15 Haziran 2016 Çarşamba

Meraklı Okur Söyleşileri(*)


*Ebru Askan, yönettiği yazmak gibi öylesine bloğunda Lodos Çarpması ve yazı yolculuğumla ilgili bazı sorular yöneltmişti. Meraklı Okur Söyleşileri ismini verdiği söyleşiyi, Ebru bloğunu kapattığı ve eski yazıları sildiği için buraya da almış olalım.

Neden yazmaya başladın? J Aslında şöyle soracağım; sence kadınların yazma saikleriyle erkeklerinki farklı mıdır? İnsan neden yazar?
Kendimi konuşarak doğru ifade edemediğim, “Bunu sadece ağzım dedi, ben aslında…” diye açıklayamadığım için yazmaya başladım. Anlaşılmanın bir yoluydu yazmak. Yazdıklarımı çoğu zaman beni anlamasını umduğum kişilerle paylaşmasam da yazmanın sağaltıcı etkisini erken yaşlardan itibaren fark etmiştim. Bir hastalık ânında yeniden kaleme ve kâğıda sarılmam, ardından devam etme arzum da yazmanın insana iyi gelen hâlinden kaynaklanıyor ancak bu iç dökmelerin, bireylerle ve toplumla hesaplaşmaların ayrı, kimsenin okumayacağı defterlerde yapılması gerekiyor. Yoksa ortaya öyküden ziyade anlatı olarak nitelendirilebilecek metinler çıkıyor. Bu “öyküleştirememe hâlini” yazmaya yeni başlayanları bekleyen bir tehlike olarak görüyorum. Dikkat etmezsek kolaylıkla içine düşebiliyoruz.
Kitaptaki özgeçmişine ve bloğundaki yazılarına baktığımda yazma üzerine oldukça düşündüğünü, bu konudaki atölyeleri, yazarların yazma önerilerini takip ettiğini görüyorum. Peki, yazmaya başladığında tüm o “teoriler” gerçekle örtüşüyor muydu, bu konudaki tecrübelerin nedir?
Yazarların (sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım) söyleşilerini, yazma önerilerini ya da kurmaca metinler yazmak üzerine kaleme aldıkları denemelerini okumayı seviyorum. Yazıp bitirdiğim metinler üzerine daha doğru değerlendirmeler yapabilmeme, bir aksaklık olduğunu sezdiğim ama ne olduğunu kestiremediğim kimi durumlara tanı koyabilmeme ve açmazlarımı aşabilmeme yardımcı oluyor. Ama iş yazmaya gelince tüm bu teoriler, öneriler buharlaşıp gidiyor. Demlenmenin ardından düzeltme aşamasında ise saklandıkları yerlerden çıkıp yardıma koşuyorlar.
Dergilerde, fanzinlerde, sanal edebiyat platformlarında öykülerini okuyorduk, kitaptan önce buralarda yazmanın, kalemine, öykü evrenine, yazma sürecine katkısı nasıl oldu?
İç dökme metinlerini (mektuplar, günlükler) saymazsak yazmaya bir yaratıcı yazarlık atölyesiyle başladım fakat ardından uzun süren bir suskunluk dönemi geldi. Şartlar bir türlü yazmaya elverişli olmadı. Okumak-yazmak trenini kaçırdığımı düşündüğüm kimi anlar oldu ancak ne demişler: “Bir ağaç dikmek için en doğru zaman yirmi yıl öncesiydi, ikinci doğru zamansa bugündür.” Bu saikle yola çıktım. Önce kitap tanıtım yazıları, yazarlar ve şehirler üzerine kurmaca öğeler de taşıyan metinler yazdım. Yazdıkça elim açıldı ve daha çok öyküye yöneldim.  Öyküye malzeme toplamak ne kadar dışa dönükse yazmak da bir o kadar içe dönük ve genellikle aile, arkadaş çevresiyle paylaşılmayan bir süreç. O yüzden öykülerimin okunması, beğenilmesi bana devam etme cesareti verdi. Tanıştığım kitaplı-kitapsız pek çok öykücü de cabası.
İyi bir okur olduğunu düşünüyorum, öykü özelinde konuşacak olursak; okuduğun bir öykü sonrasında “bunu keşke ben yazsaydım” dedirten öğeler var mıdır? Yani olmazsa olmazların. Yoksa bu tamamen okurun o anki ruh hâliyle, aradığıyla, ihtiyacı olanla değişen bir şey midir?
İyi bir okur olmaya çalışıyorum ama “kaçırıyorum” hissi yakamı bırakacağa benzemiyor. Ağırlıklı olarak öykü, roman, masal, anı kitapları okuyorum. Okumalarımın felsefeden siyaset bilimine, sosyolojiden mitolojiye daha geniş bir yelpazede olmasını arzu ederdim ancak akademinin aşırı bilimsel, kuru dili bu yakınlaşmanın önüne geçiyor. Diş hekimi olduğum için lisans eğitimim sırasında bu tür genel kültür okumaları yapmadığım için eksiklik hissediyorum. Klasikler, yeni yayımlananlar… Ne yaparsak yapalım okuyabildiklerimiz okumak istediklerimizden az olacak.
Keşke ben yazsaydım dedirten ya da okumaktan hoşlandığım metinlere gelirsek, iyi atmosfer kuran, görsel hikâyeler yazan yazarların metinlerini okumayı seviyorum. Keşke ben yazsaydım dediğim öykü çok. Son bir yıldır aklımdan çıkmayan sahne ise Kertenkeleler Suçsuz’dan.
Çingene çocukların çıplak topukları aktı yokuş aşağı. Çığlık, kahkaha, merak. Burnumda karanfil… Kepenkler kısa bir şarkı söyledi. Öyle betti sesleri. Köpekleri duyan olmadı. Polisi görünce saklandı seyyarlar. Yerlere saçıldı. Saat. Tarak. Tıraş bıçağı. Kırıldı mavi bir ayna. Bir tespih boncuk boncuk ağladı. Yarasına aldırmadan gülümsedi durdu bant kutusundaki çizgili tişörtlü, turuncu saçlı çocuk. Bir kızla buluşacaktım ben.
Kitaptaki karakterlerin yeter demeyen, bir ihtimali sorgulayan, bir hayalin yahut kitapların, siyah bir taşın, topraktan çıkardığı melkilerin peşinde devam eden güçteler, tüm yaşadıkları sıkışmışlık, yanlış yer, yanlış kişi, yoksulluk vb. hâllerine rağmen. Tuğba, bize bu öyküleri anlatarak ne demek istedi? Var mıydı yazmaya başlamadan önce böyle bir derdi yahut amacı?
Elbette dertlerim, amaçlarım var ancak bunları aktarmak ya da taraf toplamak için yazmıyorum. Doğduğumuz andan itibaren toplum, kurallarını, kodlarını, kültürel değerlerini, baskın düşüncelerini bilinçaltımıza yerleştiriyor. Püriten bir ahlak yapısını farkında olmadan içselleştiriyoruz. Oysa iyilik, kötülük, asla yapmam dediğimiz insanlık hâllerinin hepsi bir potansiyel olarak içimizde saklı. Bir ihtimalin, hayalin peşine düşmemize engel olan bu ahlak yapısına karşı koymak, ben olma, birey kalabilme kavgası vermek önemli. Işık da umut da oralardan içeri sızıyor. Işığın sızdığı noktalarda durmaya, ışığı büyütmeye çalışıyorum. Bu çaba, ister istemez öykü kahramanlarıma da yansıyor.
Kitabında ben iki damar gördüm; biri içindeki kadınların hikâyelerini anlatıyor, bir diğeri de bizleri tarihin, bir söylencenin, bir masalın, bir yazarın peşine sürüklüyor. Benim hangisini daha çok sevdiğimi biliyorsun. Peki Tuğba bize bundan sonra ne anlatacak, var mı kendine belirlediğin böyle bir yol?
Çanakkale’de üç yıldır masal söyleşileri düzenleniyor. Ben de ilk günden itibaren önce katılımcı sonra da organizasyon gönüllüsü olarak masalın içinde nefes alıp vermeye devam ediyorum. İmkân buldukça Kent Sohbetleri’ne katılıyorum, sergileri geziyorum. Bahsettiğin söylenceler, kentin tarihi içinde unutulup gidilmiş insan hikâyeleri ve masallar buralarda yolumu kesiyor. Bu umulmadık kesişmeler beni çok heyecanlandırıyor ve beni de okuru da daha tatmin eden, daha geniş bir öykü evreni ortaya çıkıyor. Bir sporcu disipliniyle yazı masasına oturduğum zamanlarda ise içimden sadece susturamadığım kadınların hikâyeleri çıkıyor. İlk kitapta onlara yeterince söz verdiğimi düşünüyorum J

Eklemek istediğin?
Bu keyifli söyleşi için teşekkür ederim J



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder