Önemli not:
Bu yazıyı Bir Eylül Akşamı şarkısı eşliğinde okuyun.
Bloğumu
açarken sık güncellemek, her ay ne olursa olsun sekiz yazı
yayımlamak gibi bir hedefim vardı. İtiraf ediyorum, son günlerde
bu hedef beni biraz zorluyor. Aklıma hiç de parlak fikirler
gelmiyor. Yaz rehaveti, yorgunluk, kararsızlık... Aklıma üşüşen
onlarca fikirden hangisini ele alacağıma henüz karar veremeden yaz
sıcağında o güzelim fikirler buharlaşıp gidiyor sanki. İş
çıkışı arabaya yürürken bunları düşünüyordum. Yeni bir
yazı yazmalıydım. Kendimi yazmayı planladığım tek bir konu
hakkında düşünmeye zorlamayacaktım. Zihnimi serbest bıraktım.
Neler üşüştüğünü, hangi anıların beni şaşırttığını,
gülümsettiğini anlatmayacağım. Şimdi düşünsem bile nereden
çıkıp geldiğini bulamayacağım bir film geldi aklıma. Bu günün
yazısı belli oldu.
HAYAT TRENİ
Gişesi az
filmleri sinemada izlemenin ayrı bir çekiciliği vardır.
(İstanbul'dan ayrılalı beri böyle bir imkânım yok. Evde dvdden
izlemek kaderim oldu.) Tanımadığım seyirciler arasında belki
gelecekteki en yakın arkadaşım, sevgilim oturuyordur. Böyle
hissederim. Sadece yollarımız kesişmemiştir henüz, hepsi bu. Bir
Eylül Akşamı şarkısı çalar zihnimde. Hem dinlerim hem etrafıma
bakarım. İzleyicilerin hayali isimleri, meslekleri çoktan
hazırdır. Onlara bir geçmiş yazarım. Neyse lafı
uzatmayayım ben bu oyunu oynamayı çok severim.
Hayat
Treni'ni Capitol'de izlemiştim. Tek başıma. Küçük bir
salonda üç beş kişiyle. Yıllar sonra Çağlar ile filmlerden,
kitaplardan konuşuyorduk. Bana Amen'i vermişti izlemem için. Belki
çıkış noktamız oydu. 2. Dünya Savaşı üzerine çekilmiş
filmleri konuşuyorduk, hatırlamıyorum. Bazen bir film izlersiniz.
Çok beğenirsiniz. Yıllar sonra konusunu bile zar zor
hatırlarsınız. Amen'in konusunu özetleyemem size.
Kahramanlarının adını bile hatırlamıyorum. Bir tortu kalmış
izlediklerimden. Acıdan nemalanmayan, fazla gevezeliğe girmeden,
göstermeden gösteren bir film olduğu kalmış. Vagon kapıları kapalı olduğu için
dolu mu boş mu olmadığını bilemediğimiz trenler her defasında
vagon kapıları açık ve boş döner. Film boyunca, defalarca izleriz bu sahneyi.
Göstermeden göstermesi miydi, tren sahnesi miydi, yoksa alışıldık
acıya yaslanan dili yadsıyıp farklı dil kullanan savaş
filmlerini mi konuşuyorduk, laf nasıl oraya gelmişti bilmiyorum,
şimdi biz iki amnezik kafa kafaya versek, düşünsek, konuşsak
ortak bir hikâye de bulamayız, her nasılsa ikimiz birden
hatırlamıştık Hayat Treni'ni önce hangimiz diye sormayın.
Hayat
Treni trajikomik bir hikâye ile anlatıyor soykırımı. Köyün
delisi Naziler'in Yahudileri toplayıp kamplara götüreceğini
duyunca köy halkına haber verir. Bir plan yaparlar. Bir tren
bulacaklardır. Köy halkından bir kısmı SS subayı gibi giyinecek
diğerleri Yahudi tutuklular gibi görünecek ve güvenli bir şekilde
trenle Kudüs'e gideceklerdir. Trenin yolcuları yaşamın içinden
insanlardır evde kalmak istemeyen kızlar, âşık erkekler...
Nazizmi de, komünizmi de eleştirir, sizi bolca gülümsetir. “O,
bu, şu olmaya çalışma, insan ol yeter!” der. Son sahne iyi bir
öykü finali gibidir, yüzünüze sağlam bir tokat atar.
Hayat
Treni'ni birdenbire hatırlamak onu yeniden, birlikte izleme
isteği uyandırdı içimde. Filmi hatırlamak, hakkında bilgi
toplamak için arama motorlarında araştırma yaparken bu gece saat
20:30'da İMC TV Sinema Kuşağı'nda oynayacağını görmek ilginç
bir tesadüf oldu. Tesadüflere inanmayı bırakmamak gerekiyor şu
hayatta.
FİLMİN
KÜNYESİ
Yönetmen ve
Senarist: Radu Mihaileanu
Oyuncular: Lionel Abelanski, Rufus, Clement Harari
Yapım Yılı:1998
Süre:103 dk
Dil:Fransızca, Almanca
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder