11 Temmuz 2019 Perşembe

M Sait Taşkıran ile söyleşi*


“Yaşamın hızlı biçimde dönüşerek devam etmesi, kesitlerin, çatlakların her yeri sarmış olması ve hemen her gün bu çoğulcu duruma tanık olmak beni, birbirleriyle ilişkili olay ve durumları öykülemeye itiyor”
Söyleşi: Tuğba Gürbüz



Fotoğraf: İlker Gürer

M. Sait Taşkıran, bir modern zaman seyyahı. Yollardan, tanıklıklardan, gözlemlerden, deneyimlerden el alan öyküleri yoğun anlarla, ayrıntılarla dopdolu. 
M. Sait Taşkıran bir olayı, durumu ya da kahramanı uzun uzun anlatmıyor. Daha ziyade bir âna odaklanıyor. Savaşları, yıkımları, kıyımları, kentsel dönüşümü ve bunların bireye yansımasını bir ânın ve mekânın içinden duyuran öykülere imza atıyor. Taşkıran ile NotaBene Yayınları'ndan çıkan ikinci öykü kitabı "Büyük Umutlar Müzikholü" ve yazın anlayışı  hakkında konuştuk.






Büyük Umutlar Müzikholü, Alberto Manguel’in “Kelimeler Şehri” kitabından bir epigrafla açılıyor: “Kelimeler bize gerçekliği bağışlamakla kalmaz, bizim için gerçekliği savunabilirler de.”
Bu epigraftan yola çıkarak hayatı anlama, anlamlandırma çabası içinde hikâyelerin ve kelimelerin sizdeki yerini öğrenebilir miyim?

Birkaç kez severek okuduğum, kimi zaman referans olarak kullandığım kitaplardan biridir “Kelimeler Şehri”. Aynı kitapta A. Manguel, dilin gerçekliği var ettiğinden, ortak paydamız olduğundan söz eder ve canlandırma edimi olarak dil ile kurulan, anlatılagelen hikâyelerin de iyileştirici, aydınlatıcı ve yol gösterici yönüne değinir. Benim için de kelimeler, hikâyeler, dilin kendisi, durağan olmayan canlı edimlere, aktarım özelliklerine sahip. Geçmişin, şimdinin en büyük tanığı olarak kelimeler hem gerçekliği var eden hem de gerçek olarak bilineni değilleyen, yineleyen çoğunlukla yenileyen organik bir yapıda. Bu anlamda hem sözlü hem de yazılı edebiyatın anlatıları A. Manguel’in de dediği gibi geçmişi, bir dönemi, şimdiyi yansıtan, taşıyan/aktaran, kelimelerden oluşuyor. Bir yerde akış-oluş halindeki yaşamın hem kendisi hem de tanımlayanı, savunanı, yargılayanı. Genelde “Okur-Yazar” ikilisi ile anlaşılmaya çalışılan metinlerin eksik ele alındığını düşünüyorum; çözümlemeyi genişletmek için daha kapsayıcı, nüfuz edici olması açısından “dil” bu ikiliye eklenmeli. Felsefi bir bakışa ihtiyaç var. Öykü de bana göre dil ile birlikte gerçekliği bağışlayan, gerçekliği savunan, temellendiren bazen de onu çürüten, temelsiz kılan bir yapıda olmalı.        
Atlas, Magma gibi çeşitli dergiler için kent, kültür, doğa içerikli yazılar hazırlıyor, dijital belgesel dergisi Postseyyah’ta editörlük yapıyor, mitoloji, edebiyat, mekân, kent içerikli atölyeler düzenliyorsunuz. Tüm bunların yazın hayatınıza katkısını nasıl değerlendirirsiniz?

Kent, kültür, doğa, mekân içerikli çalışmalar için yurtdışında ve özellikle yurtiçinde çok sayıda yolculuklarda bulundum. Hem konuya hâkim olabilmek için yaptığım okumalar hem de sahadaki tanıklıklarım, röportajlarım, gözlemlerim, edebiyata olan ilgim söz konusu olunca, bana tarifsiz olanaklar sağladı ve sağlamaya devam ediyor. Mekânın kendi bilgisine, sosyokültürel ilişki biçimlerine birebir tanık oluyorsunuz. Tanıklık, yaşanmışlık olmayınca, günümüzün metropol yaklaşımları ile bakmaya çalışırsanız çoğunlukla yanılırsınız. Dergilerde yayınlanan sosyokültürel çalışmalarım, yolculuklardan edindiğim bilgiler ve okumalarım bir süre sonra da pratik bir aktarım olarak atölye çalışmalarına dönüştü. Belgesel içerikli editöryel çalışmalar da benzer içeriklere sahip başka konular hakkında bilgi edinmemi sağladı. Tüm bunlar yazınsal üretim söz konusu olduğunda insanın, doğanın, mekân-insan ilişkilerinin dönüşümleri hakkında güncel olanı takip etme olanağına dönüşüyor.       

Öykülerde mekânı ve kahramanı öne çıkaran zengin görsel anlatım dikkat çekiyor. Bu anlatım tarzının bende uyandırdığı his şu oldu; sanki karşımızda bir fotoğraf var ve yazar bu fotoğraftaki kesiti alarak genişletiyor, bir sahne kuruyor, öykü kahramanlarını yaratıyor ve içinden olayın eksik bırakılmadığı hikâyeler anlatıyor. İşin aslı nedir? Yazım sürecini ve yazı masasına çağıran tetikleyicileri sizden dinleyebilir miyiz?

Anlatının mekânla ilişkisi kurgusallığa ve tanıklığa göre değişir, ayrıca ikisi aynı öyküde de yer alabilir. Yazarın yaklaşımı ve duruşu ile ilgili. Benim için mekân, mekânda yer alan bütün detaylar anlatıda ayrı birer karakter. Örneğin bir çayhanenin ortasında yanan soba, duvarda asılı çerçevesiz posterler, buğulanmış camlar, çatlak duvarlar… Bunların her biri benim için öykünün birer karakteri olmasının yanında yaşamın yalın imgeleri aynı zamanda. İçinde kendi anlamını, derinliğini yaşanmışlıkla barındıran imgeler, diyebilirim. Mekânın kendisi böylelikle anlatının hem var oluşsal yapısını hem de atmosferini belirler. Hatta insan ilişkilerini, karakterlerin kişilik yapısını bile etkilediğini söyleyebilirim. Bütün bunlar ben yazarken, çalışmakta olduğum öykünün önemli birer dinamikleri olarak yer alıyor masamda. Bu kimi zaman böyle olsun diye değil kendiliğinden ortaya çıkıyor. Yaşamın kendisi de öyle değil mi? Düşünmelerimiz, kararlarımız, geçmişte, şimdide yaşadıklarımız, tanıklıklarımız biz farkında olmasak bile sayısız iz bırakır benliğimizde. Ben de yazarken çoğunlukla bu kendiliğinden ortaya çıkan refleksiyon halinden etkileniyorum; bu izler bir araya gelince de her biri bilinçli düşünülmüş detaylardan oluşan bir fotoğraf çıkıyor ortaya. Aslında bu üslubu, biçemi, yönelimi fotoğraftan ziyade fenomenolojik bir etkinlik olarak epokhe(paranteze alma), sürmekte olan yaşamın bir kesitine-öncesini ve sonrasını gözeterek, varoluşsal olanı dışlamadan- nüfuz etmek ve parantezi açmak olarak değerlendiriyorum.       

Sizi etkileyen, yazın anlayışınıza yön veren yazarlar kimlerdir?

Edebiyatı ve felsefeyi eş güdümlü, ilişkili düşündüğümden bu liste uzayabilir, bu nedenle ilk aklıma gelenleri paylaşıyorum. Yabancı yazarlardan başlarsam; E. A. Poe, Borges, Rilke, Nietzsche(ki bir yerde felsefesi edebi niteliktedir), Unamuno, W. Benjamin, L. Aragon, A. Platonov, S. Beckett, A. Camus, Çehov, Kafka, S. Zweig, Perec, K. Vonnegut, Deleuze, Derrida, G. Bachelard, R. Barthes, I. Calvino, E. Galeono (ki tarih anlatıları edebi bir eser niteliği taşır). Türkçe edebiyat için de Sait Faik, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Ferit Edgü, Bilge Karasu, Yaşar Kemal, Onat Kutlar, Tezer Özlü, Sevgi Soysal, Oğuz Atay, Murathan Mungan…     

Doğu ile batı arasında bir köprü gibi uzanan, savaşlar, yıkımlar nedeniyle doğudan batıya akan bir insan göçünün yüzlerce yıldır devam ettiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Sizin de yaşanan bu zorunlu göçlere kayıtsız kalmadığınız görünüyor. Giritli mübadiller, Şengal’den kaçan Ezîdiler, Sur’da yaşanan kıyımlar, kentsel dönüşüm nedeniyle dağılan aileler, yıkılan yuvalar öykülerinize konu oluyor. Kısa öykü doğası gereği politiktir görüşüne katılıyor musunuz?
Yazma arzusunun, anlatı oluşturma çabasının toplumsal olaylardan, bu toplumsal olayların insan yaşamına yansımalarından bağımsız gerçekleşebileceğini düşünmüyorum. Bir yazar tanık olduğu toplumsal olaylara, toplumsal dönüşümlere kayıtsız kalamaz, anlatıları kişisel varoluş dünyasıyla sınırlı görünse de inanın o varoluşta yaşamın devinim hali, oluşun biçimi yer alacaktır. Hangi döneme bakarsanız bakın o dönemin edebi eserlerinde dönemin tanıklıkları, ahlaki ilişkileri, kişisel çatışmaları, iktidar-birey ilişkileri ele alınır. Örneğin Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” kitabında koca bir yüzyıla tanık olursunuz, Orhan Pamuk’un İstanbul temalı kitaplarında İstanbul’un kent olarak yaşadığı dönüşümleri görürsünüz(bu anlamda eserleri kent sosyolojisi özelliği taşır), Dostoyevski aynı zamanda Çarlık Rusya’yı anlatır size, Kafka yalnızca bireyin iç dünyasını anlatmaz, o dönemin Doğu Avrupa atmosferini, insan ilişkilerini, değerlerini ve bu ilişki ağı içinde bireyin varoluş dünyasını irdeler. Son dönemlerde yaşadığımız coğrafyada çok sayıda trajik olaya tanık olduk ve olmaya devam ediyoruz. Teknoloji ve gelişmiş iletişim aygıtları sayesinde bu trajedileri hepimiz gördük. Her şey gözlerimizin önünde oldu ve sıradanlaştı. Hiper gerçeklik dünyasının belki de en acımasız hali bu. Ben de “Büyük Umutlar Müzikholü” kitabımdan örnek verdiğiniz öykülerde gidip birebir gördüğüm, tanık olduğum insanların yaşadıklarını ve yaşanan trajedilerin onların bireysel dünyalarına yansımalarını-edebiyatın dil yaratma olanağını, özgünlüğünü gözeterek- anlatmaya çalıştım. Bu örneklerin bağlamından ayrı olarak yazmak benim için bir eylem aynı zamanda. Öykünün doğası gereği politik oluşu fikri daha uzun/derin bir tartışma bence. Fakat anlatının kendi derdi, anlatıya kaynaklık eden durumlar ve yazarın bu bağlamda tanıklığı, okurda bıraktığı etki, anlatıyı pekâlâ-politika disiplininden apayrı biçimde, tavır olarak- politik kılar, diye düşünüyorum.       

Kitapta bir hikâye toplayıcısı olarak yazarın metne dâhil olduğu Duyum Eşiği, Uğursuz Zaman gibi öyküler de yer alıyor. Uğursuz Zaman adlı öyküde “Peki, anlat ama hiç olmazsa iz bırakma, tamam mı?” diyen Veli’yi ve “İçimde tutamam, saklayamam” diyerek öfkelenen anlatıcıyı görüyoruz. Yazım sürecinde M. Sait Taşkıran nerede duruyor, kendisini bu iki kahramandan hangisine daha yakın hissediyor?
Bahsettiğiniz öykülerde anlatıcının ana karakter olması, diğer karakterlerle ters düşen diyaloglar içinde oluşu yazarın apaçık biçimde metne dâhil olduğu izlenimi veriyor. Aslında yazar, kurgusu, anlatı dili farklı olsa da yazdığı her metne dâhildir. Sizin de dikkatinizi çektiği gibi bu iki öyküde anlatıcının öyküdeki duruşu, tavrı daha başka bir biçimde görülüyor. Ben buna anlatıcının kendisiyle, karakterlerle, öyküde anlatılan/irdelenen olay-durum karşısında bir “hesaplaşma” hali diyebilirim. Kitabın son öyküsü olan Duyum Eşiği’nde ana karakterin, içinde yaşadığı büyük kentin kaosuna kapılmış insanlara, sosyal çatışmalara tanık olup gördüklerini, zaman ve mekânın belirsizliğinde, düş ve gerçeklik halinin değişkenliği içinde sorgulayışı anlatılıyor. Hesaplaşma fakat aynı zamanda anlamsızlığı gördüğü anda kendi dünyasına kaçma, sığınma hali anlatılıyor. Uğursuz Zaman öyküsünde ise gördüklerini, dinlediklerini bir başkasına anlatmamasını salık veren Çaycı Veli karakterine karşı anlatıcının tavrı öne çıkıyor. Sus pus olmuş bireylerden oluşan bir toplumun yaşananları görmezden gelmesi, yabancı olsa dahi bir başkasını da sessiz kalmaya zorlaması durumu irdeleniyor. Serimlediğim bağlamların, iki farklı kahramanın da dışında yazım sürecinde kendimi daha çok kahramanların tedirginliklerine, endişelerine, kişisel çıkmazlarına, varoluşsal sancılarına yakın hissediyorum.  
Öyküler bittikten sonra “Epilog” ile son kez okurun karşına çıkıyor, bir sonu değil ama öykülerin aktığı istikameti gösteriyorsunuz. Epilog fikri nasıl gelişti? Bu bölümle neyi amaçladınız?
J. Conrad, yaşamın epizotlardan oluştuğunu söyler bir yerde. Birbirinden ayrı görünse de ilişkili, birleştirici birer epizot. Hem ilk öykü kitabım “Yıldızlı Gece”deki hem de ikinci kitabım “Büyük Umutlar Müzikholü”ndeki öykülere baktığınızda öykülerin başlangıcı ve sonu olmayan yapıda olduklarını görürsünüz. Öyküler genelde olayın, durumun içinde bir yerde başlar, kategorik metotların dışında(yaşamın kesitleri anlamında, epizotlar gibi) kendi akışıyla devam eder. Öyküyü de kapsayan anlamıyla R. Barthes’in “yazı-metin bir çatlaktır, bir tmesis’tir, bir yarılmadır” sözünü çok severim. İkinci kitabımda yer alan öyküleri bitirdiğimde yine bütünlüğü ve sürekliliği-sürükleyiciliği anlamında kitapta yer alan öyküleri hem anlam hem de varoluş ilişkisi bağlamında birleştirmek, ortaya çıkan çatlağı, yarılmayı daha da derinleştirmek istedim. Aynı zamanda öykü karakterlerinin, öykülerde anlatılan olayların-durumların(öykü bitmiş gibi görünse de) yaşamın içinde varlığını sürdürmekte olduğuna işaret etmek istedim. Kitabın sonuna da öykü karakterlerinin yaşamlarının sonradan nasıl devam ettiğini, olayların, durumların neye dönüştüğünü fısıldayan -son vermenin, sona ermenin dışında- bir sondeyiş yani “Epilog” bölümü ekledim.  
Bundan sonra neler yazacağınızı merak ediyorum. Üzerinde çalıştığınız bir dosya var mı? Teşekkürler.
Çalışmakta olduğum iki ayrı roman dosyası var. Daha uzun soluklu çalışmamı gerektiren bu dosyalara mesai ayırırken yazma eylemim kendiliğinden öyküye kayıyor.  Bu ifadeden öykünün daha kısa sürede yazılabileceği anlamı çıkmasını istemem tabi. Yaşamın hızlı biçimde dönüşerek devam etmesi, kesitlerin, çatlakların her yeri sarmış olması ve hemen her gün bu çoğulcu duruma tanık olmak beni, birbirleriyle ilişkili olay ve durumları öykülemeye itiyor, diyebilirim. Sanırım romandan önce yine öykü kitabı ortaya çıkacak.

* Bu söyleşi 4 Temmuz 2019 tarihinde Edebiyathaber'de yayımlanmıştır. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder