26 Haziran 2020 Cuma

Nasıl Yazar Oldular? (48)

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun. 




“Bu hikaye ne zaman basılacak?”
Herhangi bir şeyi nasıl “olduğumu” derli toplu anlatma becerim yok maalesef. Hayatın içinde lineer, askeri nizamla, adım adım ilerlememiş bir şeyi, ben nasıl öyle olmuş gibi anlatır da size yalan söylerim? Şuraya birkaç bölük pörçük, sisli puslu anı kırıntısı bırakayım ki, iyi okur her zaman yaptığı gibi işine geleni, ihtiyacı olanı, ona keyif vereni alıp, kendi yolunda ilerlesin.
Seksenlerin başında Bakırköy’de iki katlı, cumbalı, pembe bir ev. Sonsuzluk kadar uzun yaz günleri. Beyaz kapısı her daim kapalı bir çalışma odası. Kapının ardından gelen daktilo sesleri. Sadece babamın yapabildiği, benim aklımın ve gücümün yetemeyeceği sihirli bir eylem olarak yazmak. Kapıya hayranlık ve korkuyla bakan, açıp da içeri girmeye cesaret edemeyen bacak kadar ben. Rahatsız etmekten korktuğum babam değildi, onunla aynı odada olan, kitaplıktan bilgece bakarak yazılanlara eşlik eden Soljenitsin’i, Yaşar Kemal’i, Hemingway’i kızdırmaktan korkardım. Hiçbirini tanımıyordum ama adları önemli insanların isimlerine benziyordu.
Ortaokuldayım, kız lisesinde okuyorum. İngiliz edebiyatı hocamıza sınıfın yarısıyla beraber ben de aşığım. Gözlüklü, çelimsiz bir kızım, kısa etekli, bronz bacaklı güzelim kızların arasında kaybolduğumu düşünüyorum. Hocanın perçemli sarı saçları, masmavi gözleri var, çok güzel gülüyor, genç kızlar üzerindeki etkisinin fazlasıyla farkında bir yarı İngiliz yarı İrlandalı. Ödev olarak bir hikaye yazmamızı istiyor. Yıllar sonra çocukluğunun geçtiği kasabaya dönen genç bir kadını anlatıyorum, annesiyle yıllarca harp etmiş, içi, ruhu hâlâ bezden bir bebek. Yazarken hisleniyorum, ağlıyorum, kendi yarattığım kıza kendi ettiklerim için üzülüyorum. Ödevim tam not alıyor, üzerinde kocaman “bu hikaye ne zaman basılacak?” diye yazıyor. Heyecanlanıyorum. Yazdığım bir şey bir gün gerçekten basılabilir mi acaba? Basılırsa, o da bana aşık olur mu? Hikayelerim basılırsa, bu haberi o anda nerede olursa olsun, onunla paylaşacağıma dair çocukça bir söz veriyorum kendime. Mezun oluyorum, o İngiltere’ye dönüyor. İlk hikayem basıldığında, erken yaşta çoktan göçüp gitmiş bu dünyadan.
Yirmili yaşlarımın başındayım, tiyatro metni okumayı çok seviyorum. Tennessee Williams, Eugene O’Neill, Samuel Beckett yakın dostlarım. Kızgın damdaki kediyim, hain kurttan korkmuyorum. Israrla tiyatro metni yazmak istiyorum. Göztepe’de Müjdat Gezen’in köşkünden içeri giriyorum ve derdimi anlatıyorum. Bunun kursu, yolu yordamı var mı, biri elimden tutar mı? Yazanlar için bir şey yapamıyoruz ama oynamak isterseniz oyunculuk kursumuz var diyorlar. O da olur diyorum. Artık gözlük takmıyorum, çelimsiz değilim, sahnede olmayı seviyorum. Kursun sonunda hocam “sahnede parlıyorsun, sakın bu işleri bırakma” diyor, bırakıyorum, bana öyle geliyor ki yazarken daha parlak alevim.
Notos’a ve birkaç dergiye daha öykü göndermeye başlıyorum. Çoğundan aylarca ses çıkmıyor. Notos sonunda bir tanesini, arka sayfalarındaki editörün değerlendirmesi köşesine lâyık buluyor. Ümit var ama daha çok çalışmalısın anlamı çıkıyor editörün kaleminden. Hırslanıyorum. Bir sonraki sayısı için açtığı “şu resme öykü yazar mısınız?” yarışmasına katılıyorum. Evet, şu resme öykü yazarım. Resme, sese, kokuya, bir düşüncenin en küçük kırıntısına öykü yazabilirim ben. Kazanıyorum, sonraki sayıda yayınlanıyor. Peşinden Varlık ve Sözcükler geliyor.
Bahçemdeki cevize kurduğum derme çatma salıncakta sallanırken aklıma bir öykü düşüyor, yazıyorum, Sarnıç Öykü’ye gönderiyorum. Neslihan Önderoğlu öyküyü çok sevdiğini, beni tanımak istediğini söylüyor, kanatlarım var artık. Salıncak yayınlanıyor, dosyama da ekliyorum, ilk öykü kitabımda yer alıyor, yazmaya ve sallanmaya devam ediyorum. Dergide yayınlanan ilk öykümle, ilk kitap arasında on sene var. Ne meşakkatliymiş bu yol ve ben aslında ne sabırlıymışım. Kitabı basmaya karar verdik sözleriyle beraber hiçbirinin önemi kalmıyor. On yılın, sessizlikten taş kesilen dergilerin, editörlerin, yayınevlerinin önemi kalmıyor.
Malumun ilamı olanları tekrar edip bu satırları okuyanın aklını küçümsemek istemem. Elbette okumadan olmuyor. Elbette birikime bir tutam peygamber sabrını, eleştiri karşısında yılmayacak ama yeri geldiğinde bildiğinden şaşmayacak pır pır yüreği, sözcüklere, ustalara duyulan tutkuyu, saygıyı eklemeden olmuyor. Uzun bir yolculuk bu. Şevki, merakı ve çalışma azmini kaybetmemek lâzım. En çok da “oldum” dersen olmuyor. Üçüncü kitaptan sonra dördüncünün hazırlıkları içindeyim, aklımda, kalemimde çoktan beşinci ve altıncının tohumları ekili. Her daim, okurda uyandırmak istediğim o eşsiz duygunun, benden başkasının benim gibi söyleyemeyeceği o ifadenin ve henüz doğurmadığım, tuhaf ama çok seveceğim karakterlerimin peşindeyim…
                                                                                                       Ayça Erkol 
* Bu yazı ilk kez 4 Haziran 2020 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder