“Saatlerdir şu taş
yığınlarına bakıp duruyoruz. Çok sıkıldım.”
“Bunları
sadece taş olarak görüyorsun. Hepsi geleceğe gönderilmiş birer
mektup aslında. Geçmişten, kayıp uygarlıklardan, kayıp
dillerden ve kültürlerden gelen bu mektupları okumayı bilmediğin
için sıkıcı buluyorsun. Hatırlasana küçükken resimsiz ya da
az resimli kitapların da sıkıcı olduğunu düşünürdün.”
“Of,
başımın belası kitaplar. Okumayı öğrendiğimden beri her
aldığın kitabı okumam, okuduğum tarihi ve yeri, özetini ve en
sevdiğim cümleyi bir deftere yazmam gerekiyor. Bu defteri tutmayı
hiç sevmedim. O yüzden mi gittin? Hanginize inanacağım, sana mı,
anneme mi?” Babasının her yaz sonu ayrılırlarken verdiği
kitapları düşündü. “Kitapları okuduğum yok zaten. Annem
okuyup bana anlatıyor. Bazıları komik aslında. Evde kalmalarını
isterdim. Ama annemin kitapları satması gerekiyor. Çünkü süt
alacak paramız yokmuş. Nafakayı da ödemiyormuşsun.” Göz
kapaklarının ucuna kadar gelen damlaya geri dönmesini emretti.
Sesinin titremesine engel olmak için bir iki derin nefes aldı.
Duygularını göstermemek konusunda giderek uzmanlaşıyordu.
Konuşamamak, sessizce isyan etmek onu durgunlaştırmıştı.
Babasından gelebilecek küçük bir ima, bir soru her şeyi
bozabilirdi. Durgunluğuna bir bahane bulmalıydı. Pekâla yorgun
olduğunu ileri sürebilirdi.
“Baba çok
yoruldum. Şu ağacın altında dinlenebilir miyiz?”
“İyi
fikir. Kayıp Kitaplıktaki İskelet'i okudun mu? Burada, Efes
harabelerinde geçiyordu. Okuduktan sonra ören yerini gezmenin
ilgini çekeceğini düşünmüştüm.”
“Şey. Onu
bir arkadaşım ödünç almıştı. Geri getirmedi baba.”
“Neyse
arkadaşın geri getirdiğinde okursun?” Sustu. Bir kez daha
söyleyemediklerini geçirdi içinden: “Doktorayı kazandığımı
duyunca ne çok sevinmiştim. Sizi de yanımda Amerika'ya götürmek
istedim. Annen kabul etmeyince anlamalıydım. Gider gitmez boşanma
davası açtı. Üç yıldır ne adresini biliyorum ne de
telefonunu. Ağzından tek kelime kaçırmıyorsun. Seni almaya
geldiğimde nereden almamı buyuruyorsa orada hazır bulunuyorum.
Elden ne gelir? Seçtiğim kitaplar bizi birbirine bağlasın
istemiştim. Hepsini tek tek seçtim, okudum. Sayfaların arasına
küçük notlar yazdım. Senin için açtığım blogun adresini ve
şifresini de yazmıştım. İkimizin özel güncesi olacaktı.
Birbirimizden uzak geçirdiğimiz günlerde yaşadıklarımızı,
yaptıklarımızı paylaşacaktık. Tek bir satır yazmadın. Hiç
etkilenmiyorsun. Zorla geliyorsun yanıma belli. Buna rağmen sana
gücenmemeye, kalbimin kırıklığını sana belli etmemeye
çalışıyorum.” Yutkundu.
“Ne
diyordum? Evet. Taşların gizemini çözmek için onunla aynı dili
konuşmamız gerekir. Sembollerin dilini,”
Babasının
anlattıklarını dinliyormuş gibi görünmeye çalıştı:
“Sembollerin dili yerine bisiklete binmeyi öğretmeni tercih
ederdim. Ya da beni otelde bırakmanı. Üç tane su kaydırağı
vardı. Keşke evin yanındaki parkta da olsaydı. Çok eğlenceli.
Akşam saat beşte kapanıyor. Saat kaç oldu acaba?”
“Baba,
saat kaç?”
“Bire
geliyor.”
“...”
“Anlattıklarım
pek ilgini çekmedi galiba.”
“Bir şey
anlamadım ki baba, semboller, taşlar, mektuplar. Daha dokuz
yaşındayım. Unuttun mu?”
“Anlayacağın
gibi anlatmaya çalışayım o zaman. Biz arkeologlar, çok eski
zamanlarda burada yaşamış insanların bıraktıkları izleri
inceleriz. Toprağı kazar ve bulduklarımıza bakarız. Heykeller,
kupalar, testiler, kolyeler, onlardan kalan her bir ize kulak
kabartır, bize fısıldadıklarını duymaya çalışırız.”
“Baba hiç
heykeller, kupalar konuşur mu?”
“Konuşur,
her şey kendi dilinde konuşur.”
Sırtından
çantasını indirdi. Elini acemice boşluğa uzattı. Sıkı sıkı
tutmak istedi Yağmur'un ellerini. Doğduğu günü hatırladı,
minik avcunun içine parmağını koyduğunda bir anda parmaklarının
sımsıkı kapanmasını... “Yeni doğan refleksi,” demişti
hemşire. Parmakların, babasını tanıdığı için sımsıkı
kapandığını, kızının ellerini hiç bırakmayacağını
düşlemek daha güzeldi. Elinin havada asılı kaldığını fark
edince içi sıkıldı. İndirdi.
“Gel
şuraya oturalım. Turistler elini, ayağını çekince dile gelir
taşlar. Sokaklar şenlenir. Sesleri, kokuları duymaya başlarsın.
Kapa gözlerini. Ses ve koku bulmaca oyunu oynayacağız.”
Yağmur'a
baktı. Sağ eliyle sımsıkı kapattığı gözlerinin üzerini
örtmüştü. Oyuna katılıyordu. Sevindi. Burun kanatlarının
hafif hafif oynamaya başladığını görünce yeni emeklemeye
başladığı günleri hatırladı. Ne zaman çiçek görse burun
kanatları aynı böyle hareket ederdi.
“Hmm bal!
Bal kokusu geliyor!”
“Doğru.”
Gözlerini
açan Yağmur, balın kaynağını bulmaya çalıştı. Vakit
kaybetmeden içine bal sürülmüş kreplerden birini aldı.
“Baba,
nereden buldun ballı krepi?”
“Otelden
aldım. Senin uyuduğunu, kahvaltıya yetişemeyeceğini söyleyince
krep, bal ve sütten oluşan bu paketi hazırlamışlar Yağmur
hanım. İki günde bütün otel çalışanlarının kalbini
kazanmışsın bakıyorum. Çöp şişe de yer bırak.”
Ballı
krepler çok güzeldi. İşin ucunda çöp şiş olmasa tamamını
bitirebilirdi. Paketin içinde bulduğu kolonyalı mendille ellerini
sildi. Çöp aramak üzere ayağa kalktığı sırada babasının
sesini duydu.
“Dur! Daha
ses oyununa başlamadık. Gözlerini kapat. Hangi sesleri
duyuyorsun?”
“Kuş
sesleri ve cırcır böceği.”
“Güzel.
Devam et. Taş yontma ustalarının ellerindeki keskilerle taşı
yontma sesini de duyuyor musun?”
Ağacın
altından kalkıp Celsus Kitaplığı'na doğru yürüdüler.
Kitaplığın ayakta kalan mermer cephesi ne kadar da süslü diye
düşündü. Babasının anlatıklarını ilgiyle dinliyordu.
Arkeoloji artık hiç de sıkıcı gelmiyordu. Agora'ya doğru
yürürken babası bir taşın önünde durdu.
“Bakalım.
Anlattıklarımı dinlemiş misin? Şu şekle bak. Sence bu ne?”
“Bunu
bilmeyecek ne var. Tahta çıkmış çocuk kral. Yanında da onu
koruyan iki sevimli midilli var. Gülümseyen yüzlerine baksana.”
(*) Bu yazı 26 Ağustos 2014 tarihinde altzinede altatölye bölümünde ( resimdeki mürekkep lekesinin çağrıştırdığı şekli bir kurgu içinde anlattığınız metin) yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder