1 Haziran 2016 Çarşamba

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (24)


BİRİ YAZMAKTAN MI SÖZ ETTİ?


                                           
Yazarlık düşlerim beni yağmurlu bir Ceyhan sabahına götürüp bırakır. O malum sabah gözlerimi açtığımda “Ben yazar olacağım,” diye mırıldandığımı şu an bile çok iyi anımsıyorum. Sadece yazar değil gazeteci de olacaktım ve adımın altında gazeteci yazar yazacaktı. Bu kararımın kaynağı babamın kitaplığından aşırıp okuduğum Charles Dickens’ın Büyük Umutlar romanıydı. Kitabın etkisinden uzunca bir süre çıkamadığımı, sonrasında da okuduğum her kitapta onun izini sürdüğümü tatlı bir gülümsemeyle anımsıyorum şimdi. Gazeteci olma hevesimse Uğur Mumcu’dan geliyordu. Babam Uğur Mumcu’nun kitaplarını okurdu. Tartışma programlarını da hiç kaçırmazdı.

Gerçekten çok şanslı bir çocuktum. Eğitimli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştim. Anneannem Köy Enstitülü bir öğretmendi. Altı çocuğunu da üniversitelerde okutup meslek sahibi yapmış, tuttuğunu koparan bir kadındı anneannem. Hayata karşı direnişi o kadar güçlüydü ki onun bu gücünü şimdi bile içimde hissedebiliyorum. Aydın, ileri görüşlü, öğreten, eğiten, çevresindeki her şeye olumlu bir dokunuş yapabilen bir kadındı. Annem bazı günler kardeşimle beni anneanneme bırakır ve okula giderdi. O günlerde anneannemin dizinin dibinde oturur her anlattığını büyük bir ilgiyle dinlerdim. Öğleden sonraları gazete okuma saatiydi. Yakın gözlüğünü burnunun üstüne takar bütün dikkatini okuduğu habere vererek dünyayla ilişkisini keserdi. Yattığım yerden sürekli onu incelerdim. Bilge bir kadındı ve oldukça disiplinliydi. Haber dinlemenin, gazete okumanın, insanlığa faydalı olmanın erdemini onun içime attığı tohumlarla yeşerttim diyebilirim. Babaannemse ilkokul mezunuydu. Onda kaldığımız zamanlarda anılarını anlattırıp dinlemeyi çok severdim. En çok da dedemle nasıl tanışıp evlendiklerini anlattırır sürekli sorular sorardım. Çok sevecen ve iyi niyetliydi. Masum ve sevgi doluydu. Adile Naşit’e benzetirdim onu. Annemse bulmaca çözen ve çok kitap okuyan bir kadındı. Bütün bir öğleden sonrasını kitap okuyarak geçirirdi.  İşte üç ev arasında geçen çocukluğum, üç kadının “annem, anneannem, babaannem” doğrularını özümsemekle geçti kısaca. Sonra şunu fark ettim: Sadece okumalıydım. Bilgili olmalı ve ne olursa olsun sevgiden ödün vermemeliydim.  Bu nedenle çocukça bir hevesle gazeteci yazar olmaya karar verdim. O günden sonra deli gibi kitap okumaya başladım desem yeridir. Henri Charrière’nin Kelebek romanını iki gecede okuduğumu anımsıyorum. Sonra ne bulduysam okudum. Sünger gibi bütün kitapları okuyup içimde hapsetmek istiyordum. Her okuduğum kitap yeni bir şey öğretiyordu bana.  Bir gün babamın kitaplığındaki bir kitaba  elim gidip geldi. Adından dolayı elime alıp okumaya cesaret edemediğim kitabın adı “İşkence”ydi. Bir gece yatağımdan süzülüp, kitaplığın kapalı bölmesini açıp Desmond Bagley’in İşkence romanını alıp büyük bir korku ve heyecanla okumaya başladığımda bir kitabın adının ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Her kitap bilgime bilgi kattı. Sadece tek tür üzerine değil; tarih, coğrafya üzerinde de okumalarımı geliştirdim diyebilirim. Şimdi geriye dönüp baktığımda çok şanslı olduğumu yineliyorum kendime.  Annemin ve babamın çok zengin bir kütüphanesi olması istediğim kitaba istediğim an ulaşmamı sağladı. Gerçi 80 İhtilali döneminde babamın birçok kitabını babaannem çamaşır yıkarken yakmıştı, en değerli (tabii sakıncalı da) kitapları yok olmuştu ama kalanı bile benim için büyük bir hazineydi.

Çocukken kardeşimle ranzada yatardık. O üste yatardı, ben de altta. Üst ranzanın izin verdiği ölçüde loş ışık altında saatlerce kitap okurdum. Sonra genç kızlık dönemim girdi devreye. İlgi alanlarım elbette ki değişti. Yazlıkçı olmaya başlayınca da deniz, kumsal ve arkadaş üçgeni içerisinde aklım bir karış havada geçip gitmeye başladı günler. Yine de Adana’nın sarı sıcak ikindilerinde, okey taşı sesleri arasında, kitaplarımı okumaya devam ettim. Şimdi düşününce yazar olmak istememe rağmen o döneme kadar adam akıllı bir şey yazmamıştım. Duygularımı anlattığım üç beş deneme dışında hiçbir şey yoktu gerçekten ortada. Lisenin ilk yılından sonra okulumuza atanan yeni edebiyat öğretmenim bu anlamda bana ilk dokunuşu yaptı o zamanlar. Sınıfa gelip herkese “İleride ne olmak istediğin” sorduğunda arkadaşlarım doktor, hemşire, öğretmen, polis olmak istediklerini söylediklerine ben çekinerek gazeteci yazar olacağım dediğim anda benimle özel ilgilenmeye başlamıştı. Okuduğu kitapları bana ulaştırdı. Şeker Portakalı’nı o yıl, onun sayesinde okumuştum. Kompozisyon derslerinden birinde Yeliz Uğurlu (umarım bir yerlerde bu yazımı okuyordur) bir defter edinmem gerektiğini ve düzenli olarak yazmamı tembihledi.  Böylece annemin verdiği gri kaplı, çizgisiz deftere ilk öykülerimi yazmaya başladım.  Hatırlıyorum da yanlış yazdığım bir sürü sözcüğe ve onca yaptığım anlatım bozukluğuna rağmen beni hep destekledi sevgili öğretmenim. Edebiyat dergilerini takip etmem gerektiğini ve sürekli yazmamın önemini ondan öğrendim. Ders çalışma bahanesiyle kapandığım odamda o defterime nice öyküler yazdım. O defter hâlâ kitaplığımın en üst rafında, gizli bir mabet gibi tekrar dokunacağım günü bekliyor şimdi.

Sınav sistemindeki değişiklikler nedeniyle gazetecilik bölümü yerine şimdi severek yaptığım Türkçe öğretmenliğini okudum. Birçok kişiliğin elimin altından geçmesinin yazarlık ruhumu daha çok beslediği inancındayım. Tanışmadığım yazarlarla ve onların eserleriyle  üniversite yıllarında haşır neşir oldum.  Akdeniz’in capcanlı, ışıl ışıl havasından Karadeniz’in yağmurlu, puslu ve değişken havasına geçiş yapmak, farklı kültürleri tanımak kalemime güç katmıştır mutlaka.  

İlk öyküm Hayal dergisinde yayımlandı. Sonra birçok dergide öykülerim ve yazılarım yayımlandı. Ardından peş peşe gelen Güvercinler Zamanı ve Kadın Olsaydınız Anlar mıydınız? adlı kitaplarım Alakarga Yayınlarından çıktı. Geçen yıl arkadaşlarımla Edebiyat Nöbeti dergisini çıkartmaya başlayınca meselenin sadece yazmak olmadığını daha iyi anladım. Edebiyat dergileri bu işin mutfağıydı. Bu bir yıl içerisinde Edebiyat Nöbeti’nin bana çok şey kattığı düşüncesindeyim. Birçok öykü ve yazı geçiyor elimden.  Onlarla yeniden, tekrar tekrar öğreniyorum her şeyi. Şimdi başa dönersem eğer hayalimi daha gerçekleştirebildiğimi sanmıyorum. Soranlara hala öğretmenim diyorum. Şu an bu satırları yazarken bile yazar diyemiyorum kendime. Daha uzun bir yol var önümde.  Hâlâ öğreniyorum yazmayı. Yaşanacak koca bir hayat, okunacak nice kitap ve oturup yazılacak nice öykü var. İne çıka ilerliyorum bu yolda. Tek bildiğim okumadan, yaşamadan, hissetmeden yazılamayacağı. Hem hayatı ıskalamamaya hem de oturup yazmaya yoğunlaşmaya çalışıyorum. Zaman denilen öğütücüden sağ salim geçebilecek miyim bilmiyorum.

Zaman deyince ülkemizin son on yılda yaşadıklarına dönüp bakacak olursak baskıcı rejimin izlerini her alanda üzerimizde hissediyoruz. İkiye ayrılan bir toplum, şiddet, taciz, tecavüz ve baskı olarak en çok kadınlar üzerinde etkisini gösteriyor. Erk sistemi içerinde dişliler en çok kadını öğütmeye hazırlanıyor. Siyasi iniş çıkışlar, baskıcı ortam ve kısıtlanan, yaftalanan insanlar edebiyat sayesinde gelecek kuşaklara aktarılacak. İşte ben bunun bilinciyle yazıyorum.  Kadın olarak her alanda kendimizi göstermemiz gerektiğine inanıyorum. Özgür bireylerin,  ortak bilinçle hareket etmesi en önemli nokta. Hayat devam ediyor ve direniş içimizde.

Biri yazmaktan mı söz etmişti?

 Semrin ŞAHİN

1 yorum:

  1. Hiç kimse kendi kendine, ben yazarım, ben şairim demez, dememesi de gerekir zaten. Semrin, öğrenmeyi ve eleştirileri olgunlukla karşılamayı bilen bir kardeşimiz. Güzel şeyler yazdı, daha güzellerini de yazacak; bu kesin. Çünkü önce okumayı seviyor.

    YanıtlaSil