15 Mart 2016 Salı

YOL HARİTASI İÇERMEZ*

“Seçme Öyküleri”nin Vintage baskısının girişinde Alice Munro, ilk derlemesini yayımladığı 1968’den bugüne öykülerinin “uzadığından ve daha dağınık, talepkâr ve kişisel” hâle geldiklerinden söz eder. Bu öyküler bundan daha iyi betimlenemezlerdi: Öykülerin kendi içlerinde, çizgisel ve zamana bağlı bir ilerleme yerine, hatırlanan bir geçmişten şimdiki zamana ve tersi yönde gelip gidişini ifade etmek için “dağınık” (Munro’nun kendisi ve öykülerindeki kahramanlar için zamanlama neredeyse her daim yanlıştır), okuyucuyu hikâye anlatımındaki dizilimlerin bariz ya da öngörülebilir olmadığı konusunda uyarmasıyla “talepkâr” ve Munro’nun yarattığı şüphe götürmez ve belirgin bir biçimde kendisine ait olan kurgusal bir ses ve kurgusal bazı mekânlar nedeniyle “kişisel.”

Daha eski bir derlemede yer alan çok sevdiğim “Miller, Şehir, Montana” adlı öyküsünde, küçük çocuklarının havuz görevlisinin gözetiminde oynamakta olduğunu sandığımız bir kadın ve kocası havuzu göremedikleri bir yerde oturdukları sırada annenin içine bir anda kötü bir his doğar. Gerçekten de, kadının yüzme bilmeyen küçük kızı havuzun derin bölümüne doğru sürüklenmiştir. Kadın kocasını havuza bakmaya gönderir ve çocuğu sağ salim kurtaran adam karısına “annelerde bulunan o özel hislere” sahip olduğu için iltifat eder. Hikâye burada bitebilecekken, kadının kocasını “o annelik içgüdüsüne” fazla güvenmemesi için uyarmasıyla devam eder. Munro, öyküyü aile arabasının arka koltuğundaki “güven dolu” çocuklar ve ebeveynlerinin “hoppalık, keyfilik, umursamazlık ve duyarsızlıkları, yani tüm doğal ve kendilerine özgü hataları” için “affedileceklerine olan güvenleri” ile bitirir. Bu talepkâr formülasyon bu dokuz yeni öykünün insan manzarasını oluşturan “hatalar”a uygundur.

Derlemeye adını veren uzun açılış öyküsü, iki genç kızın, yazdıkları sahte bir mektupla, kızlardan birinin batı Kanada’da yaşayan evsiz barksız babasının kendisine âşık olduğuna inandırdıkları Johanna adında evde kalmış bir temizlikçi kadını anlatır. Johanna, ani bir kararla, işvereninin evinde biriktirdiği mobilyaları da alıp, (her şeyden habersiz) talibinin virane bir otel satın almış olduğu Sasketchewan’a taşınır. Vardığında adam havasız ve sigara izmaritleriyle dolu pis bir odada, bronşitten nefes alamaz halde yatmaktadır ve kendisini kurtarmak için çıkıp gelen bu adanmış kadınla tanıştığında çok şaşırır.

Bu öykü, “Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik”te zaman zaman dokunuşları hissedilen Flannery O'Connor tarafından yazılmış olsaydı, grotesgin komedisiyle, yani kız kurusunun kendi aptallığıyla yüzleştirilmesiyle biterdi. Fakat bu acımasız şaka bir evlilikle sonuçlanır ve Johanna’nın yavan hayatı “tatlı bir telaşla, telaşlı bir aşkla” dolup bir de çocuk meydana getirir. Munro, kuralcı bir hicivcinin sürekli karşı karşıya kaldığı, talihsiz kahramanını rezil etme ve mutluluktan mahrum bırakmanın cazibesine direnir: Johanna'nın öyküsü bir gurur kırılması hikâyesi değildir.

Bu yeni öykülerin en güçlü dört-beş tanesinde ki bunlar bence Munro’nun en iyi öyküleri arasındadır, her zaman değilse de genellikle kadın olan ana karakter, oyuna kötü bir el ile başlar: “Yüzen Köprü”de kanser, “Teselli”de kendisini elden ayaktan düşüren bir hastalığa yakalanan ve sonunda intihar eden bir koca, “Ayı, Dağı Aştı Geldi”de Alzheimer hastası olup bakım evine yatırılan evli bir kadın. Belki de Munro'nun ilerleyen yaşı (70), onun hayatta yanlış gidebilecek şeylere yönelik farkındalığını arttırmıştır. Ama öykülerin hiçbirinde durum daha da kötüye gitmez.

Bir yazar olarak Munro, “hayat”la ve hatta onun en karanlık durumlarıyla ilgili, ya da belki de bu durumlar sayesinde, ne söylenebileceği, onunla ne yapılabileceği sorusunu cevaplamaya çalışır. Ve öykülerin anlattığı çözümler, kendisini fazla avutucu, fazla unutulmaz bir formüle karşı cansiperane bir şekilde koruyan bir dille ortaya konmuştur. (“birbirimizi sevmeli ya da ölmeliyiz”; “O güzel geceye kolay teslim olma.”) “Yüzen Köprü”de pek iyileşme umudu olmaksızın kemoterapiyi tamamlamış olan kadın, onkoloğundan, öykü boyunca tereddütlü bir şekilde belirmiş olan ihtiyatlı bir iyi haber alır: “Ciddi bir küçülme… iyi bir işaret.” Dolayısıyla ölüm beklentisine eşlik eden “hafif özgürlük” bir anda ortadan kalkar. Bir dizi garip olay aracılığıyla genç bir adamla öpüşmüş olan kadın “tüm yara ve oyuklarını o an için unutturan, hassas bir neşe esintisi” hisseder. Munro’nun kadını “o an için… bir neşe esintisi”nden daha cesur bir şeye karşı aşılayan dilinde aktif bir mücadele vardır: Hem karakter hem de okuyucu bu anlık ve zevkli aldatmacanın farkındadır.

Kendi kurmacası hakkında (Vintage baskısında da yer alan) ilginç bir yorumunda Munro, öyküleri her zaman baştan sona doğru okumadığını, bazen herhangi bir yerinden başlayıp her iki yönde de devam edebildiğini iddia eder. “Öykü izlenecek bir yola benzemez… daha ziyade bir ev gibidir. İçeri girer ve orada biraz kalır, içinde dolaşır ve sevdiğiniz bir yere yerleşir, odanın ve koridorların birbiriyle nasıl ilişki kurduğunu ve dışarıdaki dünyanın bu pencerelerden bakıldığında nasıl değiştiğini keşfedersiniz.” Bu, bize Henry James’in pencerelerinden farklı gözlerin baktığı “kurmaca evi”ni hatırlatıyorsa da, ondan biraz daha başına buyruk, evin iç bölümlerinin birbiriyle ilişkisi konusunda biraz daha meraklıdır. “Teselli” adını verdiği güçlü öyküde, Nina bir tenis maçından eve döner ve kocasına “Kazandım. Kazandım. Merhaba?” diye seslenir. Bunun ardından bir çift satır aralığı gelir (öykünün bölümlerini ayıran böyle 15 tane aralık var) ve ardından: “Ama o dışarıdayken Lewis ölmektedir. Aslına bakarsanız kendini öldürmektedir.”

 

Öykü evinin bir odasından bir diğerine geçişler genellikle dolaylı ve şaşırtıcıdır. Ama ses ve zaman değişikliğini algıladıktan sonra makuldür de. O eski eleştirel terim “mekânsal form” kendini göstererek, çalışmanın ilerleyişini karmaşıklaştırır (“öykü izlenecek bir yola benzemez”) ve ileri gittiğimiz kadar geriye de dönüp bakmamızı talep eder. Bu yönden Munro’nun sanatı O’connor’ınkinden çok Eudora Welty'ninkine benzer.

Fakat, bu tür teknik meseleler önemli olsalar bile, bunları O’Connor’ın ya da Welty’ninkilerle aynı düzeyde nükteli bir sertlik taşıyan cümlelerin tınısının önüne çıkarmak doğru olmaz. “Ayı, Dağı Aştı Geldi”de bakım evinin çalışanlarından biri “saçı dışında her şeyi boş vermiş gibi görünen şişman bir genç kadın”dır ve ağlayan bir hasta gözyaşlarını “yüzüne doğru birkaç beceriksiz ama isabetli hamle ile” silmeyi başarır. Başka bir kadının azimliliği onu “sokakta gördüğü bir cesedin ayakkabılarını çıkarabilir” biri olarak görmekle ortaya konur. Kitaba adını veren öyküde “battaniyeyi bacaklarının arasına alarak uykuya dalan” bir kız, başka bir kızın kaderi hakkında “sürekli böyle şeyler yaptı ve bu sorunu gidermek için sonunda onu ameliyat ettiler” diye uyarılır.

Etkileyici olan, böylesine canlı ve dışsal algıların daha araştırmacı ve içe doğru şiirsel yazımlarla tamamlanması ve dengelenmesidir. Bu denge, özellikle birinci tekil şahısta yazılmış üç öyküde, “Aile Mobilyaları”, “Isırganotları” ve “Queenie”de açıkça görülmektedir. Bunların en iyisi olan “Aile Mobilyaları”, kısmen bir genç kadının yazarlığa olan ilgisini keşfedişini tasvir ettiği için böyledir. Öykü, Munro’nun tüm öyküleri gibi, son derece dokunaklı bir otobiyografik titreşime sahiptir.

Ontario eyaletindeki küçük bir kasabada, iyi niyetli ebeveynleri ve uzun akşam yemekleri ve sıkıcı sohbetler için evlerine gelen (“tümörü, boğaz iltihabı, bir sürü çıbanı olan”) akrabalarının hafif baskısı altında büyümekte olan genç bir kız, babasının kuzeni Alfrida’nın ziyaretleri sayesinde eğlenebilmekte ve hatta özgürleşmektedir. Bu eksantrik ve esprili kadın bir gün bir aile yemeğinden sonra kıza bir sigara ikram eder ve onun kendisini “masada bir misafir kadar özgür” hissetmesini sağlar. Fakat kız Alfrida’nın yaşadığı şehirde üniversiteye başladığında Alfrida’nın telefonlarına çıkmaz ve davetlerine icabet etmez. Ta ki final sınavları bitene ve kasabadan ayrılmak üzereyken kuzeninin apartman dairesinde bir pazar akşamı yemeğine katılana kadar. Yıllar sonra, babasının cenazesinde, Alfrida’nın bir bakım evinde yaşadığını öğrenir. Hikâye o pazar öğleden sonrası, şehirde dolaşırken, “Ben” in her şeyi olağanüstü bir netlik ve yoğunlukla hissetmeye başlamasının ardından yaşananlarla biter. Babasının kuzeni “hakkında yazacağı” hikâyeyi değil, “hikâye inşa etmekten ziyade havada bir şey yakalamaya benzer görünen, yapmak istediğim iş”i düşünmektedir. “Kalabalığın inlemeleri bana üzüntü dolu dev kalp atışları gibi geldi”ğinde, bir anda her şey birlikte akmaya başlar. “Uzak, neredeyse insanlıktan uzak onay ve feryatlarıyla, hoş ve resmiyet dolu dalgalar.'' Öykü tamamıyla haklı olan tek cümlelik bir paragrafla biter: “İstediğim şey buydu; dikkat etmem gerektiğini düşündüğüm şey buydu; hayatımın böyle olmasını istiyordum.”
Bu derlemeyi dolduran ve kesinlikle Munro’nun yazmış olduğu en iyi öyküler olan, bu güzel ve resmiyet dolu dalgalar, bilgelik dolu mutsuzluklarıyla böyle bir dikkatin ürünüdür.
 
Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik
Alice Munro
Çeviri Roza Hakmen
Can Yayınları
 


 *William H. Pritchard'ın Alice Munro'nun  Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik kitabı hakkında  kaleme aldığı The New York Times'da 25 Kasım 2001 tarihinde yayımlanan yazısını İlknur Urkun Kelso çevirdi. Bu çeviri hizmeti diş hekimliği hizmeti ile takas edilmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder