Son
kadehi içmesem iyiydi. Ne zaman içkiyi fazla kaçırsam
uyuyamıyorum. Seviştikten sonra nasıl da kolay uykuya dalıyor.
Kıskanıyorum onu. Yorgun ve alkollüyken hep horluyor. Genellikle
sesi kesilsin diye yana çevirmeye çalışırım. Çoğu zaman
uyanır ve uykusunu böldüğüm için bana kızar. Bugün
ellemiyorum. Nasılsa uyuyamayacağım. Paris beni daha mı şefkatli
yaptı?
Oda kitap okumak
için hâlâ fazla karanlık. Yola çıkmadan önce Paris Bir
Şenliktir'i aradım. Bulamadım. Böyle şeyleri hep son dakikaya
bırakıyorum. Uyandırsam,
“Aklıma
şahane bir fikir geldi. Havaalanı çıkış kapılarında şehre
ait kitapların ve filmlerin satıldığı stantlar kurulabilir. Gezi
kitapları, orada geçen romanlar ve filmler.” desem?
Uyandırdığım
için kızmaz. Dinler. Ben olsam kızarım. Uykumun bölünmesine ve
daha bir çok şeye. Aklıma yatmazsa projesiyle dalga geçerim.
Bunu fark etmek beni utandırıyor. Yüzünü inceliyorum, hatlarını.
Deniz bana benziyor. Babasıyla tek benzerliği aynı muzip
bakışları. Dün telefonda konuşurken büyüdüğünü hissettim.
Bebek değil artık. Çikolata istiyor. Bir de yeşil araba.
Yataktan çıkıyorum.
Otelde terlik olmamasına canım sıkılıyor. Pis halılara çıplak
ayakla basma fikri hoşuma gitmiyor. Dün çıkardığım çorapları
giyiyorum. Sonra duş alırım nasılsa. Kalın perdeyi açıyorum.
Hâlâ uyuyan şehri izlemeye başlıyorum. Tek tük geçen
bisikletliler, metroya yürüyen az sayıda insan, marketten ambalaj
ve kolileri çıkaran bir çalışan.
Sabah avına çıkmış
şahin gibiyim. Havada hikâye kokusu var. Pencereyi açıyorum.
Kasımda Paris nasıl kokar bilmeliyim. İleride yazacağım olası
bir hikâyenin kahramanı karşıdaki dairelerden birinde oturuyor
olabilir. Karşı pencerede küçük bir kasa içinde patates var.
Zihnimde bir resim beliriyor. Bir kadın... Dün yediğim nefis
kremalı patatesi pişirmek için elini dışarı uzatıp irisinden
iki adet patates seçiyor. Patatesleri dilimliyor. Kalıbı
yağladıktan sonra kırmızı şarabından büyükçe bir yudum
alıyor. Şarabın burukluğu hoşuna gidiyor. Kahverengi saçlarını
arkasında toplamış. Yemeğin içine düşecek davetsiz bir saç
teli bütün geceyi mahvedebilir. Sevgilinin saçı öpüp koklansa
da kendini bilmez bir tel yemeğin içine düşerse ondan iğrenmemek
ya da yok saymak imkânsız. Birazdan ileride birlikte yaşayacağı
adam kapıyı çalacak. Henüz öpüşmeden ileri gidememişler.
Kadın bu gece sevişeceklerini biliyor. Kadın bildikleri, adamsa
bilmedikleri yüzünden gergin. Rahatlamak için ikisi de şarabı
neredeyse ilk seferde bitirecek. Ellerini kadının beline dolayacak.
Bedenini kendine doğru çekecek. Hafif aralanmış dudakların
arasına dilini sokacak. Uzun uzun öpüşüp sonra sevişecekler.
Fırında patates yanacak. Et fazla kızardığı için kuruyacak.
İkisinin de umurunda olmayacak. Fransız pencerenin altındaki
çıkmada şimdilik tek bisiklet var. Adam yanına taşındığında
ikiye çıkacak. Her pazar bisikletle dolaşacaklar.
Sokağın, karşıdaki
evlerin fotoğrafını çekiyorum. Bu ânı unutmak istemiyorum.
Fransız pencerelerden sarkan örtüleri, küçücük balkonları
saran çiçekleri ve ağaç fidelerini, yarı aralık panjuru,
apartmanın üzerindeki taş işlemeleri, sokağı, o günün puslu
havasını, bulutları, Albert Camus'nün 100. doğum günü için
orada bulunduğumuzu, hiçbir şeyi unutmak istemiyorum.
Kocam uyanıyor.
Duşa giriyor. “Kahvaltıya gidelim.” diyor.
Kruvasan güzel.
Kötü bir çayla ağzımın tadını bozmaya niyetim yok. Café au
lait içiyorum. Bu bana Mersault'yu hatırlatıyor, bir de Musa'yı...
Dışarı çıkıyoruz.
Hiç müze gezmeyeceğiz. Söz verdim. Sadece yiyip içip kenti
teneffüs edeceğiz. Öpüşmek için Pont Neuf'e gidiyoruz.
“Bir
elinle fotoğraf makinesini tut. Öpüşürken çek.”
“Birine
de verebiliriz fotoğraf makinesini.”
“Bu
daha eğlenceli.”
Öpüşme ânımızı
kare kare çekiyor. Başlarımız birbirine doğru eğiliyor.
Yaklaşıyoruz. Bingo!
Çektiklerimize
bakarken gülüyoruz. İkimizin de gözleri açık. Öpüşürken
gözlerini kapatmayan birine güven olmaz diye düşünüyorum.
Söylemiyorum.
Camus'nün şehre
düşmüş izlerini takip ediyoruz. Combat gazetesini çıkardığı
bina, Veba'yı yazdığı otel, Gallimard Yayınevi... Öğle yemeği
için mola verdiğimizde gruptan ayrılıyoruz. Patates kızartması
ve steak yiyoruz. Hardalı çok beğeniyorum. Markasını not
ediyorum.
“Oturduğumuz
kafe çok ünlüymüş. Ernest Hemingway burada yazarmış diyelim
mi?”
“İnanırlar
mı? Sokakta Enis Batur ya da Nedim Gürsel'i gördüğümüzü de
söyleyebiliriz.”
Ortak bir hikâye
uyduramıyoruz. Vazgeçiyoruz küçük yalanımızdan.
“Saint
Germain Kilisesi'nde buluşacaktık. Saat kaç oldu? Gecikmeyelim.”
Gidiyoruz. Gruptan
kimse yok.
“Baksana
kilisenin bahçesinde öpüşüyorlar. Bizde cami bahçesinde bir
çift öpüşse neler olur sence?” diyorum.
Gençlerinin
birbirini sevmesinden korkmayan bir kenti adımlayacağız birkaç
gün daha. Sonra döneceğiz. Deniz'in Türkiye'de büyümesini,
yaşamasını istemiyor. Hak veriyorum.
Le
Deux Magot'da tadilat varmış. La Capuole'e gideceğiz.
Hazırlanıyoruz. Bavuldan topuklu ayakkabılarımı çıkarıyorum.
Elbise giyiyorum. Hamilelikte aldığım kiloları veremedim hâlâ.
Aynadaki görüntüm hoşuma gitmiyor.
“Metroyla
gideceğiz.” diyor rehberimiz.
Toplu taşıma
araçlarını severim. Sorun etmiyorum. Vavien'e gideceğiz. Yeşil
hat Vavien'den geçmiyor. Aktarma yapacağız. Kapı kapanıyor.
Gruptakilerin bir kısmı bulunduğumuz trene binemiyor. Son durakta
onları bekliyoruz. Yol uzuyor.
Restorana
vardığımızda yorgun ve gerginiz. Yemek, şarap, sohbet güzel.
Kısa sürede keyfimiz yerine geliyor. Dönüşte tekrar metroyu
kullanacağız. Bu sefer hazırlıklıyız. Haritadan en kestirme
güzergâhı buluyoruz. Saat 12'ye geliyor. Son sefere yetişiyoruz.
Hafta içi olmasına rağmen kalabalık. Sadece sarhoş olanların
güldüğü espriler uçuşuyor havada. Yanıma sarhoş bir adam
oturuyor. Yayıldıkça yayılıyor. Rahatsız oluyorum. Bir sonraki
durakta ineceğiz. Ayağa kalkıp montumu giyiyorum. Bir şeyler
söylüyor. Anlamıyorum. Uzaklaşırken arkamdan hâlâ söylendiğini
işitebiliyorum.
“Ne
dedi? Anladın mı?”
“Bir
daha metroya binerken montunu dışarıda bırak madam, dedi.”
Anlaşılan
giyinirken montum bir yerine çarpmış. Metrodan çıkıyoruz.
Otelimiz Moulin Rouge'a yakın. Kucak dansı yapılan gece
kulüplerinin önünden geçiyoruz.
“Come, come,
family here.” diyor kapı görevlileri.
Aklıma “Aile
salonumuz yukarıda, buyurun, kebap var, döner var.” diye müşteri
çağıran garsonlar geliyor. Önümde Aile Çay Bahçesi'nin yazarı
yürüyor. Kocamın elini daha bir sıkı tutuyorum. Yağmur tatlı
tatlı ıslatıyor bizi. İyi ki gelmişiz diye düşünüyorum.
“Hayal
edebiliyor musun? Paris, Albert Camus, Yekta Kopan...”
“Çok
pahalı. O paraya Küba'ya gideriz. Kahve yapacaktın hani.”
“Türk
kahvesi mi?”
Evet anlamında
başını sallıyor. Arkamdan sesleniyor.
“Baksana,
kucak dansı izlemeye gider miydik gerçekten?”
* Bu öykü Galapera Fanzin Ekim sayısında yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder