Nasıl Yazar Oldum?
Sıkça karşılaştığım “yazmak
hayatına nasıl girdi?” sorusuna uzun süre cevap veremedim. Çünkü “evet, bundan
sonra yazacağım artık” dediğim bir an gelmiyordu aklıma. İhtişamlı bir aydınlanma
ya da fiyakalı bir başlangıç ânı söz konusu değildi. Kendimi bildim bileli,
varoluşumun doğal bir uzantısı olarak yazıyormuşum gibi geliyordu bana. Biraz
öyleydi de aslında. Galiba yazı, hayatıma sonradan dahil olmayan, zaten hep
içinde olan şeylerden biri. Çocukluğumdan, neredeyse okuma yazma öğrendiğim
zamanlardan beri bir biçimde yazıyorum.
İşin doğrusu pek öyle neşe pınarı
bir çocuk sayılmazdım. İçine kapanık, utangaç filandım biraz. Arkadaşlarımı
okuduğum kitapların içinden seçerdim. Okumak yazmayı da beraberinde getirdi.
Minik öyküler yazmak, oyun kurmak gibi bir şeydi benim için. Oyun arkadaşlarımı
yaratıyordum bir nevi. Yani yazmak hep vardı. Dünyayı anlamak, anlatmak, içinde
kendime yer bulmak, kendi yanıma koyabileceğim birilerine yer açmak için... Galiba bu tür sebeplerle yazdım hep.
HİÇ BİLİNMEYEN İLK KİTABIM:
YARINI BEKLİYORUM
Hatta o yıllara dair çok kıymetli
bir anımı da anlatayım. Dokuz yaşına geldiğimde yazdıklarımla bir sürü defter
doldurmuştum. Bir gün amcam “hadi defterlerinden en sevdiğin yazıları seç de
sana bir kitap yapalım” dedi. Sevinçten çıldırdım tabii. Hemen yazdıklarımı
elden geçirdim, seçim yaptım, amcama verdim. O da sağ olsun onları daktiloya
çekti, fotokopiyle çoğalttı, hatta evde kendi çabasıyla ciltledi, başına da çok
tatlı bir önsöz yazıp, “al bakalım, ilk kitabın” diye bana verdi. Kitabın adı
içindeki şiirlerden birinin de adı olan “Yarını bekliyorum.”
Bu bir şiir kitabıydı. Sonrasında
şiir yazmaya devam ettim ama bir daha hiç şiirlerimi başkalarıyla paylaşacak
cesareti gösteremedim. Amcam o kitaba yazdığı,
“Şiirimizde bir çok genç
yetenek var kuşkusuz. Nermin de bu genç soluklardan, genç pınarlardan biri, ama
henüz çok genç. İlkokul üçü yeni bitirdi. Dizeler evreniyle tanışıklığı okul
öncesine uzanır. O zamanlar da çok şey duyumsayabildiğini, ancak yazıya
dökemediğini söyler kendisi. Yazmayı öğrenmesiyle gerçek anlamda ozanlığı
göstermeye başlar.”
diye başlayan dünyalar tatlısı
önsözün sonunda (Aralarda şahsen tekrar edersem ayıp kaçacak övgüler olduğundan,
oraları müsaadenizle geçtim) şöyle diyordu:
“Bu Nermin’in ilk çalışması. Bugüne
değin, 1987-1989 arasında yazdığı şiirlerden derlendi. Ancak en az kitaba alınanlar
kadarını da kendisi eledi. Bu şiir kitabını yenileri ve öykü kitapları ve kim
bilir belki de romanları izleyecek. Nermin’e kendisindeki bu kaynağı iyi değerlendirmesi
ve yeni çalışmaları için başarılar diliyorum. İleride Türk sanat evreninde
önemli bir gündem oluşturacağını görür gibiyim şimdiden.
Yahya Yıldırım, 21 Temmuz
1989”
O bu satırları kaleme aldığında
dokuz yaşındaydım, bugünse otuz beş yaşındayım. Açıkçası aradan geçen zamanda
herhangi bir evrende mühim bir gündem oluşturmuş değilim. Öyle şeylerden korkarım
da zaten. Velhasıl sevgili amcamın kehanetinin bu kısmı fos çıktı denebilir.
Ama öyküleri, romanları ve zaman içinde gelecek diğer kitapları bildi. Çünkü o
beni gören, içimdeki yazma arzusunu, ihtiyacını netlikle gören ilk kişiydi
belki. Kitabın kapağında, yanında minnak bir köpekle birlikte emekleyerek
merdiven tırmanan bir çocuk var. Açıkçası çok net anımsayamıyorum ama o resmi
birlikte seçmiş olmalıyız. Fakat şimdi, bu yaşımda ve bu aklımla, amcamın
tercihini neden o resimden yana kullandığını daha iyi anlayabiliyorum tabii.
Hâlâ amcama nasıl teşekkür
edeceğimi bilemem. O hediyeyle bana bir hayal de armağan etmiş oldu galiba.
Hatta bir hayat belki. Ya da içimde yeşermiş bir hayali anlamlı kıldı bir
biçimde. Dokuz yaşında bir çocuğa verilebilecek en kıymetli hediyelerden
biriydi o kitap! Bugün ona bakmak bana hem tebessüm ettiriyor, hem de garip bir
biçimde içimi sızlatıyor. Mazi genel olarak bunu yapar zaten bize, değil mi?
O
dönem bir arkadaşımın doğum günü olsa da gidip hediye olarak kendi kitabımı
versem diye takvim kollardım. Havalı havalı imzalayıp verirdim kitapları. Yıllar
sonra, gerçekten romanlarım basıldı, başka dillere çevrildi, şu oldu, bu oldu
ama bir daha hiçbir zaman o ilk kitaptaki gibi fiyakalı hissetmedim kendimi.
Hatta şimdi kitap imzalamak filan utandırır beni biraz, pek gönüllü olmam,
istendiğinde ayıp bir iş yapıyormuş gibi gizli saklı imzalama eğilimi
gösteririm. Bu işin hava civa kısmını çocukken halletmem iyi olmuş demek!
SONRASI
Neyse, sonra büyüdüm tabii.
Yazmayı hiç bırakmadım ama. Kendi kendime romanlar yazıp duruyordum. Yayımlatmak
için acelem yoktu. Bir gün nasılsa olacağını biliyordum çocukluğumdan beri,
beni zaten yayımlatmak değil, yazmak kısmı ilgilendiriyordu. Ama işte sonra yayın
macerası da başladı. Hatta yayımlanan ilk romanım Unutma Beni Apartmanı, o güne
dek kendi kendime yazdığım romanların toplamıdır bir nevi. Çünkü romandaki ana
karakter Süreyya bir hayalet yazar ve roman boyunca değişik romanlar yazıyor.
Velhasıl biz Unutma Beni Apartmanı’nda hem ana romanı, hem de Süreyya’nın roman
içinde yazdığı romanları okuyoruz. Çocukluğumdan diyemem ama ilk gençliğimden o
güne dek yazdığım metinlerden kesitler okuyup duruyoruz yani aslında.
Sonrasında benim için değişen
pek bir şey olmadı. Yazmaya devam ettim. Tek fark, yazdıklarımı artık yayınevime
vermemdi.
Nasıl yazar oldun sorusuna, şöyle
yazar oldum diye cevap veremiyorum. Yazar olmak nedir, ondan da emin değilim çünkü.
Ama nasıl yazdın, niye yazdın derseniz, işte tam olarak böyle oldu. Bundan
sonra niye yazacaksın derseniz, sanırım o da aşağı yukarı böyle olacak.
Okumak, yazmak olmasa,
kitaplar olmasa yani, insan nereye kaçar? İyi ki kitaplar var.
Nermin Yıldırım
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder