15 Ocak 2014 Çarşamba

ANNE FRANK'LA GÖĞE BAKMAK(*)

1 Ocak 2014 tarihinde Altzine dergisinin altyorum köşesinde yayımlanan yazım:




 

Köklerim yüzlerce yıldır burada. Yorgun ve ağır bedenimi taşıyamıyorum artık. Mantar hastalığına tutuldum. İçten içe, günden güne çürüyorum. Yakında gideceğim. Ölmekten korktuğumu sanmayın. Burada, Princengracht No: 263'te ölümden korkulmaz. O gelip sizi alıncaya kadar beklenir.

2007'nin Ekim ayında hakkımda kesim kararı çıktı. Amsterdamlı yetkililer yıkılmamdan ve çevreye zarar vermemden korktular. Ancak Yargıç Jurden Bade, acil tehlike oluşturmadığıma karar verdi. Kesim kararını erteledi. Çünkü ben Anne Frank'ın kestane ağacıyım. Arkadaşlığın, umudun, faşizme ve ayrımcılığa karşı direnişin sembolü, Anne Frank'ın emanetiyim.

Bu sabah ben yine tavan arasına giderken, Peter ortalık topluyordu. Hemen bitirdi ve ben tavanda en sevdiğim yere otururken o da geldi. Masmavi olan gökyüzünü, dallarında küçük damlacıklar parlayan, çıplak kestane ağacını, alçaktan uçan ve sanki gümüştenmiş gibi görünen martıları ve diğer kuşları seyrettik. Bütün bunlardan ikimiz de duygulanmış ve etkilenmiştik, hiçbir şey konuşamayacak kadar. (...) Ama ben açık olan pencereden de bakıyordum, Amsterdam'ın büyük bir bölümü görünüyordu, çatıların üstünden, açık mavi olan, çok fazla net görünmeyen ufka kadar.

Bunlar olduğu sürece” diye düşündüm. “Ve benim bunları yaşamama izin veriliyorsa, bu güneşi, bu bulutsuz gökyüzünü o zaman üzülmem için bir neden yok.” (23 Şubat 1944 - Anne Frank'ın Hatıra Defteri)

Anne, bu satırları 2. Dünya Savaşı sırasında, arkamda gördüğünüz evde yazdı. Orada saklanarak geçirdikleri 25 ayın sessiz tanığıyım. Her şeyi gördüm. Dinledim. Rüzgâr çıksa da başımı eğsem, kollarımı ona uzatsam, ellerini tutsam, gözlerinden yuvarlanan yaşları silsem, avutsam isterdim. Yağmur yağdığında sevinirdim. Yapraklarıma, dallarıma vuran su damlaları ona neşe dolu ezgiler gibi gelirdi. Tüm gücümü topladım o kış. Her tarafım çiçek dolmalıydı. Baharı, umudu, savaştan sonra gelecek güzel günleri müjdeleyebilmeliydim arka evin sakinlerine. Başarmış olmasam, Anne günlüğüne bu satırları yazar mıydı?

Kestane ağacımız aşağıdan tepesine kadar çiçeklenmiş ve geçtiğimiz yıldan çok daha güzel olmuş.” (13 Mayıs 1944 - Anne Frank'ın Hatıra Defteri)

Söyleyemezdim dışarıda devam eden cadı avını, Hollanda yeşil polisinin hâlâ Yahudi aradığını, bulduklarını önce Amsterdam'daki geçici Yahudi kampı olan Waterbork'a sonra toplama kamplarına götürdüklerini, oradan kalkan trenlerin “ölüm kamplarına” gönderildiğini. Susmalıydım. Merdivenlerden biri çıkıyor. Anne olmalı. Sizi duymasın. Korkabilir.

“İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım.”* Bak dallarıma, nasıl da uzanıyor bulutlara. Güzel günler gelecek Anne. Göğe bakalım. Kitabın yayınlanacak. 60 dile çevrilecek. Hollywood'a gideceksin. Burada saklandığın, kendine yabancılaştığın halinle değil, “her zaman görünmek istediğin halinle”. Göğe bakalım. Hepimiz birden mutlu olabilirdik Anne. Bu mavi gökyüzü, bulutlar, havada süzülen kuşların görüntüsü hepimize yeterdi. Olmadı. Neden Anne? Neden dayanamadın? Kurtuluşa ne kalmıştı şunun şurasında?

Dünyanın dört bir tarafından insanlar, tavan arasından vaktiyle senin baktığın yerden bana bakıyor Anne. Evin önü günün her saati dolu. Kuyruk hiç eksilmiyor. Westerkerk'in çanları çalıyor. Küçük bir de heykelin var sokakta.
 
Siz sevgili Anne Frank Müzesi sakinleri, her ne yapıyorsanız bırakın ve beni dinleyin. Son kez Anne Frank'ın hikâyesini anlatacağım sizlere.

12 Haziran 1942, Anne 13 yaşında. 2 yıl sonra ilk kez doğum günü kutlaması:

Bir gül buketi, bir saksı bitkisi, iki tane şakayık, mavi bir bluz, kutu oyunu, bir şişe üzüm suyu, yapboz, krem, iki kitaplık hediye çeki, ev yapımı kurabiyeler, çilekli turta... Hayatın tadını çıkar Anne, hâlâ vakit varken. Çember giderek daralıyor.

Biz pingpong oyuncuları yazın dondurma yemeyi çok severiz. Özellikle oyundan sonra sıcak olduğu için kendimizi en yakındaki dondurmacıda buluruz. Bunlar Yahudilerin gitmesine izin verilen Oase veya Delphi.” (20 Haziran 1942 - Anne Frank'ın Hatıra Defteri)

1933 Almanya'sında Yahudi olmak güvenli değildi. Frankfurt'tan Amsterdam'a taşındıklarında derin bir nefes almışlar, tekrar güvende hissetmişlerdi kendilerini.

Baba Otto Frank, bir kez daha ailesini bu karanlıktan çıkarmak zorundaydı.

Elbiseler, gıda maddeleri ve mobilyalar evden gizlice çıkarılıp Otto Frank'ın ofisine götürülüyordu. İkinci katta gri boyalı kapının arkası yeni evleri olacaktı. Kapının önüne onlar saklanmadan önce dönen bir de dolap konmuştu. “Arka ev” konuklarını bekliyordu.

9 Temmuz 1942 - 4 Ağustos 1944. “Arka ev” günleri...

Giriş kapısının tam karşısındaki Hollanda işi “bacakkıran” merdivenler onları dört küçük odacığa çıkardı. Frank ve Van Daan ailesi orada saklanmaya başladı. 17 Kasım'da aralarına katılan diş doktoru Alfred Dussel, arka evin sekizinci sakiniydi.

Gündüzleri çok sessiz olmalıydılar. Bazen saatlerce hiç seslerini çıkarmamaları, tuvalete dahi gitmemeleri gerekiyordu. Yatakların altındaki kavanozlar çok acil durumlarda kullanılıyordu. Gündüzleri çocuklar ders çalışıyor, kadınlar yemek pişiriyordu. Bütün çöpler sobada yakılıyordu. Saklandıklarından haberi olan beş kişi hariç hiç kimse durumdan şüphelenmemeliydi. Akşamları spor yapıyorlardı. Hayatı olabildiğince normal sürdürmeye çalışıyorlardı. Ancak gelen haberler hiç de iyi değildi. Herkes bilir ki güven duygusu olmayınca hiçbir yer yuva olamıyordu.

Saklanmak zorunda kalan Anne, sadece yazarken rahatlıyordu. Kitty, 13. yaş gününün en kıymetli hediyesi, sırdaşı, en sevgili kız arkadaşı olmuştu. Derste gevezelik ettiği için Bay Keesing'in verdiği ceza ödevini hatırladı. “Vak vak dedi bayan gaga” ile ilgili yazdığı şiiri. Tekrar okula gidebilecek miydi? Ne zaman? Sorular, sorunlar, yakalanma korkusuyla kıpırdamadan geçirilen uzun saatler, ev halkının sert eleştirileri, annesinin onu anlamaması... Geceleri yattığında hep ağlıyordu Anne. Kitty de olmasa çıldırabilirdi. Durmadan, hiç durmadan yazıyordu. Yazdıklarıyla ne yapacağını bilmeden biriktiriyordu. Günün birinde amacını buldu.

Londra radyosundan sürgündeki eski Hollanda bakanı konuşuyordu:

“Hollanda halkı Alman işgali sırasında çektikleri acıları kaydedip biriktirip bunları savaştan sonra yayınlamalıdır.” Kâğıt sabırlıydı. Anne yazdı. Üç defter, üç yüz sayfa dolusu yazdı. Arka evde yazdıklarıyla öldükten sonra da yaşadı.

Fırtınanın şiddeti arttı. Üşüyorum. Beni ayakta tutan köklerim çoktan kurudu. Yalnızca üç kök bu ağır bedeni taşıyor. Çıtırtı sesleri... Kurumuş gövdem devriliyor. Birazdan çıkacak gürültüye hepiniz koşacaksınız. Kameralarınızı, cep telefonlarınızı çıkarıp Anne Frank'ın Kestane Ağacı'nın ölümünü kaydedeceksiniz. Hikâyem böyle bitmesin.

Benden kâğıt yapın, anı defterleri... Yüzlerce çocuğa dağıtın. Üzüntülerini, sevinçlerini, hayallerini yazsınlar üzerime. Onların en yakın sırdaşı olayım. Sayfalarıma hikâyelerini yazsınlar.

Tohumlarımı saklayın. Anne'in her yaşı için, farklı yerlere birer filiz gönderin. Hoşgörü için, adalet için yeniden kök salayım.**



* Turgut Uyar'ın Göğe Bakma Durağı adlı şiirinden alınmıştır.

**Anne Frank'ın güncesinde sık sık bahsettiği kestane ağacı 23 Ağustos 2010'da şiddetli rüzgâr nedeniyle yıkıldı. 150-170 yaşında olduğu sanılan 27 tonluk devasa ağaçtan alınan tohumlar, hoşgörünün tüm dünyada kök salması amacıyla çeşitli ülkelere gönderildi. A.B.D.'ye gönderilen 11 filizden ilki, geçtiğimiz nisan ayında İndianapolis'teki Çocuk Müzesi'nin bahçesine ekildi.

(*)Bu yazı 1 Ocak 2014 tarihinde altzine'de yayımlanmıştır.
http://altzine.net/index.php/altyorum/602-anne-frank-la-goege-bakmak
 










 
                                 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder