“Öykünün tutumluluğu sadece sözcükler
içindir”
Öykü ne değildir?
Öykü geveze değildir, teknik
mi, hiç duymasın bu sözü, sonra kırılır, bırakıp gider sizi. Öykü, oldukça
hassastır, az sözcük ve kısıtlı sayıda karakterle çok şey anlatır. Ânı yaşar,
ancak zamanı anların içerisinde geriye, ileriye giderek cömertçe genişletir. Öykünün
tutumluluğu sadece sözcükler içindir. Anlaşılmak gibi bir kaygısı yoktur. Çünkü
bıraktığı boşlukların içerisinde gerekli ipuçlarını vermesini bildiği gibi okuyanı
da içine çekme, hatta yeni bir karakter olarak öyküye katma becerisine
sahiptir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir
şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
ah!
bir perdenin
asılışının benden aldığı gökyüzüdür
bana
düşen terk edilmiş bir merdivenden inmek
(Yeniden Doğuş / Furuğ)
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse,
nedir?
Betimleme mi atmosferi
kapsar yoksa atmosfer mi betimlemeyi? Bu sorunun cevabını veren bir yazar var
mıdır? Atmosfer bana göre dildir. Dilin kuruluşu, sesi ve ritminin ayarıyla yükselir,
düşer, yükselir…Betimleme de tadıtuzu olur.
Öykücü,
çağının tanığı olmalı mıdır?
Böyle bir kural yok
elbette. Yazar özgür olmalı her zaman. Fakat etrafında bombalar patlarken,
parçalanmış cesetler oraya buraya saçılırken, ırklar üzerine oyunlar
oynanırken, savaşlar sürerken bir yazar bütün bunlara sırtını nasıl dönebilir
ki? Mutlaka öyküsünün bir yerine sızacaktır diye düşünürüm.Ancak ülkemizde yazarın
çağına tanıklığıyla ilgili öyküler mimetik sanatlar kategorisindeymiş gibi
değerlendirilerek edebiyattın içinden bir dönem uzaklaştırılmaya çalışıldı. Elbette bunun gizil bir yanıvardı. Baskıcı İktidarların
hedefi olan içine kapanmış, birbirinden kopuk bireyler sayesinde toplumsal kontrolü
sağlarken, bu zihniyete göre hareket eden edebiyat kanonu da toplumdan kopuk
öykülerin yazımını önceleyerek yazarın yazma özgürlüğüne bir şekilde ket vurmuş
oldu. Oysa varoluşçuluk tam anlaşılsaydı,çağın tanıklığını ayrı bir yerde
tutmayıp dengeyi kurmuş olacaktık ve yazarın tanıklığıyla bugünkü durumları daha
iyi değerlendirebilecektik. Simone de Beauvoir, Albert Camus, Paul Sartre,
Franz Kafka gibi yazarlar varoluşçuluk içinde eserler verirken toplumsal
sorunlara oldukça duyarlı yaklaşmışlardı.
Ernest Hemingway, “... bazen bir öyküye
başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını
ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa
kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: ‘Endişelenme. Nasıl her zaman
yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak.Bildiğin
en doğru cümleyi yaz,’ diye düşünürüm,” diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde
bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Öykü yazarken tıkanırsam hemen
bırakırım o öyküyü. Fikir istediği kadar çarpıcı ve güzel olsa da zorlamam kendimi.
Zorlasam bile o öykü kendini yazdırmamak için diretecektir. Benim hiperaktifbir
düş dünyam var. Yenisi muhakkak gökyüzüne bakarken, bir müzik eserini dinlerken,
yemek pişirirken, çayımı yudumlarken zihnime kuruluverir. Açıkçası ben öyküyü
değil öykü beni buluyor.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Dil her şeydir. Sesiyle,
müziğiyle, mimikleriyle, sembolleriyle çokluğun
içinde “bir” olan şeydir.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu
pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite
sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun
anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu
mu?
Ah! Olmaz olur mu?
Gevezelik yapmak isteyen karakterlerimin öyküleri romana evriliyor sonunda.
Yazdığım iki öykü bu nedenle roman oldu. Öykülerim üstünde baskı kurmak istemem.
Düşünün bir karakterin peşi sıra gitmek, ya yarı yolda kalmak ya da yolu
tamamlamadan boş dönmek. Öykü yazmak müthiş bir macera bana göre.Bu yüzden
kalemi de seçimi de öyküye bırakıyorum. Lüksüne düşkünse yapacak bir şey yok.
İlhan Berk “Anlam ve Anlamı
Aşmak” başlıklı yazısında, “Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl
sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar,” diyor. Buradan
yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı
sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi
özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Son yıllarda öyküde dili
ve biçimi aşma çabaları yanında özellikle avangarthareket tarzına bir yönelim
var. Geleneksel olanın karşısında duran birçok öykücü klasik anlatım
biçimlerinden uzaklaşarak daha özgürlükçü yazıyorlar. İlhan Berk’in şiir için “disiplinler
zincirini kırmakla başlar” sözünü öykü klasik yapıyı kırarak yapmaya çalışıyor
zaten. Ancak şiir gibi anlamı aşmak ister mi? Öykü şiire göz kırpar ama şiir
ona pek yüz vermez.Bazı şairler anlamı aşma çabasındalar farkındayım. Ancak sözcükleri
yan yana dizmekle olmuyor. Hadi oldu diyelim bu kez de duygu eksik kalıyor. Ben
içime işleyecek şiirin duygusunu da yakalamak isterim.
Bana cesaret ve ilham
veren birçok şair ve yazarım var. Birini yazsam diğerini yazmasam önce benim gönlüm
kırılır. Ama iç sesim Sevim Burak, Leyla Erbilve DidemMadak diyor ille de. Ah! Unutmadan Eduardo Cadava “Işık Sözcükleri”, Walter Benjamin üzerine yazılmış. Beni etkileyen bu kitabı epeydir başucumda
tutuyorum.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben"
kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öyküde “ben” bir karakterdir. Öykücü olsa olsa
karakterlerin yerine geçen bir oyuncu ya da bir izleyicidir sadece. Ama okuduğum
bazı kitaplarda. “Ben” anlatıcı öyküler boyunca karakterler değişiyor, yer,
zaman, mekân değişiyor ama her öykü tek bir sesle ilerliyor. Üstelik kasaba,
köy ve şehirleri dolaşıyor başkarakter. Herkes başkarakterin sesiyle bilge
bilgekonuşuyor: O zaman da şunu düşünüyorum öykücü bir ses yakalıyor, her yeni
öykü için ses oluşturmak için zahmete girmiyor. Çok sıkılıyorum öyle kitapları
okurken. Çok afili sözler ya da değişik bir kurgusu varsa ya da çok övülmüşse
kitap, o zaman ara vere vere okuyorum. Üzerine notumu da düşüyorum.
“Eserin ilk hâli bok gibidir” demiş Ernest
Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını
bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan
anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden
dönmek... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin
için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da
kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu
konuda neler düşünüyorsunuz?
Ben
trans halinde yazıyorum ve öykü bittikten sonra akılla dönüp baktığımda metin sorunluysa,
özellikle sesini bulamamışsa onu bir kenara atıyorum. Bazen senelerce
bakmadığım oluyor o metne. Yeniden yazamıyorum aynı öyküyü. İstesem de yazamam,
çünkü yeni bir öykü zihnimi sarmış oluyor. Ancak yazdığım öykü bir kıvama
gelmişse, demlenme sonrası hâlâ beni etkiliyorsa uzun bir ince işçilik dönemim
oluyor. Bazen de ince işçilik döneminden sonra bile içinde beni rahatsız eden
ama bulamadığım bir şeylerin hissine kapılıyorsam,onu yıllarca beklettiğim de
oluyor. Bir öyküyü altı yıl beklettim, hislerimde yanılmadığımı da gördüm.
Dergilerde
yayımlanmış öyküleri kitaba alacaksam, üzerinde yeniden derin bir çalışma
yaparım. Değişiklik yapmam gerekiyorsa sevinçle yaparım. Aynı şey kitaplarım
için de geçerli. Elbette öykünün özünü bozarak yapmam bunu. Özü bozuluyorsa
zaten başka bir öykü olmuştur.
* Bu söyleşi 17 Mayıs 2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder