1 Temmuz 2015 Çarşamba

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (13)


BİR YÜRÜYÜŞÜN ÖYKÜSÜ 

Yazar oldum mu ya da hayatımın bir yerlerinde “Ben yazar olayım”  dedim mi hiç, bilmiyorum. Ama çocukluğumdan beri  yazma duygusuyla dolaşmayı sevdiğimi, dünyayı, onu zihnimde sürekli yeniden yazarak  anlamaya çalıştığımı biliyorum.

Yazıyla ilk münasebetim sanırım ilkokul üçüncü sınıftayken bir kompozisyon ödeviyle başlamıştı. Öğretmenimiz bizden büyüyünce ne olmak istediğimizle ilgili bir kompozisyon yazmamızı istemişti. Çocukken doktor olmak istiyordum. Doktor olmaya ilişkin yazdığım bu kompozisyon öğretmenim tarafından özellikle seçilmiş ve veli toplantısında  okunma şerefine nail olmuştu. Özellikle “Doktorlar hiç utanmadan kadınların karnından bebekleri nasıl çıkarıyorlar, hiç anlamıyorum” gibi cümlelerim herkesi güldürmüştü. Annem çok mutlu olmuş, eve geldiğinde bunları babama büyük bir heyecanla anlatmıştı. Ondan sonra yine veli toplantısında okunur ve annem sevinir diye bir sürü kompozisyon daha yazdım ama ün gelip geçici bir şeymiş, tekrar aynı başarıyı yakalayamadım.  Bu hayal kırıklığıyla epey bir süre yazmadım,  ta ki orta ikinci sınıfta Türkçe öğretmenimiz karşı cinse yönelik bazı duygularımızın ortaya çıktığı bir yaşta olduğumuzu söyleyerek bizi aşk şiiri yazmaya zorunlu kılana kadar. Bir aşk şiiri yazma yarışmasıydı ve bu şiirden alacağımız not aynı zamanda  sözlü notu olacaktı. Beklediğim fırsat sonunda gelmişti ama çok düşünmeme rağmen yazacak bir şey bulamadım. Yarışma günü öğretmenimiz yazmayanların zayıf not alacağını son derece ciddi bir yüz ifadesiyle tekrar vurguladığında biraz da tepki olarak şu nadide dizeler dudaklarımdan döküldü:

Seviyor musun? Hayır.

Sevmiyor musun? Hayır.

Şeytan diyor ki tut bacaklarını ayır.

Türkan Hoca karmakarışık bir yüzle “Otur, dört” demişti. Böylece şanlı ineklik tarihimin en zayıf notunu alarak ama arkadaşlarım tarafından takdirle karşılanarak yerime oturdum.

Babamın  sık sık kardeşimle beni Gençlik Parkı’na götürme vaadi ile kandırması ve parka götürmek yerine bize kitaplar alması aynı yıllara denk düşer. Sosyal Yayınları’nın çocuk ve gençlik  klasiklerini böylelikle okumaya başladım. Bana okumayı o kitapların sevdirdiğini söyleyebilirim. Galiba ilk defa Bir Çalgıcının Seyahati'ni okuduktan sonra böyle kitaplar yazabilmeyi düşledim.  Ama çok uzak, gerçekleşmesi neredeyse imkânsız bir düştü bu…

Sonraki yıllarda, lisede, kendi kendime şiirler yazdığımı ve bunları kimseye gösteremediğimi hatırlıyorum. Ama ikinci sınıfın son günü, bir cesaret hoşlandığım bir çocuğa şiirlerimden hediye etmiştim. Tabii olumlu ya da olumsuz herhangi bir dönüş olmamıştı. Bu defa gerçekten içimde bir ses, "Tut bacaklarını ayır." diyordu; okulların açılmasını sabırsızlıkla ve merakla bekliyordum. Ama yaz tatilleri o zaman uzun sürerdi.

Okullar açıldığında o çocuğun benimle bir daha konuşmamasının nedenini ona hediye ettiğim şiirlere bağlasam da şiir yazmaktan vazgeçmedim.  Ama şiirlerimdeki şiddet söylemi  yerini sitemlere, anlaşılamamış olmanın sızısına bırakmıştı. Üniversitede  şiirlere mektuplar ve denemeler de eklendi.  Ama kurgusal bir metin yazmak bana hâlâ uzaktı. Üniversitede birkaç sayı çıkabilen başarısız dergi girişimlerinden sonra epeyce bir süre yazmayı bir kenara bıraktım. Çünkü araya tiyatro aşkı girmişti.

Ankara Barosu’nun tiyatro topluluğunu kurmuş ve çalışmalara başlamıştık. İlk oyunumuz Haldun Taner’in Eşeğin Gölgesi isimli oyunu oldu. Çalışmalar sırasında en çok keyif aldığım şeyin metin çözümlemesi yapmak olduğunu fark ettim. Karakterler üzerinde düşünmek ve onları yorumlamak aslında bir nevi yazmak anlamına geliyordu benim için. Öykü yazmaya ilk defa o zaman kalkıştım. İlk yazdığım öykü, eski tip bir fotoğraf dükkânı ve onun vitrininde hapsolmuş, siyah beyaz bir fotoğraftaki kadın hakkındaydı. Tiyatro macerası dört yıl sürdü. Baro Tiyatrosu’ndan ayrıldığımda Uğur Mumcu Vakfı’nın düzenlediği yazma seminerlerinden haberdar oldum. Aslında çok da bilinçli olmayarak ve merak duygusuyla seminere başladım. Yazma seminerlerinin, atölyelerin faydası, zararı elbette çok tartışılır ama bu seminerlerin yazma cesareti kazanma ve yazabileceğimi görme açısından bana iyi geldiğini söyleyebilirim. Sonra, aslen orada tanıştığımız arkadaşlarla toplanmayı, yazdıklarımızı, okuduklarımızı paylaşmayı sürdürdük. 10 yıllık bu süreç içerisinde öykülerimiz dergilerde yayımlanmaya başladı. Ardından kitaplar geldi...
Başta dediğim gibi hâlâ kendimi yazar olarak görmüyorum. Öykü benim için hep uzaktaki bir düş ve yazmak da ancak benim ona doğru yürüyüşüm olabilir.
 Senem Dere
 
 

 

1 yorum:

  1. Bir çalgıcının seyahati 😊 ne guzel, anımsamak! Çok sevdiğim bir kitaptı benim de.

    YanıtlaSil