“Seçme Öyküleri”nin Vintage
baskısının girişinde Alice Munro, ilk derlemesini yayımladığı 1968’den bugüne
öykülerinin “uzadığından ve daha dağınık, talepkâr ve kişisel” hâle
geldiklerinden söz eder. Bu öyküler bundan daha iyi betimlenemezlerdi: Öykülerin
kendi içlerinde, çizgisel ve zamana bağlı bir ilerleme yerine, hatırlanan bir
geçmişten şimdiki zamana ve tersi yönde gelip gidişini ifade etmek için
“dağınık” (Munro’nun kendisi ve öykülerindeki kahramanlar için zamanlama
neredeyse her daim yanlıştır), okuyucuyu hikâye anlatımındaki dizilimlerin
bariz ya da öngörülebilir olmadığı konusunda uyarmasıyla “talepkâr” ve Munro’nun
yarattığı şüphe götürmez ve belirgin bir biçimde kendisine ait olan kurgusal
bir ses ve kurgusal bazı mekânlar nedeniyle “kişisel.”
Daha eski bir derlemede yer alan çok sevdiğim “Miller, Şehir,
Montana” adlı öyküsünde, küçük çocuklarının havuz görevlisinin gözetiminde
oynamakta olduğunu sandığımız bir kadın ve kocası havuzu göremedikleri bir
yerde oturdukları sırada annenin içine bir anda kötü bir his doğar. Gerçekten de,
kadının yüzme bilmeyen küçük kızı havuzun derin bölümüne doğru sürüklenmiştir. Kadın
kocasını havuza bakmaya gönderir ve çocuğu sağ salim kurtaran adam karısına
“annelerde bulunan o özel hislere” sahip olduğu için iltifat eder. Hikâye
burada bitebilecekken, kadının kocasını “o annelik içgüdüsüne” fazla güvenmemesi
için uyarmasıyla devam eder. Munro, öyküyü aile arabasının arka koltuğundaki
“güven dolu” çocuklar ve ebeveynlerinin “hoppalık, keyfilik, umursamazlık ve
duyarsızlıkları, yani tüm doğal ve kendilerine özgü hataları” için
“affedileceklerine olan güvenleri” ile bitirir. Bu talepkâr formülasyon bu
dokuz yeni öykünün insan manzarasını oluşturan “hatalar”a uygundur.
Derlemeye adını veren uzun açılış öyküsü, iki genç kızın,
yazdıkları sahte bir mektupla, kızlardan birinin batı Kanada’da yaşayan evsiz
barksız babasının kendisine âşık olduğuna inandırdıkları Johanna adında evde
kalmış bir temizlikçi kadını anlatır. Johanna, ani bir kararla, işvereninin
evinde biriktirdiği mobilyaları da alıp, (her şeyden habersiz) talibinin virane
bir otel satın almış olduğu Sasketchewan’a taşınır. Vardığında adam havasız ve
sigara izmaritleriyle dolu pis bir odada, bronşitten nefes alamaz halde
yatmaktadır ve kendisini kurtarmak için çıkıp gelen bu adanmış kadınla
tanıştığında çok şaşırır.
Bu öykü, “Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik”te zaman
zaman dokunuşları hissedilen Flannery O'Connor tarafından yazılmış olsaydı,
grotesgin komedisiyle, yani kız kurusunun kendi aptallığıyla yüzleştirilmesiyle
biterdi. Fakat bu acımasız şaka bir evlilikle sonuçlanır ve Johanna’nın yavan
hayatı “tatlı bir telaşla, telaşlı bir aşkla” dolup bir de çocuk meydana
getirir. Munro, kuralcı bir hicivcinin sürekli karşı karşıya kaldığı, talihsiz
kahramanını rezil etme ve mutluluktan mahrum bırakmanın cazibesine direnir:
Johanna'nın öyküsü bir gurur kırılması hikâyesi değildir.
Bu yeni öykülerin en güçlü dört-beş tanesinde ki bunlar
bence Munro’nun en iyi öyküleri arasındadır, her zaman değilse de genellikle
kadın olan ana karakter, oyuna kötü bir el ile başlar: “Yüzen Köprü”de kanser,
“Teselli”de kendisini elden ayaktan düşüren bir hastalığa yakalanan ve sonunda
intihar eden bir koca, “Ayı, Dağı Aştı Geldi”de Alzheimer hastası olup bakım
evine yatırılan evli bir kadın. Belki de Munro'nun ilerleyen yaşı (70), onun
hayatta yanlış gidebilecek şeylere yönelik farkındalığını arttırmıştır. Ama
öykülerin hiçbirinde durum daha da kötüye gitmez.
Bir yazar olarak Munro, “hayat”la ve hatta onun en karanlık
durumlarıyla ilgili, ya da belki de bu durumlar sayesinde, ne söylenebileceği,
onunla ne yapılabileceği sorusunu cevaplamaya çalışır. Ve öykülerin anlattığı
çözümler, kendisini fazla avutucu, fazla unutulmaz bir formüle karşı cansiperane
bir şekilde koruyan bir dille ortaya konmuştur. (“birbirimizi sevmeli ya da
ölmeliyiz”; “O güzel geceye kolay teslim olma.”) “Yüzen Köprü”de pek iyileşme
umudu olmaksızın kemoterapiyi tamamlamış olan kadın, onkoloğundan, öykü boyunca
tereddütlü bir şekilde belirmiş olan ihtiyatlı bir iyi haber alır: “Ciddi bir
küçülme… iyi bir işaret.” Dolayısıyla ölüm beklentisine eşlik eden “hafif
özgürlük” bir anda ortadan kalkar. Bir dizi garip olay aracılığıyla genç bir
adamla öpüşmüş olan kadın “tüm yara ve oyuklarını o an için unutturan, hassas
bir neşe esintisi” hisseder. Munro’nun kadını “o an için… bir neşe esintisi”nden
daha cesur bir şeye karşı aşılayan dilinde aktif bir mücadele vardır: Hem
karakter hem de okuyucu bu anlık ve zevkli aldatmacanın farkındadır.
Kendi kurmacası hakkında (Vintage baskısında da yer alan) ilginç
bir yorumunda Munro, öyküleri her zaman baştan sona doğru okumadığını, bazen
herhangi bir yerinden başlayıp her iki yönde de devam edebildiğini iddia eder.
“Öykü izlenecek bir yola benzemez… daha ziyade bir ev gibidir. İçeri girer ve
orada biraz kalır, içinde dolaşır ve sevdiğiniz bir yere yerleşir, odanın ve
koridorların birbiriyle nasıl ilişki kurduğunu ve dışarıdaki dünyanın bu
pencerelerden bakıldığında nasıl değiştiğini keşfedersiniz.” Bu, bize Henry
James’in pencerelerinden farklı gözlerin baktığı “kurmaca evi”ni hatırlatıyorsa
da, ondan biraz daha başına buyruk, evin iç bölümlerinin birbiriyle ilişkisi
konusunda biraz daha meraklıdır. “Teselli” adını verdiği güçlü öyküde, Nina bir
tenis maçından eve döner ve kocasına “Kazandım. Kazandım. Merhaba?” diye
seslenir. Bunun ardından bir çift satır aralığı gelir (öykünün bölümlerini
ayıran böyle 15 tane aralık var) ve ardından: “Ama o dışarıdayken Lewis ölmektedir.
Aslına bakarsanız kendini öldürmektedir.”
Öykü evinin bir odasından bir diğerine geçişler genellikle
dolaylı ve şaşırtıcıdır. Ama ses ve zaman değişikliğini algıladıktan sonra
makuldür de. O eski eleştirel terim “mekânsal form” kendini göstererek,
çalışmanın ilerleyişini karmaşıklaştırır (“öykü izlenecek bir yola benzemez”)
ve ileri gittiğimiz kadar geriye de dönüp bakmamızı talep eder. Bu yönden
Munro’nun sanatı O’connor’ınkinden çok Eudora Welty'ninkine benzer.
Fakat, bu tür teknik meseleler önemli olsalar bile, bunları
O’Connor’ın ya da Welty’ninkilerle aynı düzeyde nükteli bir sertlik taşıyan
cümlelerin tınısının önüne çıkarmak doğru olmaz. “Ayı, Dağı Aştı Geldi”de bakım
evinin çalışanlarından biri “saçı dışında her şeyi boş vermiş gibi görünen
şişman bir genç kadın”dır ve ağlayan bir hasta gözyaşlarını “yüzüne doğru birkaç
beceriksiz ama isabetli hamle ile” silmeyi başarır. Başka bir kadının
azimliliği onu “sokakta gördüğü bir cesedin ayakkabılarını çıkarabilir” biri
olarak görmekle ortaya konur. Kitaba adını veren öyküde “battaniyeyi
bacaklarının arasına alarak uykuya dalan” bir kız, başka bir kızın kaderi
hakkında “sürekli böyle şeyler yaptı ve bu sorunu gidermek için sonunda onu
ameliyat ettiler” diye uyarılır.
Etkileyici olan, böylesine canlı ve dışsal algıların daha
araştırmacı ve içe doğru şiirsel yazımlarla tamamlanması ve dengelenmesidir. Bu
denge, özellikle birinci tekil şahısta yazılmış üç öyküde, “Aile Mobilyaları”,
“Isırganotları” ve “Queenie”de açıkça görülmektedir. Bunların en iyisi olan
“Aile Mobilyaları”, kısmen bir genç kadının yazarlığa olan ilgisini keşfedişini
tasvir ettiği için böyledir. Öykü, Munro’nun tüm öyküleri gibi, son derece
dokunaklı bir otobiyografik titreşime sahiptir.
Ontario eyaletindeki küçük bir kasabada, iyi niyetli
ebeveynleri ve uzun akşam yemekleri ve sıkıcı sohbetler için evlerine gelen (“tümörü,
boğaz iltihabı, bir sürü çıbanı olan”) akrabalarının hafif baskısı altında
büyümekte olan genç bir kız, babasının kuzeni Alfrida’nın ziyaretleri sayesinde
eğlenebilmekte ve hatta özgürleşmektedir. Bu eksantrik ve esprili kadın bir gün
bir aile yemeğinden sonra kıza bir sigara ikram eder ve onun kendisini “masada
bir misafir kadar özgür” hissetmesini sağlar. Fakat kız Alfrida’nın yaşadığı
şehirde üniversiteye başladığında Alfrida’nın telefonlarına çıkmaz ve
davetlerine icabet etmez. Ta ki final sınavları bitene ve kasabadan ayrılmak
üzereyken kuzeninin apartman dairesinde bir pazar akşamı yemeğine katılana
kadar. Yıllar sonra, babasının cenazesinde, Alfrida’nın bir bakım evinde
yaşadığını öğrenir. Hikâye o pazar öğleden sonrası, şehirde dolaşırken, “Ben”
in her şeyi olağanüstü bir netlik ve yoğunlukla hissetmeye başlamasının
ardından yaşananlarla biter. Babasının kuzeni “hakkında yazacağı” hikâyeyi
değil, “hikâye inşa etmekten ziyade havada bir şey yakalamaya benzer görünen,
yapmak istediğim iş”i düşünmektedir. “Kalabalığın inlemeleri bana üzüntü dolu
dev kalp atışları gibi geldi”ğinde, bir anda her şey birlikte akmaya başlar. “Uzak,
neredeyse insanlıktan uzak onay ve feryatlarıyla, hoş ve resmiyet dolu dalgalar.''
Öykü tamamıyla haklı olan tek cümlelik bir paragrafla biter: “İstediğim şey
buydu; dikkat etmem gerektiğini düşündüğüm şey buydu; hayatımın böyle olmasını
istiyordum.”
Bu derlemeyi
dolduran ve kesinlikle Munro’nun yazmış olduğu en iyi öyküler olan, bu güzel ve
resmiyet dolu dalgalar, bilgelik dolu mutsuzluklarıyla böyle bir dikkatin
ürünüdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder