Resim yapmayı çok seven Ramon'un hikâyesini anlatan bir çocuk kitabı okumuştum, Mış Gibi.
Ramon resim yapmayı çok seviyor, asla konu sıkıntısı çekmiyordu. Ağaçlar, çiçekler, kuşlar, böcekler, gördüğü, sevdiği, her şeyi büyük bir coşkuyla resmediyordu, ta ki bir gün ağabeyi Leon, çizdiği resme gülerek bakıp "Bu nedir?" diye sorana kadar. Peter H. Reynolds'ın Creatrilogy adını verdiği dizide yer alan bu kitap mükemmeliyetçiliğin, yaratıcılığı örselememesi gerektiğini, pekala ürettiklerimize mış gibi gözüyle bakarak ilerleme kaydedebileceğimizi anlatıyor.
Yaratıcılığın önündeki en büyük engel, mükemmel olma baskısı. Üstelik önümüzdeki engel bir başkası da değil, çoğu zaman. "Aman bu yazdıklarımın edebi bir değeri yok ki, boşuna uğraşıyorum, kim okuyacak beni, kim sevecek beni," diyen iç ses, diğer tüm seslerden, sözlerden ve gözlerden daha güçlü. Yazmadan alınan hazzı sürdürmenin, kalemi güçlendirmenin tek yolu ise bizi engelleyen her türlü sese, en çok da kendimize engel olmak, yazmak ve yazmak, sabırla, cesaretle... Bir gün geçmeyi umduğum yolun sonu, belki de başı olan ilk öykü kitabı haberi Ebru'dan geldi bu sefer. Duyduğuma göre bahar aylarında dergilerden tanıdığımız bir başka ismin daha ilk öykü kitabı çıkıyormuş.
Ebru ile yazı yolculuğu, edebiyat ve kitabı üzerine konuştuk.
Ramon resim yapmayı çok seviyor, asla konu sıkıntısı çekmiyordu. Ağaçlar, çiçekler, kuşlar, böcekler, gördüğü, sevdiği, her şeyi büyük bir coşkuyla resmediyordu, ta ki bir gün ağabeyi Leon, çizdiği resme gülerek bakıp "Bu nedir?" diye sorana kadar. Peter H. Reynolds'ın Creatrilogy adını verdiği dizide yer alan bu kitap mükemmeliyetçiliğin, yaratıcılığı örselememesi gerektiğini, pekala ürettiklerimize mış gibi gözüyle bakarak ilerleme kaydedebileceğimizi anlatıyor.
Yaratıcılığın önündeki en büyük engel, mükemmel olma baskısı. Üstelik önümüzdeki engel bir başkası da değil, çoğu zaman. "Aman bu yazdıklarımın edebi bir değeri yok ki, boşuna uğraşıyorum, kim okuyacak beni, kim sevecek beni," diyen iç ses, diğer tüm seslerden, sözlerden ve gözlerden daha güçlü. Yazmadan alınan hazzı sürdürmenin, kalemi güçlendirmenin tek yolu ise bizi engelleyen her türlü sese, en çok da kendimize engel olmak, yazmak ve yazmak, sabırla, cesaretle... Bir gün geçmeyi umduğum yolun sonu, belki de başı olan ilk öykü kitabı haberi Ebru'dan geldi bu sefer. Duyduğuma göre bahar aylarında dergilerden tanıdığımız bir başka ismin daha ilk öykü kitabı çıkıyormuş.
Ebru ile yazı yolculuğu, edebiyat ve kitabı üzerine konuştuk.
50
kelimeyle bize kim olduğunu anlatır mısın?
Ne
demeli, ben Ebru, avare aylak okurken yazma cüretinde bulundum, o
günden beri iflah olmadım, olanı da duymadım. Onun dışında
memurum, anneyim, 50 kelime bile fazla oldu yani...
İzlediğin
filmler, okuduğun kitaplar, günden
sana kalanlarla ilgili usul usul konuşuyorsun yazmakgibi
isimli bloğunda. Bu arada bloğunun ismine bayıldım. Yazmak
gibi'den ilk öykü kitabına uzanan yolda yazı öğretmenlerin
(sana ilham veren metinler, yazarlar, yazı konusunda iyi
tavsiyelerde bulunan dostlar) kim oldu?
Blog
güzel bir iç dökme yeri oldu benim için bunca zaman, çokça
kitaplardan bahsettim, ara sıra ağladım, bazı bazı coştum.
Oradan ilk öykü kitabına gidiş olmazdı, olmazdı ya bir ara blog
da yetmedi, aklımdaki kadınları susturamadım desem yeridir, öyle
bir an oldu ki; “Tamam” dedim, “yazacağım, ama keşke daha
ehil bir kalem seçseydiniz, neyse siz bilirsiniz.” Tabii bir de
işin mutsuzluk tarafı var, oraya hiç girmeyeyim…
Yazmaya
devam ettikçe bir şeylerin eksik-yanlış-tıkalı olduğunu
anladım ve o zaman aç gibi, susuz gibi öykü okumaya başladım.
Biraz da o zaman anladım okurluğun ne şahane bir şey olduğunu,
yazmanın ise... Ama işte geç kalmıştım. Yine de şanslıydım,
çünkü herkes yalnız evet, ama yazan insan yalnızlığını daha
koyu hissediyor, ama benim yanımda olan güzel insanlar vardı.
Öncelikle korka çekine öykülerimi gönderdiğim Mehmet Said
Aydın'ın kısa ve öz "Yaz!" emri çok motive etmişti
beni, sonra oyun yazarı arkadaşım Ali Cüneyd Kılcıoğlu,
yazdığım öykümsü bile olmayan yazıları okuyup beni her daim
ayağa kaldırmıştır. Benim için bir şeylerin değişmeye
başlaması ise, Pelin Buzluk’la olmuştur. Onun kitaplarını
okuduğumda, mana arama uğraşından sıyrılıp hatta belki
özgürleşip sezmenin, hissetmenin, kendince bir çaba gösterip
metne dâhil olmanın ne demek olduğunu gördüm, sonraları ise
edebiyat üstüne kafa yoruşlarına tanık oldum. Her biri büyük
lütuf benim için.
Bildiğim kadarıyla
Parşömen
Sanal Fanzin
haricinde edebiyat dergilerinde, yarışmalarda boy göstermeden ilk
kitabını çıkardın? Dergilerden, fanzinlerden uzak durmak
bilinçli bir tercih miydi?
Dergiler,
fanzinler, dijital dergiler ve öykü yarışmaları hakkında ne
düşünüyorsun?
İlk
öykülerimi, Mehmet Said Aydın, Büyükkeyif sitesinde yayımlamıştı.
Sonrasında Parşömen'e göndermiştim, Onur Çalı devam etmemi
sağladı böylelikle.
Yazmak
benim için her zaman mahcubiyetle karışık bir hâl oldu, ben henüz
yazdığı şeylerin okunmasına alışık olmadığım için
dergilere öykü göndermekte çok da cesur olamadım, bir kere İzafi
Dergisi'ne gönderdim, sağolsun Mustafa Orman üç sayfa öyküme 30
sayfa eleştiri yazınca dergi mevzuu başlamadan bitmiş oldu.
Ama
dergiler, fanzinler, en çok da internetteki edebiyat ortamları
yazmak hususunda benim gibi nereden başlayacağını bilemeyenleri
yönlendirmekte, eğitmekte oldukça etkili tabii ki. Özellikle de
edebiyat aşkıyla, o amatör ruhu kaybetmeden çıkan dergiler hem
kendimiz gibi yolun başındakilerle dostluk kurmak hem de yazdığımız
bir şeylerin bizim dışımızda da okunması konusunda büyük
imkân sağlıyor.
İstisnai
Sosyal Tesis isimli öykü,
artık şehrin orta yerinde kalmış, kentsel dönüşümle yıkılacak
olan bir genelev etrafında dönüyor. Öykünün iki anlatıcısı
var. Bir genelev çalışanı ve bununla ilgili bir haber
hazırlayacak olan gazeteci kadın. Bu iki kadının yaptığı
söyleşi ve iç sesleriyle ilerleyen öykü bir haber metni ile
bitiyor. Sonunda hikâyenin esin kaynağı haberi internette okuyunca
hayatın her zamanki gibi öyküye galip geldiğini gördüm. Bu
konuda neler söylemek istersin?
Şu
günlerde o kadar kurgusal yaşıyoruz ki, ben artık sınırlarımı
yitirdim. Hani bu kadar da olmaz yahu, diyeceğimiz nice şeyler
yaşadık, o yüzden bazen yazmak artık anlamını mı yitiriyor
diyorum ama birden bir kitap geçiyor elime, mesela Gece, orada Ali
İsmail Korkmaz'ı buluyorum, yani aslında edebiyat bize, usul usul
söylüyor ne yaşayacağımızı da biz duymak, bilmek istemiyoruz
sanki. Ya da unutuyoruz, kalbimiz kuruya kuruya.
Son
Bir Selam isimli final öyküsünde kitapta
yer alan öykü kahramanları sahneden inmeden önce
son bir selam veriyor okura. Onları bir öyküde buluşturup “ya
sonra?” sorusuna kısacık bir yanıt veriyorsun, öykünün izin
verdiği doğrultuda. Aynı soruyu sana sormak istiyorum Ebru. Ya
sonra?
Teşekkür
ederim.
Ya
sonra... Okuyacağım, yaşayacağım, inadına seveceğim, ve
sanırım yazacağım ama onlar bir daha kitap olur mu bilmiyorum,
bilemiyorum. Ben
teşekkür ederim.
Mış Gibi kitabıyla ilgili daha detaylı bilgi için aşağıdaki bağlantıyı tıklayabilirsiniz.
http://kurmacabiyografiler.blogspot.com.tr/search/label/Okuryatar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder