Hani olur ya, bir şeyi yapmak istersiniz, ama bir türlü başlayamazsınız.
Bilirsiniz, bir başlasanız akacaktır da başlayamazsınız. Araya hep bir şeyler
girer. Ertelersiniz, korktuğunuz için, arkadaşınızla buluşmak, gezmek, film
izlemek için...
Zaman su gibi akıp geçer başlamadan!
Bu konuyu en basit haliyle anlatan çok sevdiğim Silvana Tavano’nun bir
çocuk kitabı var, “Nasıl Başlar?” diye. Hep derim, çocuk kitaplarından
öğrenecek çok şeyimiz var:
“Karmaşık görünen pek çok şeyin basit bir başlangıcı vardır her zaman:
Resim yavaş yavaş, önce bir çizgiyle başlayıp çıkar ortaya.
Senfoni, ilk nota yazıldıktan sonra; her buluş, bir hayalden sonra...
Senfoni, ilk nota yazıldıktan sonra; her buluş, bir hayalden sonra...
Neyse ki pek çok şey, sadece bir arzuyla başlar:
Bir sır, hiçbir şey anlatmamayı seçtiğimizde başlar...
Bir dostluksa, her şeyi anlatmak istediğimizde.
Her şeyin bir sonu olduğunu anlamanın tek yolu vardır: BAŞLAMAK”
İnsan bir şeyi seviyorsa aslında başlama sorunu olmayacağına inanırım.
Seyahat etmeyi seven birinin biletini satın alması zor olmasa gerek, ya da
yemek yemeği seven birinin yemeği hazırlaması, matematiği seven birinin
sayılarla oynaması...
Keşke dünyada herkes sevdiği işi yapsa.
Gördüklerimi, duyduklarımı, düşündüklerimi, yaşadıklarımı, hayal gücümü,
çocukluğumu yazmaya başladım. ‘Rengarenk Tavşanlar İstiyorum’ kitabım gittiğim
bir okulda bir kız çocuğu ile sohbetim sonucunda ortaya çıktı. ‘Hayalperest
Çocuk’ okul hayatında sıkışmış çocukların, doğayı özleyenlerin ve biraz da oğlumun
öyküsü oldu.
Aslında herkes bir yazar, okuryazar. Herkesin hayatı, yaşadıkları bir
öykü, bir kitap. Yazar ile yazar olmayanlar arasındaki en belirgin fark yazarların
hayattan aldıklarını bir düzen ve estetik içinde kağıda dökebilme yeteneğidir,
diye düşünüyorum.
Evimizin iki odası vardı. Salonda, büfenin en alt rafında annem ile
babamın kitapları uğrak yerlerimden biriydi. Orada çocuk kitabı yoktu, ama yine
de büyükler için yazılmış kitapların beni çok oyaladığını hatırlarım. Evimizdeki
bu küçücük kitaplığın kitap sevgimin oluşmasına katkı sağladığını düşünüyorum. Kitapları
anlamazdım, ama bakardım; sayfalarını çevirir, yırtar, karalardım. O kitaplardan
bir tanesi - Balzac’ın Eugenie Grande’ın - bugüne kadar geldi.
Diğerlerine ne oldu bilmiyorum. O kadar çok taşındık ki, her taşınmada
bir şeyler yitirdiğimiz gibi kitaplarımızı, fotoğraflarımızı da yitirdik. Ama
hafızamdan hiç silinmeyen Erdal Öz’ün “Gülünün Solduğu Akşam,” Atatürk’ün anıları
ile ilgili bir kitap, Uğur Mumcu ve Aziz Nesin’in kitapları ve bordo kapaklı,
şişman bir Hayat Ansiklopedimiz vardı.
Sonraki yıllarda kendi kitaplığım oluşmaya başladı. Birinci sınıfta
öğretmenim Günel Kaya’nın hediye ettiği Ayşegül kitabı, ilk kitabım oldu. Hayran
hayran bakardım Ayşegül’e. Benden farklıydı, güzeldi, becerikliydi,
yetenekliydi... 2011’de Yapı Kredi Yayınları Ayşegül serisini tekrar bastığında
heyecanla okuyup, çocukluğuma döndüm. Sonra bu kadar kusursuz bir karakter olan
Ayşegül’ün gelişimimde nasıl bir etkisi olduğunu düşündüm. Belki de hata yapmaktan
ve geri çevrilmekten korkmamda Ayşegül’ün parmağı vardır, kim bilir! Ayşegül’e
inat hatalar yapan karakterleri seviyorum.
Can Yayınları’nın çocuk kitapları serisi bana alındığından galiba
ilkokul üçüncü sınıftaydım.
Altı adet kırmızı karton kutunun içinde otuz kitaplık bir seçki. Nasıl mutlu
olmuştum, nasıl da heyecanlanmıştım... Her gün farklı birini okur, birinden
diğerine geçer dururdum. Kitaplarımı oraya koyar, buraya koyar, yere göğe
sığdıramazdım. Palavracı Baron, Beyaz Yele, Küçük Hafiyeler, Uçan Sınıf’ın,
İlyada, Alçacıktan Kar Yağar... Yıllar sonra Erich Kästner’in “Kendi
çocukluğunuzu asla unutmayın!” sözünün doğruluğunu anlayacak, Beyaz Yele
kitabındaki “patron” gibi insanları görüp, tanıyacaktım.
Dördüncü ve beşinci sınıftayken gazeteci olmak istediğimi hatırlıyorum.
O zamanlar ve hala da en rahatsız olduğum ve bir türlü kabullenemediğim şey
doğaya zarar verilmesi, çevrenin kirletilmesi, yerlere çöp atılması, boş
alanların hemen çöplüğe çevrilmesiydi. Arnavutköy’de otururduk. Bir gün evden
okula giderken sevdiğim bir sokağın üstündeki binanın yarı bodrum katındaki
dairenin çöplüğe çevrildiğini, gelen geçenin umursamadan oraya çöp attığını
fark ettim. Bu durum beni çok rahatsız etmiş, bununla ilgili bir haber yapmaya,
insanlara bunun yanlış olduğunu anlatmaya karar vermiştim. Ne yapabilirim diye
düşünmeye başladım. Sonra aklıma gazete çıkarma fikri geldi. Evet, bir gazete
çıkarabilirdim! Fotoğraf çektim, bastırdım ve bu yaşanan tatsız durumla ilgili
haber yazısı yazdım, hepsini A4 kağıda güzelce yerleştirdim, süsledim. Aslında
bu gazete değil, poster olmuştu, ama kime ne! Ben ilk gazetemi çıkarmıştım.
Gerisi gelmedi tabii, ama yine de, bu süreç, bir şey üretmiş olmak, bir soruna
dikkat çekmek çok hoşuma gitmişti. Bu çalışma o güne kadar yaptığım onca sayfa
ödeve bedeldi. Şimdilerde oğlumun okulundaki ödevler hep bu tür çalışmalar
içeriyor. Hayat ile bağlantılı, araştıran, sorgulayan, bir şeyler üretmeye
yönelik çalışmalar... Ne mutlu onlara!
Bizim evde kitap deyince akan sular dururdu. Hiçbir şey alınmasa kitap
alınırdı. Ama gerçek okuma sevgim sekizinci sınıfta ortaokul öğretmenim
sayesinde oluştu diyebilirim. Kitap sevgisinin doğuştan değil, okuyarak
kazanıldığına inanan Türkçe öğretmenimiz Kemal Aloğlu o sene boyunca bize
birbirinden güzel kitaplar okutmuştu...
Ne öncesinde, ne de sonrasında Kemal hocanın yaptığını başka bir öğretmen yaptı.
O yıl harfi harfine, kelimesi kelimesine Ernest Hemingway’in Silahlara
Veda’sını, Orhan Kemal’in Murtaza’sını, Richard Bach’ın Martı’sını, Yaşar
Kemal’in Yılanı Öldürseler’i, Jose Mauro De Vasconcelos’un Şeker Portakal’ını, Montaigne’in
Denemeleri’ni okuduk. Okumaya alışkın olmayan öğrenciler için sıkıcı ve
zorlayıcı başlayan sene giderek eğlenceli bir hal almıştı. Okudukça okuyasımız
gelmiş, her birimiz birer kitap oburu olmuştuk. Bir başlayınca, hele bir de
sürükleyiciyse kitap, hemen bitiverdiğini görmüş, yeni okuyacağımız kitap için
heveslenmiştik. Kalın kitaplardan korkmaz olmuştuk. Hiç unutamam o yılı.
Sonrasında çantamdan ve hayatımdan kitap eksik olmadı. En olmadık
yerlerde ve zamanlarda kitabıma dalıp gittim. Ama ne yazık ki lise yıllarımda
okumak bir hayli zorlaşmıştı. Okul, ödevler, sınavlar, testler, antrenmanlar dört
bir taraftan bastırıyordu. Okumaya zaman mı vardı? Varsa yoksa ders! Buna
rağmen aralarda boşluk bulduğumda okurken, “Kitap okuyacağına dersine çalış!” diye
uyarılırdım. İrkilirdim o anlarda. Zaman zaman usulca kitabı kapatıp ders
çalışır, bazen de aldırış etmezdim.
Amerika’ya lise üçte gitmemin tek sevindiğim yanı üniversite sınavına
hazırlanmayıp çokça kitap okumuş olmamdı. Harika, değil mi? Okula gidiyor, ödevlerimi
yapıyor, okul takımında oynuyor olmama rağmen bu ülkede okumaya ve yazmaya
zaman vardı. Evimizin karşısındaki Plumb Memorial Kütüphanesinde kitap kokulu huzurlu
günler geçirdim. Ülke, arkadaş özlemimi azıcık da olsa kitaplar sayesinde giderdim.
Bu arada sürekli yazıyor, okuyor, günlük tutuyor, arkadaşlarımla
mektuplaşıyordum. Kim bilir kaç ayakkabı kutusunu dolduracak mektuplar yazdım,
okudum.
Amerika’da, Türkiye’nin aksine, okuyan bir toplum, okuma kültürünü oluşturmak
isteyen bir sistem var. İnsanlar toplu taşımada, kafelerde, parklarda kitap okuyor.
Onlar nasıl okuyor da biz okumuyoruz? Cevabı zor değil. Öğretmenler, “Ne olursa
olsun, okuyun. Önemli olan okumak,” diyorlar ve onlar da okuyor. Yazılı
ödevlerde konuyu öğrenci seçiyor ki, istekle, hevesle konuyu okusun,
araştırsın, yazsın diye. Ayrıca, her okulun, her semtin kütüphanesi var.
Kütüphaneden otuz beş adet kitap ödünç alabiliyorsun, üç hafta içinde kitapları
bitiremediysen iki hafta daha uzatabiliyorsun. Eğer istediğin kitap ellerinde
yoksa başka kütüphaneden getirtebiliyorlar. Eşekli Kütüphaneci olarak bilinen
Mustafa Güzelgöz, 1960’larda otuz altı köye kütüphanecilik hizmeti götürmüş. Kadınlar
gelsin diye kitaplığa dikiş makinesi, beşik, halı tezgahı, radyo yerleştirmiş. Hayatını
halka okuma yazma öğretmek ve kitapları sevdirmek için çalışmış bu kişi,
toplumun en küçük yerleşiminden büyük yerleşimine kadar her yerde kitaplık
olmalı demiş. Ne var ki dediğini biz değil, Amerika’lılar yapmış! Belki de
Amerika’da çok daha fazla kitap okunmasının bir nedeni de budur.
Bu yaz, tam on dokuz yıl aradan sonra oturduğumuz evimizi, lisemi,
kütüphanemi ziyaret ettim. Türkiye’de alıştığımızın aksine kütüphanenin yerine
lüks site yapılmamış, evimizin yeri AVM olmamıştı. Evim, okulum, kütüphanem
yerli yerinde duruyordu.
Kütüphanenin resimleri –
dışarıdan ve içeriden
Uzun yıllar en büyük zevkim biyografi kitaplarını okumak oldu. Üniversitede
okurken iki yıl Barnes & Noble kitapçısında çalıştım. Hepimiz bir bölümden
sorumluyduk. Ben işletme okuyorum diye bana “Business” bölümünü vermişlerdi, halbuki
biyografi bölümünde gözüm vardı. O bölümde ne isimler, ne hayatlar saklıydı... Barnes&Noble’da
ve genel olarak Amerika’daki diğer tüm kitapçılarda, kütüphanelerde biyografi
denilince bu konuya ayrılmış devasa bir bölüm karşınıza çıkar. Her alanda fark
yaratmış, başarıya ulaşmış, isim yapmış kişilerin biyografi kitaplarını bulmak
mümkün. Onların hayat hikayelerini okumanın beni olumlu yönde etkilediğini, değiştirdiğini,
şekillendirdiğini düşünüyorum. Okurken sanki onları yanı başımda, bana
hikayesini fısıldar gibi hissediyor, deneyimlerinden öğreniyorum. Ghandi,
Mandela, Nazım Hikmet, Martin Luther King, Goethe, Montaigne, Abraham Lincoln,
Mina Urgan, Jella Lepman, Türkan Saylan, Eleanor Roosevelt, Marie Curie, Belkıs
Vassaf, Anne Frank, Erasmus, Mother Teresa’nın hayat hikayesini okuyup insan
nasıl etkilenmesin?
Ne yazık ki, Türkiye’ye döndüğümden beri eskisi kadar biyografi kitabı
okuyamıyorum. Biraz Türkiye’deki biyografi kitaplarının noksanlığından, biraz
da kalbimi çocuk kitaplarına kaptırmış olmamdan... Çocukluğumda yeterince okuyamamış
olmamın acısını çıkarıyorum. Okurken, yazarken, çocuklarla birlikteyken nefes
alıyor, yenileniyor, gülümsüyor, çocukluğuma dönüyor, en yaratıcı halimi
keşfediyorum. Çocukları güldürdüğüm, eğlendirdiğim, heyecanlandırdığım,
düşündürdüğüm, hayal dünyalarını azıcık da olsa genişlettiğim, hayal
kurmalarına yardımcı olduğum için ve özellikle tüm bunları çocuklara kitap okuyarak
gerçekleştirebildiğim için mutlu oluyorum. Çocukların okumayı sevmesi ve dünyanın
daha güzel bir yer olması için çabalıyor, çalışıyor, umut ediyorum.
Yaptığımız işi seviyorsak ya da bir şeyi yapmayı arzuluyorsak eğer,
Başlarız hemen.
Zaman kaybetmeden, araya hiçbir şey girmeden...
İşte o zaman,
Yaşar Kemal’in “binbir çiçekli bahçesi” zenginleşir, canlanır, güçlenir,
özgürleşir...
İşte
o zaman dünya güzelleşir!
Sevgili gorkemcim
YanıtlaSilyazdiklarini bircirpida okudum..ve cok begendim..ustelik bir ogretmen olarak yazdiklarindan ders aldim..biyoloji ogretmeniyim ama daha cok kitap okuma odevi verecegim artik..