9 Mart 2015 Pazartesi

BENİ KİM SEVSİN?

Resim yapmayı çok seven Ramon'un hikâyesini anlatan bir çocuk kitabı okumuştum, Mış Gibi.
Ramon resim yapmayı çok seviyor, asla konu sıkıntısı çekmiyordu. Ağaçlar, çiçekler, kuşlar, böcekler, gördüğü, sevdiği, her şeyi büyük bir coşkuyla resmediyordu, ta ki bir gün ağabeyi Leon, çizdiği resme gülerek bakıp "Bu nedir?" diye sorana kadar. Peter H. Reynolds'ın Creatrilogy adını verdiği dizide yer alan bu kitap mükemmeliyetçiliğin, yaratıcılığı örselememesi gerektiğini, pekala ürettiklerimize mış gibi gözüyle bakarak ilerleme kaydedebileceğimizi anlatıyor.
Yaratıcılığın önündeki en büyük engel, mükemmel olma baskısı. Üstelik önümüzdeki engel bir başkası da değil, çoğu zaman. "Aman bu yazdıklarımın edebi bir değeri yok ki, boşuna uğraşıyorum, kim okuyacak beni, kim sevecek beni," diyen iç ses, diğer tüm seslerden, sözlerden ve gözlerden daha güçlü. Yazmadan alınan hazzı sürdürmenin, kalemi güçlendirmenin tek yolu ise bizi engelleyen her türlü sese, en çok da kendimize engel olmak, yazmak ve yazmak, sabırla, cesaretle... Bir gün geçmeyi umduğum yolun sonu, belki de başı olan ilk öykü kitabı haberi Ebru'dan geldi bu sefer. Duyduğuma göre bahar aylarında dergilerden tanıdığımız bir başka ismin daha ilk öykü kitabı çıkıyormuş. 
Ebru ile yazı yolculuğu, edebiyat ve kitabı üzerine konuştuk. 


50 kelimeyle bize kim olduğunu anlatır mısın?
Ne demeli, ben Ebru, avare aylak okurken yazma cüretinde bulundum, o günden beri iflah olmadım, olanı da duymadım. Onun dışında memurum, anneyim, 50 kelime bile fazla oldu yani...
İzlediğin filmler, okuduğun kitaplar, günden sana kalanlarla ilgili usul usul konuşuyorsun yazmakgibi isimli bloğunda. Bu arada bloğunun ismine bayıldım. Yazmak gibi'den ilk öykü kitabına uzanan yolda yazı öğretmenlerin (sana ilham veren metinler, yazarlar, yazı konusunda iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kim oldu?
Blog güzel bir iç dökme yeri oldu benim için bunca zaman, çokça kitaplardan bahsettim, ara sıra ağladım, bazı bazı coştum. Oradan ilk öykü kitabına gidiş olmazdı, olmazdı ya bir ara blog da yetmedi, aklımdaki kadınları susturamadım desem yeridir, öyle bir an oldu ki; “Tamam” dedim, “yazacağım, ama keşke daha ehil bir kalem seçseydiniz, neyse siz bilirsiniz.” Tabii bir de işin mutsuzluk tarafı var, oraya hiç girmeyeyim…
Yazmaya devam ettikçe bir şeylerin eksik-yanlış-tıkalı olduğunu anladım ve o zaman aç gibi, susuz gibi öykü okumaya başladım. Biraz da o zaman anladım okurluğun ne şahane bir şey olduğunu, yazmanın ise... Ama işte geç kalmıştım. Yine de şanslıydım, çünkü herkes yalnız evet, ama yazan insan yalnızlığını daha koyu hissediyor, ama benim yanımda olan güzel insanlar vardı. Öncelikle korka çekine öykülerimi gönderdiğim Mehmet Said Aydın'ın kısa ve öz "Yaz!" emri çok motive etmişti beni, sonra oyun yazarı arkadaşım Ali Cüneyd Kılcıoğlu, yazdığım öykümsü bile olmayan yazıları okuyup beni her daim ayağa kaldırmıştır. Benim için bir şeylerin değişmeye başlaması ise, Pelin Buzluk’la olmuştur. Onun kitaplarını okuduğumda, mana arama uğraşından sıyrılıp hatta belki özgürleşip sezmenin, hissetmenin, kendince bir çaba gösterip metne dâhil olmanın ne demek olduğunu gördüm, sonraları ise edebiyat üstüne kafa yoruşlarına tanık oldum. Her biri büyük lütuf benim için.
Bildiğim kadarıyla Parşömen Sanal Fanzin haricinde edebiyat dergilerinde, yarışmalarda boy göstermeden ilk kitabını çıkardın? Dergilerden, fanzinlerden uzak durmak bilinçli bir tercih miydi?
Dergiler, fanzinler, dijital dergiler ve öykü yarışmaları hakkında ne düşünüyorsun?
İlk öykülerimi, Mehmet Said Aydın, Büyükkeyif sitesinde yayımlamıştı. Sonrasında Parşömen'e göndermiştim, Onur Çalı devam etmemi sağladı böylelikle.
Yazmak benim için her zaman mahcubiyetle karışık bir hâl oldu, ben henüz yazdığı şeylerin okunmasına alışık olmadığım için dergilere öykü göndermekte çok da cesur olamadım, bir kere İzafi Dergisi'ne gönderdim, sağolsun Mustafa Orman üç sayfa öyküme 30 sayfa eleştiri yazınca dergi mevzuu başlamadan bitmiş oldu.
Ama dergiler, fanzinler, en çok da internetteki edebiyat ortamları yazmak hususunda benim gibi nereden başlayacağını bilemeyenleri yönlendirmekte, eğitmekte oldukça etkili tabii ki. Özellikle de edebiyat aşkıyla, o amatör ruhu kaybetmeden çıkan dergiler hem kendimiz gibi yolun başındakilerle dostluk kurmak hem de yazdığımız bir şeylerin bizim dışımızda da okunması konusunda büyük imkân sağlıyor. 
İstisnai Sosyal Tesis isimli öykü, artık şehrin orta yerinde kalmış, kentsel dönüşümle yıkılacak olan bir genelev etrafında dönüyor. Öykünün iki anlatıcısı var. Bir genelev çalışanı ve bununla ilgili bir haber hazırlayacak olan gazeteci kadın. Bu iki kadının yaptığı söyleşi ve iç sesleriyle ilerleyen öykü bir haber metni ile bitiyor. Sonunda hikâyenin esin kaynağı haberi internette okuyunca hayatın her zamanki gibi öyküye galip geldiğini gördüm. Bu konuda neler söylemek istersin?
Şu günlerde o kadar kurgusal yaşıyoruz ki, ben artık sınırlarımı yitirdim. Hani bu kadar da olmaz yahu, diyeceğimiz nice şeyler yaşadık, o yüzden bazen yazmak artık anlamını mı yitiriyor diyorum ama birden bir kitap geçiyor elime, mesela Gece, orada Ali İsmail Korkmaz'ı buluyorum, yani aslında edebiyat bize, usul usul söylüyor ne yaşayacağımızı da biz duymak, bilmek istemiyoruz sanki. Ya da unutuyoruz, kalbimiz kuruya kuruya.
Son Bir Selam isimli final öyküsünde kitapta yer alan öykü kahramanları sahneden inmeden önce son bir selam veriyor okura. Onları bir öyküde buluşturup “ya sonra?” sorusuna kısacık bir yanıt veriyorsun, öykünün izin verdiği doğrultuda. Aynı soruyu sana sormak istiyorum Ebru. Ya sonra?
Teşekkür ederim.
Ya sonra... Okuyacağım, yaşayacağım, inadına seveceğim, ve sanırım yazacağım ama onlar bir daha kitap olur mu bilmiyorum, bilemiyorum. Ben teşekkür ederim.

Mış Gibi kitabıyla ilgili daha detaylı bilgi için aşağıdaki bağlantıyı tıklayabilirsiniz.
http://kurmacabiyografiler.blogspot.com.tr/search/label/Okuryatar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder