Yazarlık Macerası
Yazar olma arzusu ilk
ne zaman uyandı içimde bilmiyorum. Sanatla ilişkim çocukken resim yaparak
başlamıştı. Özel bir yeteneğim olmadığını hemen fark etmiştim. Ama yine de
resim yapmak hoşuma gidiyordu. Ayrıca hikâyeleri seviyordum, hele ki resimli olurlarsa...
Masalları dinlerken onları gözümün önünde canlandırmak hoşuma gidiyordu.
Okumayı çok seviyordum. Okudukça çevremdeki çocuklardan farklılaştığımı
hissediyordum. Önümde başka dünyalar açılıyordu. Dünyam genişliyordu. Hayatı
çoğaltan bir tarafı vardı okumanın. Ama yazmak? Yazmak çok uzaklardaydı henüz. Çok
önemli bir meziyet olduğunun farkındaydım ama... Çünkü yazmak, evde çok övülen
bir özellikti. Babamın defalarca anlattığı bir olay vardı: Amcalarımdan biri orta
okulda kendi sınıf arkadaşlarına hatta üst sınıflara matematik dersleri veren çok
zeki bir öğrenciymiş. Üstelik kalemi de çok kuvvetliymiş. Bir gün Türkçe hocası
derste bahar konulu bir kompozisyon ödevi vermiş. Amcam hem kendisi için hem de
sınıftaki kırk arkadaşı için kırk kompozisyon yazmış ve hoca aynı kalemden
çıktığını anlamamış. Babam, ayrıca amcamın Ordu’da başlayıp Bastille zindanlarında
biten bir roman yazmış olduğunu ama bu romanın kaybolduğunu da anlatarak
övünürdü. Amcam, o kadar sert mizaçlı biriydi ki bu romanı kendisine asla
soramadım. Bu hikâyeler üzerimde derin iz bırakmıştı. Öncelikle matematik ve
yazının birbiriyle ilişkili, ikisinin de yüksek zihinsel çaba gerektiren işler
olduğuna inanmıştım. Sonra, hayatın kırk farklı şekilde anlatılabileceğini
öğrenmiştim. Bunlar benim çocukluk mitolojimde önemli olaylardı. Ama hemen
yazmaya girişmedim.
Orta okulda ilk
öykülerimi yazdığımı hatırlıyorum. Türkçe derslerinde kompozisyon ödevleri olurdu,
genellikle “kalem kılıçtan keskindir” gibi atasözleri verilir ve öğrenciden bu konuyla
ilgili bir deneme yazması beklenirdi. Ben can sıkıntısından bu kompozisyon
ödevlerini öykü olarak yazmaya başlamıştım. Epeyce de uzun yazıyordum. Her
hafta Türkçe hocamız dersin son beş on dakikasını benim öykümün okunmasına
ayırıyordu. Arkadaşlarım da merakla dinliyorlardı. Bu benim için ilk yazarlık
deneyimidir. İnsanın yazdıklarını yüksek sesle okumasının şöyle bir yararı
vardı: dinleyicilerin dikkatlerinin yoğunlaşıp gevşemesi size yazınızın ilgi
çekiciliği hakkında anında bir bilgi veriyordu. Hemen sonrasında yorumlar
yapmaları da çok değerliydi, çünkü yazdıklarınızın okurlarınızın üzerinde nasıl
etkiler bıraktığını anlamak çok öğreticiydi.
Ardından
üniversiteye başladım. Sınavlarda çok başarılı olmuş, zor bir mühendislik
bölümüne girmiştim ama ilk yıl Boğaziçi’nde hazırlık sınıfına kaydolmuştum.
Orada hem dünya edebiyatının önemli eserlerini okudum hem de Oğuz Atay’ın
edebiyatı ile tanıştım. Yıl 1984. Müthiş bir yıldı benim için. George Orwell,
Albert Camus, Borges, John Fowles, Oğuz Atay, Sevim Burak gibi yazarlar o yıl
dağarcığıma katılmıştı. Bütün yıl, sadece edebiyat değil, edebiyat dışı
okumalarda da müthiş bir okuma maratonuydu benim için. Tarih, siyaset, felsefe,
psikoloji alanında klasikleri okuyor arkadaşlarımla tartışıyordum. Yıllarca
sürecek bu okuma tartışma grupları daha sonra bir dergi çevresinde bir araya
gelecekti. Ama dönüştürücü olan, beni yazmaya başlatan Oğuz Atay oldu. Onun
edebiyatı beni çok heyecanlandırdı. O güne kadar okuduğum kimseye benzemiyordu
ve düşünceleri, üslubu, dünyaya bakışı bana çok yakın gelmişti. Evet, demiştim,
böyle bir edebiyat varsa, bana da bu edebiyatın içinde bir yer olabilir. Ben de
yazabilirim, dedim ve yazmaya başladım. Zaman geçtikçe yazmak meselesinin en
üst düzey entelektüel etkinlik olduğuna dair inancım pekişti. Edebiyat yoluyla
sadece hayatımızı ve dünyamızı anlamakla kalmıyorduk aynı zamanda yeni dünyalar
yaratabiliyorduk. Yeni diller, bakış açıları, düşünce sistemleri... Hepsi
edebiyatın içinde mümkündü. Felsefe, tarih, psikoloji edebiyatın içinde
bambaşka bir hâl alıyor, canlanıp ete kemiğe bürünüp hayat memat meselesi
haline geliyordu.
Mühendisliği
bitirdikten sonra Psikoloji alanında eğitimime devam etmeye karar verdim.
Yüksek lisans çalışmalarını yürütürken yazmaya da hız verdim. İlk kez bir
yarışmaya katıldım, 1989-90 Yunus Nadi Öykü ödülünü Aslı Erdoğan’la paylaştık.
Bu kısacık öykümün ödül kazanması kendime güvenimi tazeledi. Ayrıca, oralarda
uzaklarda bir yerde, erişilmez gibi duran edebiyat dünyasının kendi içine
kapalı havasının bir yanılsama olduğunu, iyi bir şey yazınca, hiç tanınmasa da kişinin
ödüllendirileceğini gördüm.
1992 yılında bir
grup arkadaş Hayalet Gemi adında bir dergi çıkarmaya başladık. Burada hem
öyküler yazıyor hem de derginin içeriği ile ilgileniyordum. Artık okurlarım
vardı. Yazdıklarımı alıp okuyan, merak eden, bir sonraki sayıyı bekleyen
okurlar. Hayalet Gemi dönemi benim için tam bir okul oldu. Sadece öykü yazmanın
inceliklerini öğrenmedim bu dönem. Çünkü dergi çıkarmak her şeyden önce
kolektif bir çabanın ürünü. İnsanlarla beraber iş yapabilmeyi öğrendim.
İnsanların düşüncelerinden, görüşlerinden yararlanmayı keşfettim. Yazıları yayına hazırlamak, dergiyi tasarlamak, masa üstü yayıncılığın abecesini öğrenmek, matbaacılarla, dağıtımcılarla, kitabevleriyle, ilan veren yayınevleriyle, yazarlarla ve elbette okurlarla çok farklı düzeylerde ilişkiler geliştirmek çok önemli bir deneyimdi benim için. Tüm bunları yaşarken henüz kitabımı yayımlatmayı başaramamış, kendimi yayınevlerine kabul ettirememiştim. Uzun bir süre de ettiremeyecektim, ama umursamıyordum. Dergi okurları bana yetiyordu. Genç, eğitimli, meraklı, kültürlü bir okur kitlesine ulaşıyorduk.
Sonunda ilk
kitabımı 1999 yılında bastırabildim. Kitabım temmuz ayında piyasaya çıktı.
Yıllar sonra en nihayet kitabım basıldığı için çok sevinçliydim ama kısa bir
süre sonra öyle bir olay oldu ki benim için, hepimiz için hayatın anlamı bir
anda değişti. Büyük bir yıkıma neden olan 17 Ağustos Marmara depremi yaşandı. O
korkunç olayın şokunu yıllarca atlatamadık. Sevincim kursağımda kalmıştı.
Sonraki yıllarda birikmiş
öykülerim kitap halinde peş peşe yayımlanmaya devam etti. Ardından romanlar
geldi, incelemeler... Önce genç yazar demeye başladı insanlar ve zamanla “genç”
sıfatı kendiliğinden düştü. Ama ben hiç bir zaman bilgi formlarında “mesleği”
kategorisine “yazar” yazamadım. Kendimi o şekilde tanımlamadım. İnsanın kendine
yazar demesi gereksiz bir böbürlenme gibi geliyor, ama bu söylediğim son derece
kişisel bir takıntı. Belki de henüz birbirinden farklı kırk tane bahar konulu
yazı da yazamadığım için böyle düşünüyorum... Kim bilir...
Murat Gülsoy
Oğuz Atay'a Tutunamayanlar'dan başlamak bir hata mıydı benim için? Hala bir antipati besliyorum yazara. Tuhaf, karmaşık, zorla okuduğum bir kitap oldu.
YanıtlaSilHakan Günday'ın AZ' ını okudunuz mu Murat bey? Oğuz Atay ciddi yer tutan kahramanımız Derda'nın yaşamında.
Sevgiler.
Elif hanım, Murat bey bloğa konuk oldu. Dolayısıyla yorumunuzu görmeyebilir. Oğuz Atay ile ilgili bir küçük önerim olacak, dikkate alırsanız antipatinizin sempatiye dönüşeceğini düşünüyorum. Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken isimli öykü kitabını okuyun lütfen.
SilBloğa katkınız için teşekkür ederim.
Sevgiler
Murat Gülsoy belli aşamalardan geçerek yazar oluyor. Adım adım, yaşaya yaşaya... Bir günde olmuyor(olmamış). Bu yüzden de ne zaman yazdıklarını okusam bir zamansallık hissiyatı yaşıyorum. Çok yaşasın.
YanıtlaSil