyorum. İçine sevdiğim şiirleri, okuduğum kitaplardan altını çizdiğim satırları yazıyorum. Ne zaman iş gelip iç dökmeye dayansa, yazdıklarım okunacak kaygısıyla yırtıp atıyorum. Ne mektup saklıyorum ne defter... 
Yazmaya, mektuplarla devam ediyorum. Kayseri-Çanakkale arası mekik dokuyor hayallerimiz, planlarımız. Konuşamadığım için yazıyorum. Anlaşılmak için yazıyorum. Yazmak beni rahatlattığı için yazıyorum. Özlediğim için yazıyorum. Unutmamak için yazıyorum. Üniversitede yeniden buluşuncaya dek yazıyorum.
Okumak da eşlik ediyor bu iç dökmelere. Belli bir düzenim yok. Ablamın kitaplığında ne bulursam onu okuyorum. Bu gelişigüzellik katıldığım bir atölyeye kadar sürüp gidiyor. Hiç ummadığım bir anda, küt diye ciddi bir sağlık problemi yaşıyorum. Yeniden kâğıda, kaleme sarılıyorum. Uzun uzun yazıyorum, her şeyi, üzüntülerimi, korkularımı, hayal kırıklıklarımı. Okuduğum bir romanın (Her Kadın Bir Rus Şaire Âşık Olur) kahramanı Rus asıllı Amerikalı Kate geliyor sık sık aklıma. Nedeninden çok emin değilim ama onun gibi Yazarlık Atölyesine gitmek istiyorum. Aradan birkaç yıl daha geçiyor. 30'uma yaklaşırken sık sık Vakıf Gureba'nın otoparkına bakan hastane odası geliyor aklıma. Ve ilk kez kendim için bir şey yapmak istediğimi duyuyorum. Yaratıcı Yazarlık Atölyesine kaydolmaya karar veriyorum. Şimdi bugünden bakınca daha iyi anlayabiliyorum, açıklayabiliyorum  sebebini.
Hastalıklar, hastaneler, yakınlarımızı, sevdiklerimizi yitirme korkusu, ölüm gibi deneyimlerin hayatımızda önemli bir yeri vardır. Bu kırılma noktaları tam da bir öykünün aydınlanma ânı gibidir. O çakma, gerçekle yüzleşme ânından sonra mutlaka birtakım gerçeklerin ayırdına varır, değişim arzusu taşırız. Etrafımızda ilişki kurduğumuz pek çok kişiye açık ya da örtük sormuşuzdur benden razı mısın diye ama kendimize pek az yöneltmişizdir her nedense. Sorular sorduğum ve cevaplar aradığım bir iç hesaplaşma döneminin ardından kendimden helallik almak arzusuydu benimki. O yüzden oradaydım o sabah, Moda'da bir apartmanın önünde.
Çıkardığım ürünler açısından verimli bir atölye olduğunu söyleyemem ancak ortak ilgi alanım olan insanlarla bir araya gelmek, her pazar hayattan keyifli bir üç saat çalmak ve yazmanın hazzına varmak güzeldi. Bu atölyeyle birlikte klasik roman okurundan öykü okuruna doğru evrildim ve ilk öykü denemeleri başladı. Zira öykü, bu tür yazı atölyelerinde sıklıkla kullanılan mükemmel bir araç. Kısa sürede yazabiliyor, okuyor, üzerine tartışabiliyorsunuz. Ben de Mario Levi'nin atölyesinde türün iyi örnekleriyle tanıştım ve içime öyküden zevk alma tohumları ekildi. Atölye bitti. Sonrası uzun bir sessizlik. Bulmak isteyene neden çok: İş, güç, İstanbul curcunası, gelenler, gidenler, göçler, hastalıklar, annelik, yorgunluk, zamansızlık…
Bir bahar günü Deniz iki yaşına bastı ve mucizevi bir şekilde sabaha kadar odasında uyumaya başladı. Büyük bir açlıkla kitaplara saldırdım. Okumak güzeldi ama yetmedi. Bir okuma grubu kurduk. Kitaplar okuduk, edebiyat uyarlaması filmler izledik, şu an yayında olmayan bir blogda okuduklarımız ve izlediklerimiz üzerine ufak ufak yazmaya başladık. Yazma heyecanı bir kez daha bünyeme girmişti. Bir daha kaçmasına izin vermeyecektim! 2013 eylül ayında yazıyı yeniden ve kalıcı olması umuduyla hayatıma soktum. Aynı yılın kasım ayında (her ay sekiz yazı hedefiyle) Kurmacabiyografiler isimli bloğumu kurdum. Okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, günden bana kalanlar, kurmaca metinler yazmak hakkında usul usul konuştum, yayımlanan öykülerimi paylaştım. Bloğu açarken buradan kitaba gidebileceğimi düşünmemiştim ancak blog tutmak bana hem düzenli yazma disiplini verdi hem de okuru olduğum öykücülerden bir kısmı ile tanışmama, yazdıklarım hakkında olumlu değerlendirmeler duymama vesile oldu. Sıra bir sonraki adıma gelmişti: öyküleri elemek ve bir dosyada toplamak. İlk göz ağrım Lodos Çarpması 2015 yılının aralık ayında NotaBene Yayınları tarafından basıldı. Bu görece erken gelen ilk kitap sevincinin ardından yürüyüşümü aynı hızla devam ettireceğimi düşünmüştüm ancak çoğunlukla okumakla yetiniyorum. Zaman zaman bunun sebepleri üzerine de düşünüyorum. Yayımlatma kaygısı duymadan, yalnızca yazma hazzı için yazmanın özgürleştirici olduğu muhakkak. Öykülerim kitap bütünlüğüne ulaşınca içimdeki acımasız eleştirmenle tanıştım. Ne dediğini iyi bilen biri, o. Bu yüzden dinliyorum onu. Yalnızca anlatmakla yetinmemek için, dilin imkânlarını çoğaltmanın bir yolunu  bulamadığım  için, yeni bir sözüm olmadığı için, yazmanın getirdiği yalnızlık katlanamadığım ve kaçmak istediğim bir şeye dönüştüğü için. En önemlisi de okumak, yazmaktan daha keyifli olduğu için.


10 yorum:

  1. Okuma ve yazma serüveninizi heyecanla ve zevkle okudum.

    YanıtlaSil
  2. Çok güzel anlatmışsın. İçindeki o acımasız eleştirmenle yaşayabilmek büyük avantaj. Yazan her kişiye lazım ondan. Elbet o da susacak, bir yerde pes edecektir. Etmezse de canı sağ olsun. Eline sağlık :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. En iyi dostumuz, silgimiz o, bizim. :)
      İlhan Durusel ne güzel demiş:
      ...Çizin /Karalayın /Sayfada haritası ruhunuzun./ Beğenmezseniz silin /Silgiler için yazılır bazı şeyler.


      Sil
    2. Güzel demiş İlhan abe! Cemil Kavukçu'nun da bi silgi muhabbeti vardı, aklıma gelmedi şimdi.

      Sil
    3. Buldum, Parşömen olmasa her şeyi unutacağım :)
      http://parsomen13.blogspot.com.tr/2012/10/cemil-kavukcunun-silgisi.html

      Sil
  3. Bu arada, ilk söylemek istediğimi unuttum, sona kaldı: Yazının başındaki öğretmen çocuğu olma hikayesi çok tanıdık geldi bana :) Sevincin yüzde solması vs. (Öğretmen çocuklarını gözlerinden tanırım.)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Silgi önemli :) Katkın için teşekkür ederim.
      Öğretmen çocuğu olmak diye bir şey var şu hayatta. Ve ben de onları tanıyabiliyorum. :)

      Sil
  4. iyi ki varsin... iyi ki dogdun... aydinlik gunlerde kutlayacagin cooook dogum gunlerin olsun...

    YanıtlaSil