*Ebru Askan, yönettiği yazmak gibi öylesine bloğunda Lodos Çarpması ve yazı yolculuğumla ilgili bazı sorular yöneltmişti. Meraklı Okur Söyleşileri ismini verdiği söyleşiyi, Ebru bloğunu kapattığı ve eski yazıları sildiği için buraya da almış olalım.
Neden
yazmaya başladın? J
Aslında şöyle soracağım; sence kadınların yazma saikleriyle erkeklerinki farklı
mıdır? İnsan neden yazar?
Kendimi konuşarak doğru ifade
edemediğim, “Bunu sadece ağzım dedi, ben aslında…” diye açıklayamadığım için
yazmaya başladım. Anlaşılmanın bir yoluydu yazmak. Yazdıklarımı çoğu zaman beni
anlamasını umduğum kişilerle paylaşmasam da yazmanın sağaltıcı etkisini erken
yaşlardan itibaren fark etmiştim. Bir hastalık ânında yeniden kaleme ve kâğıda
sarılmam, ardından devam etme arzum da yazmanın insana iyi gelen hâlinden
kaynaklanıyor ancak bu iç dökmelerin, bireylerle ve toplumla hesaplaşmaların
ayrı, kimsenin okumayacağı defterlerde yapılması gerekiyor. Yoksa ortaya öyküden
ziyade anlatı olarak nitelendirilebilecek metinler çıkıyor. Bu “öyküleştirememe
hâlini” yazmaya yeni başlayanları bekleyen bir tehlike olarak görüyorum. Dikkat
etmezsek kolaylıkla içine düşebiliyoruz.
Kitaptaki
özgeçmişine ve bloğundaki yazılarına baktığımda yazma üzerine oldukça
düşündüğünü, bu konudaki atölyeleri, yazarların yazma önerilerini takip
ettiğini görüyorum. Peki, yazmaya başladığında tüm o “teoriler” gerçekle
örtüşüyor muydu, bu konudaki tecrübelerin nedir?
Yazarların (sevdiğim,
sevmediğim, okuduğum, okumadığım) söyleşilerini, yazma önerilerini ya da
kurmaca metinler yazmak üzerine kaleme aldıkları denemelerini okumayı
seviyorum. Yazıp bitirdiğim metinler üzerine daha doğru değerlendirmeler
yapabilmeme, bir aksaklık olduğunu sezdiğim ama ne olduğunu kestiremediğim kimi
durumlara tanı koyabilmeme ve açmazlarımı aşabilmeme yardımcı oluyor. Ama iş
yazmaya gelince tüm bu teoriler, öneriler buharlaşıp gidiyor. Demlenmenin
ardından düzeltme aşamasında ise saklandıkları yerlerden çıkıp yardıma
koşuyorlar.
Dergilerde,
fanzinlerde, sanal edebiyat platformlarında öykülerini okuyorduk, kitaptan önce
buralarda yazmanın, kalemine, öykü evrenine, yazma sürecine katkısı nasıl oldu?
İç dökme metinlerini
(mektuplar, günlükler) saymazsak yazmaya bir yaratıcı yazarlık atölyesiyle başladım
fakat ardından uzun süren bir suskunluk dönemi geldi. Şartlar bir türlü yazmaya
elverişli olmadı. Okumak-yazmak trenini kaçırdığımı düşündüğüm kimi anlar oldu
ancak ne demişler: “Bir ağaç dikmek için en doğru zaman yirmi yıl öncesiydi,
ikinci doğru zamansa bugündür.” Bu saikle yola çıktım. Önce kitap tanıtım
yazıları, yazarlar ve şehirler üzerine kurmaca öğeler de taşıyan metinler
yazdım. Yazdıkça elim açıldı ve daha çok öyküye yöneldim. Öyküye malzeme toplamak ne kadar dışa dönükse
yazmak da bir o kadar içe dönük ve genellikle aile, arkadaş çevresiyle
paylaşılmayan bir süreç. O yüzden öykülerimin okunması, beğenilmesi bana devam
etme cesareti verdi. Tanıştığım kitaplı-kitapsız pek çok öykücü de cabası.
İyi
bir okur olduğunu düşünüyorum, öykü özelinde konuşacak olursak; okuduğun bir
öykü sonrasında “bunu keşke ben yazsaydım” dedirten öğeler var mıdır? Yani
olmazsa olmazların. Yoksa bu tamamen okurun o anki ruh hâliyle, aradığıyla,
ihtiyacı olanla değişen bir şey midir?
İyi bir okur olmaya
çalışıyorum ama “kaçırıyorum” hissi yakamı bırakacağa benzemiyor. Ağırlıklı
olarak öykü, roman, masal, anı kitapları okuyorum. Okumalarımın felsefeden
siyaset bilimine, sosyolojiden mitolojiye daha geniş bir yelpazede olmasını
arzu ederdim ancak akademinin aşırı bilimsel, kuru dili bu yakınlaşmanın önüne
geçiyor. Diş hekimi olduğum için lisans eğitimim sırasında bu tür genel kültür
okumaları yapmadığım için eksiklik hissediyorum. Klasikler, yeni yayımlananlar…
Ne yaparsak yapalım okuyabildiklerimiz okumak istediklerimizden az olacak.
Keşke ben yazsaydım dedirten
ya da okumaktan hoşlandığım metinlere gelirsek, iyi atmosfer kuran, görsel
hikâyeler yazan yazarların metinlerini okumayı seviyorum. Keşke ben yazsaydım
dediğim öykü çok. Son bir yıldır aklımdan çıkmayan sahne ise Kertenkeleler Suçsuz’dan.
Çingene
çocukların çıplak topukları aktı yokuş aşağı. Çığlık, kahkaha, merak. Burnumda
karanfil… Kepenkler kısa bir şarkı söyledi. Öyle betti sesleri. Köpekleri duyan
olmadı. Polisi görünce saklandı seyyarlar. Yerlere saçıldı. Saat. Tarak. Tıraş
bıçağı. Kırıldı mavi bir ayna. Bir tespih boncuk boncuk ağladı. Yarasına
aldırmadan gülümsedi durdu bant kutusundaki çizgili tişörtlü, turuncu saçlı
çocuk. Bir kızla buluşacaktım ben.
Kitaptaki
karakterlerin yeter demeyen, bir ihtimali sorgulayan, bir hayalin yahut kitapların,
siyah bir taşın, topraktan çıkardığı melkilerin peşinde devam eden güçteler,
tüm yaşadıkları sıkışmışlık, yanlış yer, yanlış kişi, yoksulluk vb. hâllerine
rağmen. Tuğba, bize bu öyküleri anlatarak ne demek istedi? Var mıydı yazmaya
başlamadan önce böyle bir derdi yahut amacı?
Elbette dertlerim, amaçlarım
var ancak bunları aktarmak ya da taraf toplamak için yazmıyorum. Doğduğumuz
andan itibaren toplum, kurallarını, kodlarını, kültürel değerlerini, baskın
düşüncelerini bilinçaltımıza yerleştiriyor. Püriten bir ahlak yapısını farkında
olmadan içselleştiriyoruz. Oysa iyilik, kötülük, asla yapmam dediğimiz insanlık
hâllerinin hepsi bir potansiyel olarak içimizde saklı. Bir ihtimalin, hayalin
peşine düşmemize engel olan bu ahlak yapısına karşı koymak, ben olma, birey
kalabilme kavgası vermek önemli. Işık da umut da oralardan içeri sızıyor.
Işığın sızdığı noktalarda durmaya, ışığı büyütmeye çalışıyorum. Bu çaba, ister
istemez öykü kahramanlarıma da yansıyor.
Kitabında
ben iki damar gördüm; biri içindeki kadınların hikâyelerini anlatıyor, bir
diğeri de bizleri tarihin, bir söylencenin, bir masalın, bir yazarın peşine
sürüklüyor. Benim hangisini daha çok sevdiğimi biliyorsun. Peki Tuğba bize
bundan sonra ne anlatacak, var mı kendine belirlediğin böyle bir yol?
Çanakkale’de üç yıldır masal
söyleşileri düzenleniyor. Ben de ilk günden itibaren önce katılımcı sonra da
organizasyon gönüllüsü olarak masalın içinde nefes alıp vermeye devam ediyorum.
İmkân buldukça Kent Sohbetleri’ne katılıyorum, sergileri geziyorum. Bahsettiğin
söylenceler, kentin tarihi içinde unutulup gidilmiş insan hikâyeleri ve
masallar buralarda yolumu kesiyor. Bu umulmadık kesişmeler beni çok heyecanlandırıyor
ve beni de okuru da daha tatmin eden, daha geniş bir öykü evreni ortaya
çıkıyor. Bir sporcu disipliniyle yazı masasına oturduğum zamanlarda ise içimden
sadece susturamadığım kadınların hikâyeleri çıkıyor. İlk kitapta onlara
yeterince söz verdiğimi düşünüyorum J
Eklemek
istediğin?
Bu keyifli söyleşi için
teşekkür ederim J
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder