Gerçeküstü, Rüyalar ve Menzilinden Sapan Öykü
Kendisiymiş Gibi Tuğba Gürbüz'ün ikinci öykü kitabı. Gri kapak fotoğrafındaki parçalanmış ayna - ya da cam- görüntüsüyle başlıyor okuma. Kapak fotoğrafı okuru az sonra dünyasına gireceği kurmacaya hazırlayan bir eşik aslında. Kapağın ardında Birhan Keskin'den bir dize karşılıyor okuru. Kitapta on sekiz öykü var. Çoğu beyaz yakalı anlatıcıların gözünden aktarılan insanlık hâlleri. Kadınlar, erkekler ama daha çok kadınların dünyasına dalıyor Gürbüz. Varoluş sancısının dünya ağrısıyla kol kola girerek güçleştirdiği yaşamlar, yazma sıkıntısı, annelik, güncel tarihe ayna tutan insani dramlar, kişilik yarılmaları, rüyalar aracılığıyla açık edilen korkular mesele ediliyor daha çok. Okura meseleyi doğrudan aktaran öyküler kurmuyor Gürbüz. Şöyle başlamıştı, böyle olmuştu demiyor. Neredeyse her öyküde yarıya kadar ördüğü gerçeklikten gerçeküstüne sıçrayarak anlatımı genişletiyor. Bunu yapmadığı zamansa kahramanları birbirine dönüştürüp bilinçdışı takıntılarını, çocukluk sancılarını dillendiren çoklu bir kişilik çıkarıyor okurun karşısına. Kahramanlar neredeyse her zaman bulanık bir akılla geziniyor gündelik yaşamda. İçlerine konuşuyorlar, kendilerini acımasızca eleştirip yargılıyorlar. Kurmaca metin yazma arzusuyla kaleme sarılmış olanlar da var aralarında. Kızgın ve çaresizce, içlerinde duran karanlığı dışarı salmak için de olsa yazmak istiyorlar. "Bana yazmayı öğretin profesör kelimelerle öç almayı" ya da "kanadığım yerden yazacağım" deyiveriyorlar hikâye akıp giderken.
Kitabın ilk öyküsü "Rengi Bulanık" küçük bir yayınevinden kitap çıkarmış, ruhsal çökkünlük yaşayan, yazı erbabı bir kadının gözünden aktarılıyor. Öykü girişinde psikotik bir sıkıntı yaşadığı için ilaç tedavisi gören kadınla tanışıyoruz. Kahramanımız kocası ve kızıyla yaşıyor. Öykü ilerledikçe kocanın tedavinin düzenli gitmesi konusunda gösterdiği özenli davranışları görüyoruz. Kadının ilacını vermek için saatini kurmuş. Alarm çalınca yataktan fırlayıp bir bardak suyla ilacı uzatıyor. Anlatıcı evin içindeki devinimi bize aktarsa da evdekilerden kopmuş, kendi dünyasında gezinir durumda. İlaçları ağzında tutup bir süre sonra tükürüyor. Zihninde onlarca düşünceyle uyanıp gözlerini diktiği duvardaki çatlakta gördüğü şeyin canlanarak onu yıkıcı davranışlara sürükleyeceğine inanıyor. Anneannesinin ve annesinin kaderinin kaderinin kendisini de yakalayacağına... Tatlı bir sıçrayışla Charlotte Perkins Gilman'ın "Sarı Duvar Kâğıdı" adlı öyküsünü duvardaki çatlak motifi öykü kahramanının sıkıntılarını daha derinden kavratıyor okura. Öykü yarıya kadar kadının ruh dünyasına, hastalığına odaklanırken anlatıcının küçük yayınevinden kitap çıkarmış bir yazar olduğunu öğrenmemizle başka mecraya kayıyor. Yazarak rahatlayacağına inanan anlatıcı not kâğıtlarıyla duvarlara iliştirdiği sözcüklerden yola çıkarak bir şeyler yazmak için defterine uzanıyor. Defteri açınca gerçeküstü bir sıçramayla geçmişteki olaylara dönüyor. Öykü büyük yayınevinden kitap çıkarmış yazar -Bay Çoksatan - ve anlatıcı arasında alttan alta süren bir gerilimi merkeze taşıyarak sonlanıyor.
Tuğba Gürbüz Kendisiymiş Gibi'de okuru hazırlamaya ihtiyaç duymadan etkili başlangıçlarla öyküye girebiliyor ama alt önermenin ağırlığını zayıflatan sıçramalar bu etkili girişleri silikleştiriyor. Bazı öyküleri okuduktan sonra bir ortada bırakılmışlık duygusu gelip yerleşiyor okurun içine. Dili acemice örülmüş, üzerinde çalışılmamış metinlerle sağlam öykülerin yan yana duruyor olması okuma hazzına gölge düşürüyor.
Şenay Eroğlu Aksoy
Bu yazı Notos Öykü'nün 83. (Kasım-Aralık 2020) sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder