Eski bir günlüğün sayfasından dökülenler
Bugün bir çocuk kitabı yazacak
olsaydım, Çanakkale ve yöresinde geçen savaşları, mitosları, destanları
anlatırdım.
Bu konu ilgimi çekiyor çünkü
dünya tarihinin en önemli iki savaşı bu topraklarda geçti. Ve biz, savaşın neye
mal olduğunu çok iyi biliyoruz ama dünyada düşmanlıklar, sınıf çatışmaları,
ötekileştirme, ganimet için başka toprakları istila etme, kendini üstün görme
hepsi devam ediyor. İnsanlar, sanki Truva Savaşı, Gelibolu Savaşları, Yahudi
soykırımı yapılmamış, atom bombası hiç atılmamış gibi kör ve alık. Ben bir kez
daha, kendi üslubumla, akıcı, düzayak bir Türkçeyle yazardım bunları.
Yaşamın anlamını parlatmak, yaşama coşkusunu iletebilmek, barış ve yaşamak her
şeye değer diyebilmek için.
Victor Frank’ın İnsanın Anlam Arayışı kitabını
bitirdim. Ortalarına gelip ara vermiş ve yeniden başlamıştım. Biter bitmez dönüp önsözü okudum. Kendimi durdurmasam aynı kelimeleri yine yine okurdum. İkinci Kuşak Babama Anlatamadıklarım’a dadandım hemen ardından. Bir çırpıda yeniden okudum. Ertesi gün Etgar Keret’in Domuzu Kırmak ve Yedi Güzel
Yıl kitapları çantamdaydı. Onları yeniden okumayı arzuladım, belki Mouse’u da… Yıllardır blogta bir başlık olarak duran "İkinci Kuşak" yazısı beni çağırıyor.
Holokost
kurbanlarının ardından gelen kuşağa ikinci kuşak deniyor. Onlar, kendilerini
ebeveynlerinin çalınan gençliğinden sorumlu hisseden, suçluluğu ta iliklerinde
duyan, bir nevi kayıp bir kuşak ve intihar vakaları hiç de münferit değil. Bu kitapları, bu bilgileri birbirine ören, Etgar Keret’in Varşova’daki yazar
evini de içine alan özenli bir yazı hazırlamak istiyorum. Pek çok yazı hayalinde olduğu gibi sönümleniyor. Tamamen bitmiyor ama sönümleniyor ve ilerlemiyor. Savaş ve
sonuçları üzerine yazacağım her satırın yazmayı planladığım
odağında Çanakkale ve insan olan çocuk kitabıma fayda sağlayacağını düşünüyorum. Her bir kelimeden, cümleden bir yazı temriniymiş gibi faydalanmak, sonuca giden yola bir taş döşeyeceğini ummak. Bunca umut ve düşünce, belki de sonuçla arama giriyor. Oyunun
kurallarını bozuyor. Çünkü bir numaralı kural önce eğlenmeyi, yaptığın işten
keyif almayı buyuruyor. Bu ihlal edilirse, yazılamayan her paragraf, öykü,
alınamayan bir skor gibi için için beni sızlatacak, karamsarlık, başarısızlık
ve boşuna yaşıyorum hissi içimi saracak. Oysa hiçbir metin bir oturumda
yazılmaz ve bazı metinlerin yazımı için ön çalışmalar, ön okumalar gerekir.
Çanakkale ve özelde Truva böyle bir çalışmayı gerektiriyor. Ben hâlâ bilgi
toplama aşamasındayım. Belki bu hikâyeyi hiçbir zaman ilk hayalini kurduğum
şekilde yazamayacağım, belki vazgeçeceğim. Böyle bile olsa toplanan ve artık bünyeye içkin her bilgi
yaşama devam ederken yolumu aydınlatacak, bana yeni perspektifler sunacak. Dolayısıyla
hiçbir zaman kaybetmiş ya da başarısız sayılmayacağım.
Bu kitabı çocuklar için
yazmak istiyorum. Hem bilgi sahibi olsunlar, hem de eğlensinler. Oyun oynar gibi,
hikâye akıp giderken avuçlarına bilgi kırıntıları bıraksın. Yer etsin. Bu
kitabın içinde kahramanlar, sıradan insanlar, ayrıntı zenginliği, akıcı ve
gündelik bir dil, merak uyandıran bir olay örgüsü ve dil zenginliği olsun
istiyorum. Bir hikâyenin yalnızca yaptı, gitti, yedi, içti’den ibaret
olmadığını, hikâye anlatmanın kuru kuruya bir olay anlatmak olmadığını, İlyada
ve Odessa’ya yaraşır bir dil ve imge zenginliği uyandırmasını, onları da bir tür
maceraya davet etmesini istiyorum. Hayatın içinden imgeler yakalamada mahir olmak,
şair gözünü açık tutmak, hikâye avlamak, kovalamak… İşte çocuklara bunları
vermek istiyorum asıl. Anlatmanın coşkusunu, kayıt altına alıp kelimeleri
sabitlemeyi… Bundan alınan hazzı… Schliemann'ı anlatmak istiyorum. Schliemann’ın hayatını yeniden okumalıyım. HMS Beagle’ın ünlü yolcusunun hayatını çocuklar için
kısaltarak yazmak istiyorum.
Parmak uçlarım uyuşuyor, tuşlara
basmaktan. Kollarımı dayadığım için dirseklerim acıyor. Dirsek çürütmek deyimi
boşa söylenmiş bir söz değil, hiç değil! Ve yazmak kolay değil, hiç değil!
Sabah Muhsin’in anlattığı
köpekli, imamlı hikâye dolanıyordu zihnimde. Nefis hikâye. Ben hiçbir zaman bu
tür hikâyelerin birinci elden tanığı, kahramanı olamayacağım çünkü hayatın hep
kenarında, köşesinde, dış çerçevesinde hissediyorum kendimi (Bu bir his değil,
elbette, düşünce). Yeniden belini doğrultalım lafın. Güvenlik, istikrar, risk
almamak üzerine kurulu bir hayatın içinde, ne kadar canlı yaşayabilir
insan? Kendisini ne kadar içinde ve
ilgili hissedebilir? İşte benim yaşama karşı tuhaf kopukluğum hep bundan.
Her gün 1667 kelime yazmak zor
bir hedef. Duruyorum, düşünüyorum, sayıyorum. Yeni bir düşünce sörf tahtasının
üzerinde yanaşıyor, üzerine atlayıp gidiyorum. Roman yazma ayından
kalma deneyimler, tedirginlikler ve Hikâye Dehası’nın yazarının sözleri içimde
çın çın ötüyor. Bu rastgelelik içinden, bir hikâye doğurabilir, doğrultabilir
miyim? Her gün bir amaç gütmeden yazmak güzel ama yönümü kaybetmeden yazmak ve yazdıklarımdan bir omurga oluşturabilmek. İşte bütün mesele bu. Bir kez kemik iskelet çıktı mı ortaya, ete, deriye bürümek
kolay, en azından daha kolay. İşte hatırlamam ve bulmam gereken yer burası, asla
yitirilmeyen, kaybolmayacak kemikleri bulmak ve bir yapbozun parçaları gibi
iskeleti yığabilirim.
Ve Çağlar araya girer. Ve Tuğba
çemkirmez. Yazı bölünür, bir dalganın üzerinde sörf yapar gibi kolay ve rahat
akan kelimeler susar. Yeniden aynı dalganın üstüne çıkamaz insan. Yeni bir
dalgayı bekler. Yazmak dalgalı denizin ortasında kimsenin yardımı olmadan, tek
başına bir sörf tahtasına tırmanmaya çalışmak gibi. Çıkmak zor, düşersin,
devrilirsin, burun deliklerinden deniz suyu girer, genzinde hissedersin o yanmayı.
Buna odaklanırsan devam edemezsin. Başını maviliklere çevirmeye, kıyıya
ulaşmaya, kıyının ardındaki ağaçları, yeşillikleri görmeye çalışırsan, genzini,
gözlerini yakan tuzlu suyu unutursan hop bir anda tahtanın üzerindesin. Bir
dalganın tepesinde ve kıyıya doğru hızla yol alıyorsun. Sakın durma, nefes al,
nefes ver. İşte bu! Dizlerin hafif kırılı, dengedesin ve gözlerin ileride..
Kıyı çok uzak. Bu mesafeden neler olduğunu seçemiyorsun. Giderek yaklaşacaksın,
yaklaşıyorsun da ama bu mesafeyi alırken yalnızca gördüklerine odaklanmamayı da
öğreniyorsun. Havayı kokluyorsun, işitiyor, tadıyor, tenin hissettiklerini bir
bir hafızaya işliyorsun.
Kelimelerden bir kurguya varmayı özledim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder