Köklerim
yüzlerce yıldır burada. Yorgun ve ağır bedenimi taşıyamıyorum
artık. Mantar hastalığına tutuldum. İçten içe, günden güne
çürüyorum. Yakında gideceğim. Ölmekten korktuğumu sanmayın.
Burada, Princengracht No: 263'te ölümden korkulmaz. O gelip sizi
alıncaya kadar beklenir.
2007'nin
Ekim ayında hakkımda kesim kararı çıktı. Amsterdamlı
yetkililer yıkılmamdan ve çevreye zarar vermemden korktular. Ancak
Yargıç Jurden Bade, acil tehlike oluşturmadığıma karar verdi.
Kesim kararını erteledi. Çünkü ben Anne Frank'ın kestane
ağacıyım. Arkadaşlığın, umudun, faşizme ve ayrımcılığa
karşı direnişin sembolü, Anne Frank'ın emanetiyim.
“Bu
sabah ben yine tavan arasına giderken, Peter ortalık topluyordu.
Hemen bitirdi ve ben tavanda en sevdiğim yere otururken o da geldi.
Masmavi olan gökyüzünü, dallarında küçük damlacıklar
parlayan, çıplak kestane ağacını, alçaktan uçan ve sanki
gümüştenmiş gibi görünen martıları ve diğer kuşları
seyrettik. Bütün bunlardan ikimiz de duygulanmış ve
etkilenmiştik, hiçbir şey konuşamayacak kadar. (...) Ama ben açık
olan pencereden de bakıyordum, Amsterdam'ın büyük bir bölümü
görünüyordu, çatıların üstünden, açık mavi olan, çok fazla
net görünmeyen ufka kadar.
“Bunlar
olduğu sürece” diye düşündüm. “Ve benim bunları yaşamama
izin veriliyorsa, bu güneşi, bu bulutsuz gökyüzünü o zaman
üzülmem için bir neden yok.” (23
Şubat 1944 - Anne Frank'ın Hatıra Defteri)
Anne,
bu satırları 2. Dünya Savaşı sırasında, arkamda gördüğünüz
evde yazdı. Orada saklanarak geçirdikleri 25 ayın sessiz
tanığıyım. Her şeyi gördüm. Dinledim. Rüzgâr çıksa da
başımı eğsem, kollarımı ona uzatsam, ellerini tutsam,
gözlerinden yuvarlanan yaşları silsem, avutsam isterdim. Yağmur
yağdığında sevinirdim. Yapraklarıma, dallarıma vuran su
damlaları ona neşe dolu ezgiler gibi gelirdi. Tüm gücümü
topladım o kış. Her tarafım çiçek dolmalıydı. Baharı, umudu,
savaştan sonra gelecek güzel günleri müjdeleyebilmeliydim arka
evin sakinlerine. Başarmış olmasam, Anne günlüğüne bu
satırları yazar mıydı?
“Kestane
ağacımız aşağıdan tepesine kadar çiçeklenmiş ve geçtiğimiz
yıldan çok daha güzel olmuş.” (13
Mayıs 1944 - Anne Frank'ın Hatıra Defteri)
Söyleyemezdim
dışarıda devam eden cadı avını, Hollanda yeşil polisinin hâlâ
Yahudi aradığını, bulduklarını önce Amsterdam'daki geçici
Yahudi kampı olan Waterbork'a sonra toplama kamplarına
götürdüklerini, oradan kalkan trenlerin “ölüm kamplarına”
gönderildiğini. Susmalıydım. Merdivenlerden biri çıkıyor. Anne
olmalı. Sizi duymasın. Korkabilir.
“İkimiz
birden sevinebiliriz göğe bakalım.”* Bak dallarıma, nasıl da
uzanıyor bulutlara. Güzel günler gelecek Anne. Göğe bakalım.
Kitabın yayınlanacak. 60 dile çevrilecek. Hollywood'a gideceksin.
Burada saklandığın, kendine yabancılaştığın halinle
değil, “her zaman görünmek istediğin halinle”. Göğe
bakalım. Hepimiz birden mutlu olabilirdik Anne. Bu mavi gökyüzü,
bulutlar, havada süzülen kuşların görüntüsü hepimize yeterdi.
Olmadı. Neden Anne? Neden dayanamadın? Kurtuluşa ne kalmıştı
şunun şurasında?
Dünyanın
dört bir tarafından insanlar, tavan arasından vaktiyle senin
baktığın yerden bana bakıyor Anne. Evin önü günün her saati
dolu. Kuyruk hiç eksilmiyor. Westerkerk'in çanları çalıyor.
Küçük bir de heykelin var sokakta.
Siz
sevgili Anne Frank Müzesi sakinleri, her ne yapıyorsanız bırakın
ve beni dinleyin. Son kez Anne Frank'ın hikâyesini anlatacağım
sizlere.
12
Haziran 1942, Anne 13 yaşında. 2 yıl sonra ilk kez doğum günü
kutlaması:
Bir gül
buketi, bir saksı bitkisi, iki tane şakayık, mavi bir bluz, kutu
oyunu, bir şişe üzüm suyu, yapboz, krem, iki kitaplık hediye
çeki, ev yapımı kurabiyeler, çilekli turta... Hayatın tadını
çıkar Anne, hâlâ vakit varken. Çember giderek daralıyor.
“Biz
pingpong oyuncuları yazın dondurma yemeyi çok severiz. Özellikle
oyundan sonra sıcak olduğu için kendimizi en yakındaki
dondurmacıda buluruz. Bunlar Yahudilerin gitmesine izin verilen Oase
veya Delphi.” (20 Haziran 1942 - Anne
Frank'ın Hatıra Defteri)
1933
Almanya'sında Yahudi olmak güvenli değildi. Frankfurt'tan
Amsterdam'a taşındıklarında derin bir nefes almışlar, tekrar
güvende hissetmişlerdi kendilerini.
Baba Otto
Frank, bir kez daha ailesini bu karanlıktan çıkarmak zorundaydı.
Elbiseler,
gıda maddeleri ve mobilyalar evden gizlice çıkarılıp Otto
Frank'ın ofisine götürülüyordu. İkinci katta gri boyalı
kapının arkası yeni evleri olacaktı. Kapının önüne onlar
saklanmadan önce dönen bir de dolap konmuştu. “Arka ev”
konuklarını bekliyordu.
9
Temmuz 1942 - 4 Ağustos 1944. “Arka ev” günleri...
Giriş
kapısının tam karşısındaki Hollanda işi “bacakkıran”
merdivenler onları dört küçük odacığa çıkardı. Frank ve Van
Daan ailesi orada saklanmaya başladı. 17 Kasım'da aralarına
katılan diş doktoru Alfred Dussel, arka evin sekizinci sakiniydi.
Gündüzleri
çok sessiz olmalıydılar. Bazen saatlerce hiç seslerini
çıkarmamaları, tuvalete dahi gitmemeleri gerekiyordu. Yatakların
altındaki kavanozlar çok acil durumlarda kullanılıyordu.
Gündüzleri çocuklar ders çalışıyor, kadınlar yemek
pişiriyordu. Bütün çöpler sobada yakılıyordu.
Saklandıklarından haberi olan beş kişi hariç hiç kimse durumdan
şüphelenmemeliydi. Akşamları spor yapıyorlardı. Hayatı
olabildiğince normal sürdürmeye çalışıyorlardı. Ancak gelen
haberler hiç de iyi değildi. Herkes bilir ki güven duygusu
olmayınca hiçbir yer yuva olamıyordu.
Saklanmak
zorunda kalan Anne, sadece yazarken rahatlıyordu. Kitty, 13. yaş
gününün en kıymetli hediyesi, sırdaşı, en sevgili kız
arkadaşı olmuştu. Derste gevezelik ettiği için Bay Keesing'in
verdiği ceza ödevini hatırladı. “Vak vak dedi bayan gaga” ile
ilgili yazdığı şiiri. Tekrar okula gidebilecek miydi? Ne zaman?
Sorular, sorunlar, yakalanma korkusuyla kıpırdamadan geçirilen
uzun saatler, ev halkının sert eleştirileri, annesinin onu
anlamaması... Geceleri yattığında hep ağlıyordu Anne. Kitty de
olmasa çıldırabilirdi. Durmadan, hiç durmadan yazıyordu.
Yazdıklarıyla ne yapacağını bilmeden biriktiriyordu. Günün
birinde amacını buldu.
Londra
radyosundan sürgündeki eski Hollanda bakanı konuşuyordu:
“Hollanda
halkı Alman işgali sırasında çektikleri acıları kaydedip
biriktirip bunları savaştan sonra yayınlamalıdır.” Kâğıt
sabırlıydı. Anne yazdı. Üç defter, üç yüz sayfa dolusu
yazdı. Arka evde yazdıklarıyla öldükten sonra da yaşadı.
Fırtınanın
şiddeti arttı. Üşüyorum. Beni ayakta tutan köklerim çoktan
kurudu. Yalnızca üç kök bu ağır bedeni taşıyor. Çıtırtı
sesleri... Kurumuş gövdem devriliyor. Birazdan çıkacak gürültüye
hepiniz koşacaksınız. Kameralarınızı, cep telefonlarınızı
çıkarıp Anne Frank'ın Kestane Ağacı'nın ölümünü
kaydedeceksiniz. Hikâyem böyle bitmesin.
Benden
kâğıt yapın, anı defterleri... Yüzlerce çocuğa dağıtın.
Üzüntülerini, sevinçlerini, hayallerini yazsınlar üzerime.
Onların en yakın sırdaşı olayım. Sayfalarıma
hikâyelerini yazsınlar.
Tohumlarımı
saklayın. Anne'in her yaşı için, farklı yerlere birer filiz
gönderin. Hoşgörü için, adalet için yeniden kök salayım.**
* Turgut
Uyar'ın Göğe Bakma Durağı adlı şiirinden alınmıştır.
**Anne
Frank'ın güncesinde sık sık bahsettiği kestane ağacı 23
Ağustos 2010'da şiddetli rüzgâr nedeniyle yıkıldı. 150-170
yaşında olduğu sanılan 27 tonluk devasa ağaçtan alınan
tohumlar, hoşgörünün tüm dünyada kök salması amacıyla
çeşitli ülkelere gönderildi. A.B.D.'ye gönderilen 11 filizden
ilki, geçtiğimiz nisan ayında İndianapolis'teki Çocuk Müzesi'nin
bahçesine ekildi.
(*)Bu yazı 1 Ocak 2014 tarihinde altzine'de yayımlanmıştır.
http://altzine.net/index.php/altyorum/602-anne-frank-la-goege-bakmak
(*)Bu yazı 1 Ocak 2014 tarihinde altzine'de yayımlanmıştır.
http://altzine.net/index.php/altyorum/602-anne-frank-la-goege-bakmak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder