1 Ağustos 2015 Cumartesi

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (14)




Nasıl Yazar Oldum?
Sıkça karşılaştığım “yazmak hayatına nasıl girdi?” sorusuna uzun süre cevap veremedim. Çünkü “evet, bundan sonra yazacağım artık” dediğim bir an gelmiyordu aklıma. İhtişamlı bir aydınlanma ya da fiyakalı bir başlangıç ânı söz konusu değildi. Kendimi bildim bileli, varoluşumun doğal bir uzantısı olarak yazıyormuşum gibi geliyordu bana. Biraz öyleydi de aslında. Galiba yazı, hayatıma sonradan dahil olmayan, zaten hep içinde olan şeylerden biri. Çocukluğumdan, neredeyse okuma yazma öğrendiğim zamanlardan beri bir biçimde yazıyorum.
İşin doğrusu pek öyle neşe pınarı bir çocuk sayılmazdım. İçine kapanık, utangaç filandım biraz. Arkadaşlarımı okuduğum kitapların içinden seçerdim. Okumak yazmayı da beraberinde getirdi. Minik öyküler yazmak, oyun kurmak gibi bir şeydi benim için. Oyun arkadaşlarımı yaratıyordum bir nevi. Yani yazmak hep vardı. Dünyayı anlamak, anlatmak, içinde kendime yer bulmak, kendi yanıma koyabileceğim birilerine yer açmak için... Galiba bu tür sebeplerle yazdım hep.
 
 
 
HİÇ BİLİNMEYEN İLK KİTABIM: YARINI BEKLİYORUM

Hatta o yıllara dair çok kıymetli bir anımı da anlatayım. Dokuz yaşına geldiğimde yazdıklarımla bir sürü defter doldurmuştum. Bir gün amcam “hadi defterlerinden en sevdiğin yazıları seç de sana bir kitap yapalım” dedi. Sevinçten çıldırdım tabii. Hemen yazdıklarımı elden geçirdim, seçim yaptım, amcama verdim. O da sağ olsun onları daktiloya çekti, fotokopiyle çoğalttı, hatta evde kendi çabasıyla ciltledi, başına da çok tatlı bir önsöz yazıp, “al bakalım, ilk kitabın” diye bana verdi. Kitabın adı içindeki şiirlerden birinin de adı olan “Yarını bekliyorum.”
Bu bir şiir kitabıydı. Sonrasında şiir yazmaya devam ettim ama bir daha hiç şiirlerimi başkalarıyla paylaşacak cesareti gösteremedim. Amcam o kitaba yazdığı,
“Şiirimizde bir çok genç yetenek var kuşkusuz. Nermin de bu genç soluklardan, genç pınarlardan biri, ama henüz çok genç. İlkokul üçü yeni bitirdi. Dizeler evreniyle tanışıklığı okul öncesine uzanır. O zamanlar da çok şey duyumsayabildiğini, ancak yazıya dökemediğini söyler kendisi. Yazmayı öğrenmesiyle gerçek anlamda ozanlığı göstermeye başlar.”
diye başlayan dünyalar tatlısı önsözün sonunda (Aralarda şahsen tekrar edersem ayıp kaçacak övgüler olduğundan, oraları müsaadenizle geçtim) şöyle diyordu:
“Bu Nermin’in ilk çalışması. Bugüne değin, 1987-1989 arasında yazdığı şiirlerden derlendi. Ancak en az kitaba alınanlar kadarını da kendisi eledi. Bu şiir kitabını yenileri ve öykü kitapları ve kim bilir belki de romanları izleyecek. Nermin’e kendisindeki bu kaynağı iyi değerlendirmesi ve yeni çalışmaları için başarılar diliyorum. İleride Türk sanat evreninde önemli bir gündem oluşturacağını görür gibiyim şimdiden.

Yahya Yıldırım, 21 Temmuz 1989”

 ***

O bu satırları kaleme aldığında dokuz yaşındaydım, bugünse otuz beş yaşındayım. Açıkçası aradan geçen zamanda herhangi bir evrende mühim bir gündem oluşturmuş değilim. Öyle şeylerden korkarım da zaten. Velhasıl sevgili amcamın kehanetinin bu kısmı fos çıktı denebilir. Ama öyküleri, romanları ve zaman içinde gelecek diğer kitapları bildi. Çünkü o beni gören, içimdeki yazma arzusunu, ihtiyacını netlikle gören ilk kişiydi belki. Kitabın kapağında, yanında minnak bir köpekle birlikte emekleyerek merdiven tırmanan bir çocuk var. Açıkçası çok net anımsayamıyorum ama o resmi birlikte seçmiş olmalıyız. Fakat şimdi, bu yaşımda ve bu aklımla, amcamın tercihini neden o resimden yana kullandığını daha iyi anlayabiliyorum tabii.
Hâlâ amcama nasıl teşekkür edeceğimi bilemem. O hediyeyle bana bir hayal de armağan etmiş oldu galiba. Hatta bir hayat belki. Ya da içimde yeşermiş bir hayali anlamlı kıldı bir biçimde. Dokuz yaşında bir çocuğa verilebilecek en kıymetli hediyelerden biriydi o kitap! Bugün ona bakmak bana hem tebessüm ettiriyor, hem de garip bir biçimde içimi sızlatıyor. Mazi genel olarak bunu yapar zaten bize, değil mi?
O dönem bir arkadaşımın doğum günü olsa da gidip hediye olarak kendi kitabımı versem diye takvim kollardım. Havalı havalı imzalayıp verirdim kitapları. Yıllar sonra, gerçekten romanlarım basıldı, başka dillere çevrildi, şu oldu, bu oldu ama bir daha hiçbir zaman o ilk kitaptaki gibi fiyakalı hissetmedim kendimi. Hatta şimdi kitap imzalamak filan utandırır beni biraz, pek gönüllü olmam, istendiğinde ayıp bir iş yapıyormuş gibi gizli saklı imzalama eğilimi gösteririm. Bu işin hava civa kısmını çocukken halletmem iyi olmuş demek!

SONRASI
Neyse, sonra büyüdüm tabii. Yazmayı hiç bırakmadım ama. Kendi kendime romanlar yazıp duruyordum. Yayımlatmak için acelem yoktu. Bir gün nasılsa olacağını biliyordum çocukluğumdan beri, beni zaten yayımlatmak değil, yazmak kısmı ilgilendiriyordu. Ama işte sonra yayın macerası da başladı. Hatta yayımlanan ilk romanım Unutma Beni Apartmanı, o güne dek kendi kendime yazdığım romanların toplamıdır bir nevi. Çünkü romandaki ana karakter Süreyya bir hayalet yazar ve roman boyunca değişik romanlar yazıyor. Velhasıl biz Unutma Beni Apartmanı’nda hem ana romanı, hem de Süreyya’nın roman içinde yazdığı romanları okuyoruz. Çocukluğumdan diyemem ama ilk gençliğimden o güne dek yazdığım metinlerden kesitler okuyup duruyoruz yani aslında.
Sonrasında benim için değişen pek bir şey olmadı. Yazmaya devam ettim. Tek fark, yazdıklarımı artık yayınevime vermemdi.
Nasıl yazar oldun sorusuna, şöyle yazar oldum diye cevap veremiyorum. Yazar olmak nedir, ondan da emin değilim çünkü. Ama nasıl yazdın, niye yazdın derseniz, işte tam olarak böyle oldu. Bundan sonra niye yazacaksın derseniz, sanırım o da aşağı yukarı böyle olacak.
Okumak, yazmak olmasa, kitaplar olmasa yani, insan nereye kaçar? İyi ki kitaplar var. 
 
Nermin Yıldırım

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder