Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.
Fotoğraf:
İlker Gürer
“Gogol’un Paltosu’ndan Kurtulamadım”
En
başta soruyu ağırlıklı olarak “Yazma arzusu nasıl ortaya çıkmaya başladı, neden
yazmak istedim? biçimiyle yanıtlamaya çalışacağımı belirtmeliyim. Bu şekilde düşündüğümde
kimisi bulanık kimisi ise berrak biçimlerde ardı ardına gözlerimin önünden
geçen fotoğraflarla, kısa sahnelerle baş başa kalıyorum.
Daha
çocukken Urfa’nın yüksek duvarlı evlerin sıralandığı dar sokaklardan oluşan
eski mahallelerini karış karış gezerek keşfine başladığım yolculuğum her
defasında dedemin geniş avlulu evinde son bulurdu. Kimi zaman bu yolculuk
sokaklarda değil birbirine yapışık evlerin damlarında sürerdi. Dedemin evi bir
nevi sığınağımdı benim. Yüzü, boynu, dudakları, elleri dövmeli ninemin avludaki
kuyunun kalın sicimlerine asılışı, dama uzanan merdivenlerde sıralı koca
saksılardaki çiçekleri sulayışı ve ardından gazyağı ile yemek ocağını yakışı
akşamı haber ederdi. Televizyonsuz evin uzun geceleri dedemin dizinin dibinde
ondan dinlediğim masallarla geçerdi. Urfa Kalesi’ni koruyan çift başlı yılan, Şubat
Cadısı, Ulu Cami’nin avlusundaki kuyuda saklanan “İsa’nın Mendili” masallarını
hâlâ hatırlarım. Şimdi düşündüğümde çocukken dinlediğim masalların ne kadar da
gerçek üstü, büyülü formlarda olduğunu daha iyi görebiliyorum.
O
dar sokaklar, sokakların birleştiği yerde bulunan harabe kiliseler, hanlar,
hamamlar, buhurdan, tütün kolonyası ve baharat kokulu çarşılar belleğimin en
eski mekânları oldular. Gezintilerim boyunca kulağıma gelen hoyratlar, gazeller
ise dilin, anlatının ilk formları gibi yerleşmişti zihnime. Bütün bunlar tercih
dışı, kendimi içinde bulduğum çocukluğumun
evreniydi. Daha ileriki dönemlerde başlayacak olan öykü yazma arzum kaynağını
bütün bunlardan aldı olsa gerek.
Yazılı
edebiyata ilgimin artması ise ortaokul dönemlerime gidiyor. Şehirde kırtasiye
ürünü kitapların satıldığı yerler ve cadde üstündeki birkaç kitap sergisi
dışında pek kitapçı yoktu. Bir tek Sin Kitabevi vardı o da 90’lı yılların
politik atmosferinde kapatılıp duruyordu. Başkasının önerisi olmadan aldığım
ilk kitap Gogol’ün “Bir Delinin Hatıra Defteri” idi. Hatırladığım kadarıyla
Varlık Yayınları baskısıydı. Onu da jelatinlenmiş şekilde bir yer sergisinden
almıştım. Kitaptaki “Palto ve Burun” öykülerini kaç defa okuduğu hatırlamıyorum
bile. Palto’nun kahramanı Akaki Akakiyeviç uzun bir süre bir hayalet gibi
etrafımda dolanıp durdu. Pek tabi ardından edebiyat klasikleriyle geçen yıllar
oldu. Fakat “Palto” bir arayışın, arzunun, anlamın imgesi olarak belleğimde
sürekli takılı kaldı.
Siyah
önlüklü, beyaz yakalı, hazır ol komutlarıyla geçen ilkokul dönemlerinin hemen
ardından gelen doksanlı yılları daha renkli ve en çiy haliyle hayata nüfus eden
popüler kültürün gölgesinde yaşayan bir kuşağın ferdiydim ben de. Bir taraftan
da şiirli kartpostalların, şiirsel afişlerin duvarlara asıldığı dönemlerdi.
Dünyaya evrensel değerlerden bakıp, uydurma yüceliklerin dışında kalmayı tercih
ediyor ve eşitliği savunuyorsanız eğilimleriniz de emekten yana oluyor. Bu
anlamda bizden önceki kuşağın devrimci anıları, şairlerin, yazarların tüm
zorluklara, maruz kaldıkları kötülüklere karşı duruşları ve bunları eserlerinde
ustalıkla işleyişleri okur olarak beni de çok etkiledi. Nazım Hikmet, Sait Faik,
Orhan Veli, Ahmet Arif, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve
daha nicesi.
Olan
biteni sorgulamanın yanında o hiçbir zaman gelmeyecek olan sevgiliye atfedilip
okunan şiir dolu yalnız gecelerin romantizmi de apayrı bir süreç olarak eğilimlerimizi
belirliyordu. Cemal Süreyya, Edip Cansever, Turgut Uyar, Özdemir Asaf bu
durumun müsebbibi olmuşlardı. Hem toplumsal hem de duygusal süreçlerin
içindeyken ben de kuşağımın yazmaya yeltendiği ve tutunduğu ilk tür olan şiirle
kendimi ifade etmenin yollarını arıyordum. Çok sayıda acemice denemelerim
olmuştu. Varoluşsal dünyamızı kendi içsel bakışlarıyla sarsan hatta kimi zaman
benlik sorgulamalarına yol açıp içinde yaşadığımız topluma karşı birey olmanın
o derin yalnızlığını bize fısıldayan Ferit Edgü, Tezer Özlü, Onat Kutlar, Yusuf
Atılgan, Nilgün Marmara ve dil ustalığı söz konusu olduğunda belleğimdeki yeri
apayrı olan Bilge Karasu ile geçen lise sonrası dönemler daha çok öykü, roman
kısaca düzyazıya olan ilgimin pekişmesini sağladı.
O
kuşkulu bakış, sorgulama isteği, kutuplu dünyaların(aile-toplum-inanç-kapitalizm-sosyalizm)
arasına sıkışmış yaşamı anlama ve bilgi hevesiyle üniversitede felsefe okumayı
tercih ettim. Edebiyata olan ilgi nasıl olsa daha geriden geliyor ve
kendiliğinden devam ediyordu. Felsefenin olanaklarıyla edebiyat bir araya
gelince daha başka bir görme biçimi çıkıyor insanın karşısına. Dil ve düşünce süreçleriyle
ortaya çıkan metinler insanı daha çok içine çekip sarsıyor. Bu anlamda
üniversite yıllarım daha çok düşünsel yönü ağırlıklı olan metinleri okuma ve bu
minvalde metinler, öyküler yazma denemeleriyle geçti. Bir nevi edebiyatın
kutsal metinleriyle geçen ritüel gibi süreçlerdi. Rilke, E.A.Poe, Borges,
Kafka, A. Camus, J. Joyce, Nietzsche, Foucault, Deleuze… Özel ilgi alanı olarak
öykü türü daha bir baskın olmaya başladı. Zamanımın çoğu bu baskın yönelimle
hem dünya edebiyatında hem de kendi edebiyatımızda yer alan öykücüleri tekrar
gözden geçirmek, metinlerini anlamak için geçiyordu.
Fiili
anlamda süreklilik ihtiva eden yazma etkinliğim ise iki binli yılların sonunda Atlas
Dergisi’yle yolumun kesişmesine dayanıyor. Atlas için yolculuklara çıkmaya
başladım. Özellikle yurtiçi yolculuklarım kentlerimizi, toplumsal farklılıklarımızı/çeşitlilikleri,
kültürlerimizi daha iyi anlamaya, yaptığım röportajlarla Anadolu insanını daha
çok tanımama olanak sağladı. Yolcuklarla beraber sosyokültürel, arkeoloji, doğa
ve kent içerikli çok sayıda yazım yayınlandı. Öykülerimin akışını, biçemini de
ağırlıklı olarak bu tanıklarım oluşturmaya başladı. “Yıldızlı Gece” ve Büyük
Umutlar Müzikholü” isimli kitaplarımdaki öykülerin çoğu bu tanıklıklardan
oluşuyor.
Bir
metni zengin kılan unsurların karakter, mekân, olay ve pek tabi düşünsel arka
plan zenginliği olduğu kanaatindeyim. Bunlar da yalnızca masa başında ortaya
çıkan şeyler değil ki bence metnin kendisi anlatılanı yazarının yaşayıp
yaşamadığını belli eder bir şekilde. Yazma eğilimim de bu ilişki biçimiyle
ortaya çıktı diyebilirim. Gördüklerimi, sadece görünen biçimleriyle değil,
gördüklerim karşısında düşündüklerimi de ifade edebilme arayışı yazmaya götürdü
beni.
Kendimi
ifade edebilmenin yegâne aracı olarak ortaya çıkan yazma giderek eylemim haline
geliyor. Yazmayınca eylemsiz, durağan, yerinde sayan bir yaşam formuna
hapsoluyor gibi hissediyorum. Düşünsel süreçleri, kişisel dönüşümleri bir
tarafa bırakarak söylersem, Gogol’un Paltosu’ndan hâlâ kurtulamadım, nereye
gidersem gideyim, kaldığım herhangi bir odanın duvarındaki çivide asılı duruyor,
hayalet gibi beni takip ediyor…
* Bu yazı ilk kez 20 Aralık 2019 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder