4 Kasım 2014 Salı

Camus-Sartre Çekişmesi-3

Ronald Aronson'un yazdığı Camus Sartre bir dostluk ve bitmeyen çekişmenin hikâyesi'nden okuma notlarımı paylaşmaya devam ediyorum.
Savaş Sonrası Vaatler
Milyonlarca insan evsiz, tutuklu ya da toplama kamplarındaydı. Açlık, kısıtlı imkânlar... Ancak bunlar özgür insanların aşabileceği engellerdi. Sokaklar nefret edilen Almanlardan ve aşağılık görülen Vichy milislerinden temizlenmiş, işgalin korkutucu gerilimi bitmiş, değişim başlamıştı. Bu günlerde Camus, direnişten çıkan Combat gazetesinin, Sartre ise yeni solcu bir dergi olan Les Temps modernes'in editörlüğünü yapıyordu. Gide ve Malraux gibi yazarların yerini almışlardı. İkisi de felsefe, eleştiri, romanlar, oyunlar, öyküler ve denemeler yazıyorlardı. Gazetecilik de çalışmalarının bir parçası hâline gelmişti.
İki yayın birbirinden olabildiğince farklıydı. Camus'nün yetenekleri ve ilgi alanı Les Temps modernes'in yönetiminin gerektirdiği teorik karmaşayı, incelikleri ve özgünlüğü içermiyordu. Sartre'ın daha soyut ve teorik tutkusuysa, ona bir gazete yönetecek yetileri kazandırmazdı.
Combat, bağımsız, kitlelerin zevkini doyurmaya çalışmaktan kaçınan, ticari olmaktan uzak bir yayın organıydı, özgür Fransa'nın temel iletişim aracı hâline gelmişti. Direnişten pek çok yetenekli kadın ve erkeğe iş ve yazma imkânı sunuyordu. Beauvoir, Portekiz ziyaretinde Combat için raporlar yazmıştı. O günleri şöyle aktarmaktadır: “Camus'den ne zaman yardım talep etseniz, bunu öylesine bir hevesle yerine getirirdi ki, bir başkasını talep etmekten asla çekinmezdiniz. Bunu hiçbir zaman kibirle yapmazdı. Genç arkadaşlarımızdan bir kısmı Combat için çalışmak istiyordu. Onların hepsini işe aldı. Sabah gazeteyi açmak posta kutumuzu açmak gibiydi.”
Gazete dağıtıma çıktığı anda tükeniyordu. Camus, gazete için sayısız makale yazıyordu. Sisyphos Söylencesi, Yabancı, Cezayir'de kaleme aldığı erken dönem deneme kitabı Düğün yeniden basılmıştı. 1945'in Eylül ayında Caligula'nın prömiyeri yapılmıştı. Aynı zamanda Veba romanı üzerinde çalışmaya başlamıştı. Camus, Combat henüz gizli yayımlanırken Mart 1944 sayısında basılan imzasız makalesiyle herkesi Direniş'e bağlılığa davet etmişti. Veba romanı da bu bağlılığı konu ediniyordu.
Roman, övgüye değer eylemlere gereğinden fazla önem atfedilmeksizin toplu bir tehdit karşısında yapılması gerekene dair kararlığı sergiler. Romanda, vebayla mücadele etmek gerekir. Çünkü yapılacak tek şey budur. Taşıdığı risklere karşı bunu yapmamak akla dahi getirilemez. Salgınla savaşmak herkesin görevidir. Bireyler, koşulların gerektirdiği eylemleri gönüllü olarak ve kararlılıkla yerine getirirler. Veba, salgına karşı mücadele veren kolektif ruha dair bir romandır ve yayımlandığı günden itibaren Camus'nün adı Nobel Edebiyat Ödülü için ima edilmeye başlamıştır. 
 

Bu günlerde Sartre ise Les Temps modernes'i yönetmektedir. Les Temps modernes, yalnızca edebiyat ve felsefe değil, dönemin her bir sorununu irdeleyen tüm diğer alanları içeren disiplinler arası bir dergiydi. Sartre, Beauvoir, Merleau-Ponty gibi yazarlarla kısa sürede Fransa'da hâkim kültürel dergiye döndü. Camus de dergiye davet edilmişti ancak o iş yoğunluğu nedeniyle reddetmişti. Onun yerini meslektaşı Albert Ollivier almıştı.
Özgürlükten kısa bir süre sonra Sartre, Çıkış Yok'u, işgal üzerine metinlerini, tiyatro ve varoluşçuluğu savunan makalelerini yayımladı, söyleşiler yaptı. Kasım ayının sonlarına doğru başlıca gazeteler Amerikan hükümetince, ABD'ye muhabir göndermeye davet edildi. Beauvoir o günleri şöyle anlatır: "Sartre'ı hiçbir zaman, Camus'nün kendisine Combat'ı temsil etmesini teklif ettiği günkü kadar neşeli görmedim." Sartre, 1945'in ilk bir kaç ayında ABD'de çalışmış ve Combat ile Le Figaro gazeteleri için Tennesse Vadisi Otoriteleri, Hollywood, Amerikan işçileri, Amerikan ruhu ve vatandaşları konulu otuz iki makale yazmıştır. 1945 sonbaharında Akıl Çağı ve Tecil yayımlanmış, Sartre meşhur konuşması "Varoluşçuluk bir Hümanizmdir"i sunmuştur. Varoluşçuluk bir anda herkesin ağzında dolaşır olmuştu. Camus de, Sartre ve Beauvoir ile birlikte varoluşçuluk tartışmalarının içinde yer alıyordu. Sartre ve Camus vakitlerinin bir çoğunu Saint-Germain-des-Pres'de yer alan bistrolar, mahzenler ve kafelerde diğer tanıdıklarıyla geçiriyorlardı.
Sartre, ABD'de Combat için muhabirlik yaparken bir konuşmasında arkadaşı Albert Camus'nün önemini anlatmıştı. Bu anlatı 1945 yılının Temmuz ayında Vogue dergisinde İngilizce olarak yayımlanmıştı. Sartre, savaş, yenilgi, işgal, direniş ve özgürlük deneyimlerinin ardından bir önceki kuşağa ait yazının "yavaşlamış, bitap düşmüş ve önemini kaybetmiş" olduğunu söyleyerek başladığı konuşmasında direniş ve savaşın bir sonucu olarak yeni bir edebiyatın doğduğunu ve onun en iyi temsilcisinin Albert Camus olduğunu beyan etmişti. Yabancı ve Sisyphos Söylemi savaştan önce tasarlanmış ve büyük ölçüde yazılmış, daha sonra savaş yılları yazınları olarak yeniden düzenlenmişti. Sartre, Camus'nün anlamsızlık temasını savaşın vahşeti ile bağdaştırıyor, Camus'nün karamsarlığının sağlıklı ve yapıcı olduğunu iddia ediyordu. "İnsanın kendini bulduğu an, tüm ümidini yitirdiği andır, çünkü o zaman ancak kendine güvenebileceğini bilir. Ölümün daimi mevcudiyeti, devam eden işkence, Camus gibi yazarların insanın güç ve sınırlarını sınamasını sağlamıştır. "İşkenceye çekildiğimde konuşacak mıyım ?'' sorusunun her an akılda olduğu uç bir durumda yaşayan Camus ve diğer Direniş yazarları insanı yalnızca psikolojik ya da sosyal bir varlık olarak değil, aynı zamanda da "bir bütün, metafizik bir varlık" olarak ele aldılar ve acının en yoğun olduğu anda bile insanlığa bir yer olduğunu öğrendiler."
Sartre, bir taslağını henüz okuduğu ve tamamlanması ve yayımlanması bir iki yıl daha alacak Veba'yı Amerikalı okurlara tanıtıyordu. 25 yıl sonra Sartre, biyografisinde kullanılmak üzere kendisiyle yapılan bir söyleşide, Camus'nün Alman işgalini vebaya benzetmesini, salgının nedensizce gelip nedensizce gitmesini aptalca bulduğunu söylemiştir. İlerleyen yıllarda Camus ile dostluklarını, Camus'nün onun esin kaynaklarından biri olduğunu inkar etmiştir. Dostluklarının devam ettiği yıllarda görüş açılarının benzerliğinden bahsettiği hâlde daha sonra çok az ortak noktaları olduğu yargısına vararak kendisiyle çelişmiştir. Sartre'ın beyanları Beauvoir'ın döneme ait hatıralarıyla da çelişmektedir.
Sartre bu dönemlerde "sanat için sanat" nosyonunu bir sorumsuzluk biçimi olarak reddediyordu; bireyleri, özellikle de yazarları tarihi dünyaları içine yerleştiriyor ve ardından da adanmış bir edebiyat çağrısında bulunuyordu:
Yazarın kaçmak için hiçbir yolu olmadığından, ondan çağına sıkı sıkı tutunmasını istiyoruz; onun tek şansı budur: Çağ kendini onun için yaratmıştır ve o da bunun için yaratılmıştır. Balzac'ın 1848 Devrim'ine kayıtsızlığı, Flaubert'in komünü yanlış anlaması esef duyulacak şeylerdir. Kişi onlar adına üzüntü duyar. Bu noktada onların sonsuza dek kaçırdıkları bir şey vardır. Biz çağımıza dair hiçbir şeyi kaçırmak istemiyoruz. Belki daha güzel bir çağ olabilir ama bizimki budur. Bu savaşın, belki de bu devrimin ortasında yaşayacak yalnızca bir hayatımız var.
Her kelimenin sonuçları vardır. Her sessiz kalışın da. Ben Flaubert ve Goncourt'u Komünün ardından gelen baskıdan sorumlu tutuyorum, çünkü onlar Komünü savunmak için tek bir satır bile kaleme almadılar. Bunun onların sorumluluğu olmadığı söylenebilir. Peki ya Calas duruşması Voltaire'in sorumluluğu muydu? Ya Dreyfus'un mahkum edilişi, Zola'nın sorumluluğu muydu? Kongo hükümeti Gide'inki miydi? Bu yazarların her biri, hayatlarının özel bir ânında, bir yazar olarak sorumluluklarını yerine getirmiştir. İşgal de bize, bizim sorumluluklarımızı öğretmiştir. Çağımızda varoluşumuzla eylemde bulunuyorsak, bu eylemin üzerinde düşünülmüş bir eylem olması gerekmektedir.
Sartre'ın çağrısı anında icabet edilen bir gayeye dönüşmüştü. Bu eylem çağrısı Sartre'ın tarihle olan randevusunu artık kaçırmayacağını gösteriyordu. Camus ise yazarın özgürlüğünü savunuyordu.
"Kendini bir davaya adamış insanları, bağlılık edebiyatına tercih ederim. Kişinin hayatındaki cesaret ve eserlerindeki yetenek bu o kadar da kötü değil. Dahası yazar istediğinde kendini adayabilir. Onun önemi itici gücünde yatmaktadır. Ama şayet bu bir yasaya, bir işleyişe ya da teröre dönüşecekse, bunun önemi nerededir? ... Öyle görünüyor ki bugün baharla ilgili bir şiir yazmak, kapitalizme hizmet etmek anlamına gelecektir. ...Onları çalışmalarında daha az, gündelik hayatlarındaysa biraz daha fazla bağlı görmeyi tercih ederdim."
Sartre politikleştikçe Camus'nün kişisel gelişimi de paralel bir çizgide ilerliyor ama kimi zaman Sartre'ın izlediği yola zıt bir yön alıyordu. Bu gelişimi anlayabilmek için Camus ve Sartre'ın hem Sovyetler Birliği hem de Fransız Komünist Partisi'nce ihmal edilen temel soruna dair yaklaşımlarına dönmeliyiz. İki adamın Komünizm'e yaklaşımları siyasi gelişimlerinin bir parçası idi: Sartre ve Camus'nün savaşın akabindeki tüm siyasi-entelektüel çabaları Komünist olmayan solu güçlendirmeye dairdi. "Siyasi realizmi" reddetmeleri kısmen Komünist bakış açısını reddetmeleri anlamına gelmekteydi. Her ikisi için de PCF büyük önem taşımaktaydı. Komünizm Camus'nün düşmanı, Sartre'ın gözdesi olacaktı.
*Yazıdaki görsel www.prezi.com adresinden alınmıştır.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder