14 Kasım 2014 Cuma

KREMALI PATATES (*)



Son kadehi içmesem iyiydi. Ne zaman içkiyi fazla kaçırsam uyuyamıyorum. Seviştikten sonra nasıl da kolay uykuya dalıyor. Kıskanıyorum onu. Yorgun ve alkollüyken hep horluyor. Genellikle sesi kesilsin diye yana çevirmeye çalışırım. Çoğu zaman uyanır ve uykusunu böldüğüm için bana kızar. Bugün ellemiyorum. Nasılsa uyuyamayacağım. Paris beni daha mı şefkatli yaptı?

Oda kitap okumak için hâlâ fazla karanlık. Yola çıkmadan önce Paris Bir Şenliktir'i aradım. Bulamadım. Böyle şeyleri hep son dakikaya bırakıyorum. Uyandırsam,

Aklıma şahane bir fikir geldi. Havaalanı çıkış kapılarında şehre ait kitapların ve filmlerin satıldığı stantlar kurulabilir. Gezi kitapları, orada geçen romanlar ve filmler.” desem?

Uyandırdığım için kızmaz. Dinler. Ben olsam kızarım. Uykumun bölünmesine ve daha bir çok şeye. Aklıma yatmazsa projesiyle dalga geçerim. Bunu fark etmek beni utandırıyor. Yüzünü inceliyorum, hatlarını. Deniz bana benziyor. Babasıyla tek benzerliği aynı muzip bakışları. Dün telefonda konuşurken büyüdüğünü hissettim. Bebek değil artık. Çikolata istiyor. Bir de yeşil araba.

Yataktan çıkıyorum. Otelde terlik olmamasına canım sıkılıyor. Pis halılara çıplak ayakla basma fikri hoşuma gitmiyor. Dün çıkardığım çorapları giyiyorum. Sonra duş alırım nasılsa. Kalın perdeyi açıyorum. Hâlâ uyuyan şehri izlemeye başlıyorum. Tek tük geçen bisikletliler, metroya yürüyen az sayıda insan, marketten ambalaj ve kolileri çıkaran bir çalışan.

Sabah avına çıkmış şahin gibiyim. Havada hikâye kokusu var. Pencereyi açıyorum. Kasımda Paris nasıl kokar bilmeliyim. İleride yazacağım olası bir hikâyenin kahramanı karşıdaki dairelerden birinde oturuyor olabilir. Karşı pencerede küçük bir kasa içinde patates var. Zihnimde bir resim beliriyor. Bir kadın... Dün yediğim nefis kremalı patatesi pişirmek için elini dışarı uzatıp irisinden iki adet patates seçiyor. Patatesleri dilimliyor. Kalıbı yağladıktan sonra kırmızı şarabından büyükçe bir yudum alıyor. Şarabın burukluğu hoşuna gidiyor. Kahverengi saçlarını arkasında toplamış. Yemeğin içine düşecek davetsiz bir saç teli bütün geceyi mahvedebilir. Sevgilinin saçı öpüp koklansa da kendini bilmez bir tel yemeğin içine düşerse ondan iğrenmemek ya da yok saymak imkânsız. Birazdan ileride birlikte yaşayacağı adam kapıyı çalacak. Henüz öpüşmeden ileri gidememişler. Kadın bu gece sevişeceklerini biliyor. Kadın bildikleri, adamsa bilmedikleri yüzünden gergin. Rahatlamak için ikisi de şarabı neredeyse ilk seferde bitirecek. Ellerini kadının beline dolayacak. Bedenini kendine doğru çekecek. Hafif aralanmış dudakların arasına dilini sokacak. Uzun uzun öpüşüp sonra sevişecekler. Fırında patates yanacak. Et fazla kızardığı için kuruyacak. İkisinin de umurunda olmayacak. Fransız pencerenin altındaki çıkmada şimdilik tek bisiklet var. Adam yanına taşındığında ikiye çıkacak. Her pazar bisikletle dolaşacaklar.

Sokağın, karşıdaki evlerin fotoğrafını çekiyorum. Bu ânı unutmak istemiyorum. Fransız pencerelerden sarkan örtüleri, küçücük balkonları saran çiçekleri ve ağaç fidelerini, yarı aralık panjuru, apartmanın üzerindeki taş işlemeleri, sokağı, o günün puslu havasını, bulutları, Albert Camus'nün 100. doğum günü için orada bulunduğumuzu, hiçbir şeyi unutmak istemiyorum.

Kocam uyanıyor. Duşa giriyor. “Kahvaltıya gidelim.” diyor.

Kruvasan güzel. Kötü bir çayla ağzımın tadını bozmaya niyetim yok. Café au lait içiyorum. Bu bana Mersault'yu hatırlatıyor, bir de Musa'yı...

Dışarı çıkıyoruz. Hiç müze gezmeyeceğiz. Söz verdim. Sadece yiyip içip kenti teneffüs edeceğiz. Öpüşmek için Pont Neuf'e gidiyoruz.

Bir elinle fotoğraf makinesini tut. Öpüşürken çek.”

Birine de verebiliriz fotoğraf makinesini.”

Bu daha eğlenceli.”

Öpüşme ânımızı kare kare çekiyor. Başlarımız birbirine doğru eğiliyor. Yaklaşıyoruz. Bingo!

Çektiklerimize bakarken gülüyoruz. İkimizin de gözleri açık. Öpüşürken gözlerini kapatmayan birine güven olmaz diye düşünüyorum. Söylemiyorum.

Camus'nün şehre düşmüş izlerini takip ediyoruz. Combat gazetesini çıkardığı bina, Veba'yı yazdığı otel, Gallimard Yayınevi... Öğle yemeği için mola verdiğimizde gruptan ayrılıyoruz. Patates kızartması ve steak yiyoruz. Hardalı çok beğeniyorum. Markasını not ediyorum.

Oturduğumuz kafe çok ünlüymüş. Ernest Hemingway burada yazarmış diyelim mi?”

İnanırlar mı? Sokakta Enis Batur ya da Nedim Gürsel'i gördüğümüzü de söyleyebiliriz.”

Ortak bir hikâye uyduramıyoruz. Vazgeçiyoruz küçük yalanımızdan.

Saint Germain Kilisesi'nde buluşacaktık. Saat kaç oldu? Gecikmeyelim.”

Gidiyoruz. Gruptan kimse yok.

Baksana kilisenin bahçesinde öpüşüyorlar. Bizde cami bahçesinde bir çift öpüşse neler olur sence?” diyorum.

Gençlerinin birbirini sevmesinden korkmayan bir kenti adımlayacağız birkaç gün daha. Sonra döneceğiz. Deniz'in Türkiye'de büyümesini, yaşamasını istemiyor. Hak veriyorum.

Le Deux Magot'da tadilat varmış. La Capuole'e gideceğiz. Hazırlanıyoruz. Bavuldan topuklu ayakkabılarımı çıkarıyorum. Elbise giyiyorum. Hamilelikte aldığım kiloları veremedim hâlâ. Aynadaki görüntüm hoşuma gitmiyor.

Metroyla gideceğiz.” diyor rehberimiz.

Toplu taşıma araçlarını severim. Sorun etmiyorum. Vavien'e gideceğiz. Yeşil hat Vavien'den geçmiyor. Aktarma yapacağız. Kapı kapanıyor. Gruptakilerin bir kısmı bulunduğumuz trene binemiyor. Son durakta onları bekliyoruz. Yol uzuyor.

Restorana vardığımızda yorgun ve gerginiz. Yemek, şarap, sohbet güzel. Kısa sürede keyfimiz yerine geliyor. Dönüşte tekrar metroyu kullanacağız. Bu sefer hazırlıklıyız. Haritadan en kestirme güzergâhı buluyoruz. Saat 12'ye geliyor. Son sefere yetişiyoruz. Hafta içi olmasına rağmen kalabalık. Sadece sarhoş olanların güldüğü espriler uçuşuyor havada. Yanıma sarhoş bir adam oturuyor. Yayıldıkça yayılıyor. Rahatsız oluyorum. Bir sonraki durakta ineceğiz. Ayağa kalkıp montumu giyiyorum. Bir şeyler söylüyor. Anlamıyorum. Uzaklaşırken arkamdan hâlâ söylendiğini işitebiliyorum.

Ne dedi? Anladın mı?”

Bir daha metroya binerken montunu dışarıda bırak madam, dedi.”

Anlaşılan giyinirken montum bir yerine çarpmış. Metrodan çıkıyoruz. Otelimiz Moulin Rouge'a yakın. Kucak dansı yapılan gece kulüplerinin önünden geçiyoruz.

Come, come, family here.” diyor kapı görevlileri.

Aklıma “Aile salonumuz yukarıda, buyurun, kebap var, döner var.” diye müşteri çağıran garsonlar geliyor. Önümde Aile Çay Bahçesi'nin yazarı yürüyor. Kocamın elini daha bir sıkı tutuyorum. Yağmur tatlı tatlı ıslatıyor bizi. İyi ki gelmişiz diye düşünüyorum.

Hayal edebiliyor musun? Paris, Albert Camus, Yekta Kopan...”

Çok pahalı. O paraya Küba'ya gideriz. Kahve yapacaktın hani.”

Türk kahvesi mi?”

Evet anlamında başını sallıyor. Arkamdan sesleniyor.

Baksana, kucak dansı izlemeye gider miydik gerçekten?”
 
* Bu öykü Galapera Fanzin Ekim sayısında yayımlandı.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder