BİRİ YAZMAKTAN MI SÖZ ETTİ?
Gerçekten çok şanslı bir çocuktum. Eğitimli bir ailenin
çocuğu olarak dünyaya gelmiştim. Anneannem Köy Enstitülü bir öğretmendi. Altı
çocuğunu da üniversitelerde okutup meslek sahibi yapmış, tuttuğunu koparan bir
kadındı anneannem. Hayata karşı direnişi o kadar güçlüydü ki onun bu gücünü
şimdi bile içimde hissedebiliyorum. Aydın, ileri görüşlü, öğreten, eğiten,
çevresindeki her şeye olumlu bir dokunuş yapabilen bir kadındı. Annem bazı
günler kardeşimle beni anneanneme bırakır ve okula giderdi. O günlerde
anneannemin dizinin dibinde oturur her anlattığını büyük bir ilgiyle dinlerdim.
Öğleden sonraları gazete okuma saatiydi. Yakın gözlüğünü burnunun üstüne takar
bütün dikkatini okuduğu habere vererek dünyayla ilişkisini keserdi. Yattığım
yerden sürekli onu incelerdim. Bilge bir kadındı ve oldukça disiplinliydi.
Haber dinlemenin, gazete okumanın, insanlığa faydalı olmanın erdemini onun
içime attığı tohumlarla yeşerttim diyebilirim. Babaannemse ilkokul mezunuydu.
Onda kaldığımız zamanlarda anılarını anlattırıp dinlemeyi çok severdim. En çok
da dedemle nasıl tanışıp evlendiklerini anlattırır sürekli sorular sorardım.
Çok sevecen ve iyi niyetliydi. Masum ve sevgi doluydu. Adile Naşit’e
benzetirdim onu. Annemse bulmaca çözen ve çok kitap okuyan bir kadındı. Bütün
bir öğleden sonrasını kitap okuyarak geçirirdi.
İşte üç ev arasında geçen çocukluğum, üç kadının “annem, anneannem,
babaannem” doğrularını özümsemekle geçti kısaca. Sonra şunu fark ettim: Sadece
okumalıydım. Bilgili olmalı ve ne olursa olsun sevgiden ödün vermemeliydim. Bu nedenle çocukça bir hevesle gazeteci yazar
olmaya karar verdim. O günden sonra deli gibi kitap okumaya başladım desem
yeridir. Henri Charrière’nin Kelebek
romanını iki gecede okuduğumu anımsıyorum. Sonra ne bulduysam okudum. Sünger
gibi bütün kitapları okuyup içimde hapsetmek istiyordum. Her okuduğum kitap
yeni bir şey öğretiyordu bana. Bir gün
babamın kitaplığındaki bir kitaba elim
gidip geldi. Adından dolayı elime alıp okumaya cesaret edemediğim kitabın adı
“İşkence”ydi. Bir gece yatağımdan süzülüp, kitaplığın kapalı bölmesini açıp Desmond Bagley’in İşkence romanını alıp büyük bir korku ve heyecanla okumaya
başladığımda bir kitabın adının ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Her kitap
bilgime bilgi kattı. Sadece tek tür üzerine değil; tarih, coğrafya üzerinde de
okumalarımı geliştirdim diyebilirim. Şimdi geriye dönüp baktığımda çok şanslı
olduğumu yineliyorum kendime. Annemin ve
babamın çok zengin bir kütüphanesi olması istediğim kitaba istediğim an
ulaşmamı sağladı. Gerçi 80 İhtilali döneminde babamın birçok kitabını babaannem
çamaşır yıkarken yakmıştı, en değerli (tabii sakıncalı da) kitapları yok
olmuştu ama kalanı bile benim için büyük bir hazineydi.
Çocukken kardeşimle ranzada yatardık. O üste yatardı, ben
de altta. Üst ranzanın izin verdiği ölçüde loş ışık altında saatlerce kitap
okurdum. Sonra genç kızlık dönemim girdi devreye. İlgi alanlarım elbette ki değişti.
Yazlıkçı olmaya başlayınca da deniz, kumsal ve arkadaş üçgeni içerisinde aklım
bir karış havada geçip gitmeye başladı günler. Yine de Adana’nın sarı sıcak
ikindilerinde, okey taşı sesleri arasında, kitaplarımı okumaya devam ettim.
Şimdi düşününce yazar olmak istememe rağmen o döneme kadar adam akıllı bir şey
yazmamıştım. Duygularımı anlattığım üç beş deneme dışında hiçbir şey yoktu gerçekten
ortada. Lisenin ilk yılından sonra okulumuza atanan yeni edebiyat öğretmenim bu
anlamda bana ilk dokunuşu yaptı o zamanlar. Sınıfa gelip herkese “İleride ne
olmak istediğin” sorduğunda arkadaşlarım doktor, hemşire, öğretmen, polis olmak
istediklerini söylediklerine ben çekinerek gazeteci yazar olacağım dediğim anda
benimle özel ilgilenmeye başlamıştı. Okuduğu kitapları bana ulaştırdı. Şeker
Portakalı’nı o yıl, onun sayesinde okumuştum. Kompozisyon derslerinden birinde
Yeliz Uğurlu (umarım bir yerlerde bu yazımı okuyordur) bir defter edinmem
gerektiğini ve düzenli olarak yazmamı tembihledi. Böylece annemin verdiği gri kaplı, çizgisiz
deftere ilk öykülerimi yazmaya başladım. Hatırlıyorum da yanlış yazdığım bir sürü
sözcüğe ve onca yaptığım anlatım bozukluğuna rağmen beni hep destekledi sevgili
öğretmenim. Edebiyat dergilerini takip etmem gerektiğini ve sürekli yazmamın
önemini ondan öğrendim. Ders çalışma bahanesiyle kapandığım odamda o defterime
nice öyküler yazdım. O defter hâlâ kitaplığımın en üst rafında, gizli bir mabet
gibi tekrar dokunacağım günü bekliyor şimdi.
Sınav sistemindeki değişiklikler nedeniyle gazetecilik bölümü
yerine şimdi severek yaptığım Türkçe öğretmenliğini okudum. Birçok kişiliğin
elimin altından geçmesinin yazarlık ruhumu daha çok beslediği inancındayım.
Tanışmadığım yazarlarla ve onların eserleriyle
üniversite yıllarında haşır neşir oldum.
Akdeniz’in capcanlı, ışıl ışıl havasından Karadeniz’in yağmurlu, puslu
ve değişken havasına geçiş yapmak, farklı kültürleri tanımak kalemime güç
katmıştır mutlaka.
İlk öyküm Hayal dergisinde yayımlandı. Sonra birçok dergide
öykülerim ve yazılarım yayımlandı. Ardından peş peşe gelen Güvercinler Zamanı
ve Kadın Olsaydınız Anlar mıydınız? adlı
kitaplarım Alakarga Yayınlarından çıktı. Geçen yıl arkadaşlarımla Edebiyat
Nöbeti dergisini çıkartmaya başlayınca meselenin sadece yazmak olmadığını daha
iyi anladım. Edebiyat dergileri bu işin mutfağıydı. Bu bir yıl içerisinde
Edebiyat Nöbeti’nin bana çok şey kattığı düşüncesindeyim. Birçok öykü ve yazı
geçiyor elimden. Onlarla yeniden, tekrar
tekrar öğreniyorum her şeyi. Şimdi başa dönersem eğer hayalimi daha
gerçekleştirebildiğimi sanmıyorum. Soranlara hala öğretmenim diyorum. Şu an bu
satırları yazarken bile yazar diyemiyorum kendime. Daha uzun bir yol var önümde. Hâlâ öğreniyorum yazmayı. Yaşanacak koca bir
hayat, okunacak nice kitap ve oturup yazılacak nice öykü var. İne çıka
ilerliyorum bu yolda. Tek bildiğim okumadan, yaşamadan, hissetmeden
yazılamayacağı. Hem hayatı ıskalamamaya hem de oturup yazmaya yoğunlaşmaya
çalışıyorum. Zaman denilen öğütücüden sağ salim geçebilecek miyim bilmiyorum.
Zaman deyince ülkemizin son on yılda yaşadıklarına dönüp
bakacak olursak baskıcı rejimin izlerini her alanda üzerimizde hissediyoruz.
İkiye ayrılan bir toplum, şiddet, taciz, tecavüz ve baskı olarak en çok kadınlar
üzerinde etkisini gösteriyor. Erk sistemi içerinde dişliler en çok kadını
öğütmeye hazırlanıyor. Siyasi iniş çıkışlar, baskıcı ortam ve kısıtlanan,
yaftalanan insanlar edebiyat sayesinde gelecek kuşaklara aktarılacak. İşte ben
bunun bilinciyle yazıyorum. Kadın olarak
her alanda kendimizi göstermemiz gerektiğine inanıyorum. Özgür bireylerin, ortak bilinçle hareket etmesi en önemli
nokta. Hayat devam ediyor ve direniş içimizde.
Biri yazmaktan mı söz etmişti?
Semrin ŞAHİN
Hiç kimse kendi kendine, ben yazarım, ben şairim demez, dememesi de gerekir zaten. Semrin, öğrenmeyi ve eleştirileri olgunlukla karşılamayı bilen bir kardeşimiz. Güzel şeyler yazdı, daha güzellerini de yazacak; bu kesin. Çünkü önce okumayı seviyor.
YanıtlaSil