Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine, bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak istediğimi fark ettim.
Öykücülere Sordum Ayşegül Kocabıçak ile devam ediyor.
Öykü ne değildir?
Öykü kısalığıyla değerlendirilerek hafife alınacak bir tür değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Ahmet Telli üniversite yıllarımda Barış Acar sayesinde tanıdığım bir şairdir ve bu dizelerini kendimle çok bağdaştırırım, ne zaman içinden çıkamadığım bir durum olsa dua gibi aklıma düşer.
Ayağı kayan bir çocuk
Kadar şaşkınım, bilemedim
Düz yolda yürümenin imlâsını
Kanayan dizlerime bakıp da
Ağlamayı öğrenemediğim gibi
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Atmosfer okuru öyküye çeken büyülü alandır. Sağlam bir atmosfer üzerine kurgulanmamış öykü sığdır, sıradandır. Atmosferi güçlendirmek için uzun betimlemeler yerine karşılıklı diyaloglar, kısa cümleler, ân’ı gösteren minik işaretler de pek âlâ yeterli olabilir.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Mutlaka! Sanatın ve edebiyatın bir görevi de bu değil midir? Çağına yabancı-yalancı yazar okura yazmak yerine kendine günlük tutmalıdır. Elbette ki göze sokan sloganlı bir dille değil ama çağına yabancılaşmadan ve objektif olarak, olması gerektiği kadar.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Geçtiğimiz kış altı ay boyunca eşim yurtdışındaydı ve ben tek kelime yazamadım. İçimden gelmedi. Bunu tıkanma olarak değerlendiremeyiz belki de ama yazamadığımı hatırladığım tek dönem buydu. Yazmak istersem metin kafamda tamam olduğunda oturur yazarım, değilse hiç zorlamam, beklerim. Vakti geldiğinde o kendini yazdırır, doğrusu da bu benim için. Öykü kafamda oluşmuşsa tıkanmıyorum sanırım(henüz :) )
Dil amaç mıdır, araç mı?
En güzeli, en içime sineni yazabilmek için kuralları çok iyi bilinerek kullanılması gereken bir araçtır. Dilbilimci olsaydım amaç olurdu : )
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Evet. İlk kitabımda Kara Kedi öyküsündeki oğlu Pozantı cezaevinde cinsel istismara uğrayan anne aylarca başımdan gitmedi. Başka öyküler yazarken bile onun çaresizliği, mecburi görmemezliği kalemimim ucuna geldi gitti, geldi gitti.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Anlamı aşmak ve disiplinler zincirini kırmak sanatın her dalı için sanatçının cesaretle denemesi gereken, eseri ve sahibini özgürleştirip, diğerlerine benzemekten alıkoyan bir yol. Resimde Salvador Dali mesela, şiirde Küçük İskender geldi aklıma ve edebiyatta Leyla Erbil, alt metinleri, karakterleri ve noktalama işaretleriyle, Latife Tekin ise yarattığı benzersiz atmosferle bu konuda ilk aklıma gelen yazarlar.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Neresinde olmayı dilerse orasındadır. İsterse ben anlatıcı olur kendi üstüne bir öykü kurar, isterse hiç bilmediği kişilerle tanımadığı diyarlara uçar, isterse bir hayvan ya da bir eşya olur. Öykünün atmosferini bozmadan, buradayım diye bağırmadan dilediğince gezinmekte serbesttir.
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Bu olay bende hiç bitmez. Her okuduğumda gözümü kulağımı tırmalayan noktalar yakaladığım için metin yayımlandıktan sonra okumaya korkarım. “yine bir şey göreceğim ve tüm mutluluğum sönecek!” diye ve dayanamayıp okuduğumda da söner nitekim maalesef!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder