BİR YÜRÜYÜŞÜN ÖYKÜSÜ
Yazar
oldum mu ya da hayatımın bir yerlerinde “Ben yazar olayım” dedim mi hiç, bilmiyorum. Ama çocukluğumdan
beri yazma duygusuyla dolaşmayı
sevdiğimi, dünyayı, onu zihnimde sürekli yeniden yazarak anlamaya çalıştığımı biliyorum.
Yazıyla
ilk münasebetim sanırım ilkokul üçüncü sınıftayken bir kompozisyon ödeviyle
başlamıştı. Öğretmenimiz bizden büyüyünce ne olmak istediğimizle ilgili bir
kompozisyon yazmamızı istemişti. Çocukken doktor olmak istiyordum. Doktor
olmaya ilişkin yazdığım bu kompozisyon öğretmenim tarafından özellikle seçilmiş
ve veli toplantısında okunma şerefine
nail olmuştu. Özellikle “Doktorlar hiç utanmadan kadınların karnından bebekleri
nasıl çıkarıyorlar, hiç anlamıyorum” gibi cümlelerim herkesi güldürmüştü. Annem
çok mutlu olmuş, eve geldiğinde bunları babama büyük bir heyecanla anlatmıştı.
Ondan sonra yine veli toplantısında okunur ve annem sevinir diye bir sürü
kompozisyon daha yazdım ama ün gelip geçici bir şeymiş, tekrar aynı başarıyı
yakalayamadım. Bu hayal kırıklığıyla
epey bir süre yazmadım, ta ki orta
ikinci sınıfta Türkçe öğretmenimiz karşı cinse yönelik bazı duygularımızın
ortaya çıktığı bir yaşta olduğumuzu söyleyerek bizi aşk şiiri yazmaya zorunlu
kılana kadar. Bir aşk şiiri yazma yarışmasıydı ve bu şiirden alacağımız not
aynı zamanda sözlü notu olacaktı.
Beklediğim fırsat sonunda gelmişti ama çok düşünmeme rağmen yazacak bir şey
bulamadım. Yarışma günü öğretmenimiz yazmayanların zayıf not alacağını son
derece ciddi bir yüz ifadesiyle tekrar vurguladığında biraz da tepki olarak şu
nadide dizeler dudaklarımdan döküldü:
Seviyor musun?
Hayır.
Sevmiyor musun?
Hayır.
Şeytan diyor ki
tut bacaklarını ayır.
Türkan
Hoca karmakarışık bir yüzle “Otur, dört” demişti. Böylece şanlı ineklik
tarihimin en zayıf notunu alarak ama arkadaşlarım tarafından takdirle karşılanarak
yerime oturdum.
Babamın
sık sık kardeşimle beni Gençlik Parkı’na
götürme vaadi ile kandırması ve parka götürmek yerine bize kitaplar alması aynı
yıllara denk düşer. Sosyal Yayınları’nın çocuk ve gençlik klasiklerini böylelikle okumaya başladım.
Bana okumayı o kitapların sevdirdiğini söyleyebilirim. Galiba ilk defa Bir
Çalgıcının Seyahati'ni okuduktan sonra böyle kitaplar yazabilmeyi düşledim. Ama çok uzak, gerçekleşmesi neredeyse imkânsız
bir düştü bu…
Sonraki yıllarda, lisede, kendi kendime şiirler yazdığımı ve bunları kimseye gösteremediğimi hatırlıyorum. Ama ikinci sınıfın son günü, bir cesaret hoşlandığım bir çocuğa şiirlerimden hediye etmiştim. Tabii olumlu ya da olumsuz herhangi bir dönüş olmamıştı. Bu defa gerçekten içimde bir ses, "Tut bacaklarını ayır." diyordu; okulların açılmasını sabırsızlıkla ve merakla bekliyordum. Ama yaz tatilleri o zaman uzun sürerdi.
Sonraki yıllarda, lisede, kendi kendime şiirler yazdığımı ve bunları kimseye gösteremediğimi hatırlıyorum. Ama ikinci sınıfın son günü, bir cesaret hoşlandığım bir çocuğa şiirlerimden hediye etmiştim. Tabii olumlu ya da olumsuz herhangi bir dönüş olmamıştı. Bu defa gerçekten içimde bir ses, "Tut bacaklarını ayır." diyordu; okulların açılmasını sabırsızlıkla ve merakla bekliyordum. Ama yaz tatilleri o zaman uzun sürerdi.
Okullar
açıldığında o çocuğun benimle bir daha konuşmamasının nedenini ona hediye
ettiğim şiirlere bağlasam da şiir yazmaktan vazgeçmedim. Ama şiirlerimdeki şiddet söylemi yerini sitemlere, anlaşılamamış olmanın
sızısına bırakmıştı. Üniversitede şiirlere
mektuplar ve denemeler de eklendi. Ama kurgusal
bir metin yazmak bana hâlâ uzaktı. Üniversitede birkaç sayı çıkabilen başarısız
dergi girişimlerinden sonra epeyce bir süre yazmayı bir kenara bıraktım. Çünkü
araya tiyatro aşkı girmişti.
Ankara
Barosu’nun tiyatro topluluğunu kurmuş ve çalışmalara başlamıştık. İlk oyunumuz
Haldun Taner’in Eşeğin Gölgesi isimli oyunu oldu. Çalışmalar sırasında en çok
keyif aldığım şeyin metin çözümlemesi yapmak olduğunu fark ettim. Karakterler
üzerinde düşünmek ve onları yorumlamak aslında bir nevi yazmak anlamına
geliyordu benim için. Öykü yazmaya ilk defa o zaman kalkıştım. İlk yazdığım
öykü, eski tip bir fotoğraf dükkânı ve onun vitrininde hapsolmuş, siyah beyaz
bir fotoğraftaki kadın hakkındaydı. Tiyatro macerası dört yıl sürdü. Baro
Tiyatrosu’ndan ayrıldığımda Uğur Mumcu Vakfı’nın düzenlediği yazma
seminerlerinden haberdar oldum. Aslında çok da bilinçli olmayarak ve merak
duygusuyla seminere başladım. Yazma seminerlerinin, atölyelerin faydası, zararı
elbette çok tartışılır ama bu seminerlerin yazma cesareti kazanma ve
yazabileceğimi görme açısından bana iyi geldiğini söyleyebilirim. Sonra, aslen orada
tanıştığımız arkadaşlarla toplanmayı, yazdıklarımızı, okuduklarımızı paylaşmayı
sürdürdük. 10 yıllık bu süreç içerisinde öykülerimiz dergilerde yayımlanmaya başladı.
Ardından kitaplar geldi...
Başta
dediğim gibi hâlâ kendimi yazar olarak görmüyorum. Öykü benim için hep uzaktaki
bir düş ve yazmak da ancak benim ona doğru yürüyüşüm olabilir.
Bir çalgıcının seyahati 😊 ne guzel, anımsamak! Çok sevdiğim bir kitaptı benim de.
YanıtlaSil