Şu
küçük postanenin köşesinde duran beş yaşındaki kızı
gördünüz mü? Hani bir şeyler yazan annesine sabırsızca
bakıyor… Göremediyseniz, sebebi muhtemelen aramızdaki zaman
farkıdır. Zira anneyle kız, şu an 1983 yılının küçük bir
postanesindeler. Orada olmalarının sebebi, tatil yaptıkları sahil
kasabasından aldıkları kartpostalı, dedeyle anneanneye yollamak…
Kız henüz okuma yazma bilmiyor, ama bunun, kendisini engellemesine
izin vermeye hiç niyeti yok. Kartı kendisi yazmak istiyor. Bulunan
çözüm, annenin bir kağıda güzel dilekleri önceden yazması ve
kızın da o kağıda baka baka, adına harf denen şekilleri
itinayla kartpostalın arkasına çizmesi… Zor görünmüyor. S, Z,
R harflerinin ters olması ve satırların yukarıdan başlayıp
aşağıda bitmesi dışında her şey yolunda... Yazmayı yeni
öğrenenlerin bazı harfleri ters yapması, karikatürlerde sıkça
konu edilen bir klişedir. Küçük kızın o ters harflere bakıp
gülümseyeceği yıllara henüz çok var. Harflerin hepsini aynı
hizaya denk getirebilmek ise, epey hüner istiyor.
Evde
canı sıkılan küçük kızın en sevdiği şey, önüne bir
ansiklopedi açıp, oradaki koyu renk başlıkları defterine
geçirmek. Fakat bir süre sonra, bu oyunların kendisine yetmediğini
fark ediyor. Okuma yazmayı öğrenmek, ihtiyaç hâline gelmiş
durumda. Okula başlamasına daha bir buçuk sene var. Yardımına,
bir televizyon programı yetişiyor. Programdaki öğretmen, okuma
yazması olmayan yetişkinlere eğitim veriyor. Bu yetişkinler
gerçekten okuma yazma bilmiyor mu yoksa programın formatı gereği
rol yapan tiyatrocular mı, küçük kız çok da umursamıyor. Her
gün defteriyle kalemini kapıp, ekrandaki öğretmenin dersine
koşuyor. Zorlandığı cümleleri annesiyle babasına yazdırıp,
sonra tekrar ediyor. Bu dersleri izlemesinin işe yarayıp
yaramadığından emin değil. Belki de sadece basit bir televizyon
programının önünde vakit kaybediyor. Ama öyle olmadığı, bir
süre sonra anlaşılıyor. Küçük kız, gazete okumaya başlıyor.
Ve nihayet, en büyük iki tutkusuna balıklama dalabilmenin önünde
hiçbir engel kalmıyor: Okumak ve yazmak.
Tuğba
Gürbüz yazar olmaya dair aklımdaki ilk hatıraları
sorduğunda, okuma yazmayı bilmiyorken bile yazmaya çalıştığım
ve artık bir ihtiyaç hâline geldiği için, okuma yazmayı kendi
kendime öğrendiğim günleri düşündüm. Bir çocuğa zorla yazı
yazdıramaz; zorla kitap okutamazsınız. Ben çocukken, deliler
gibi günlük tutardım. Ve okumaya öyle açtım ki, bitirdiğim
kitapları bile tekrar tekrar okumaktan sıkılmazdım. Diğer
çocukların salıncakta sallanıp kaydıraktan kaydığı parkın
uzak köşesindeki duvara oturarak, heyecanla defterine bir şeyler
yazan çocuk bendim. O yıllarda, ne yazdığımın çok da önemi
yoktu. Akşam yemeğinde ne yediğimi yazmak bile bana keyif
veriyordu.
Hani
‘öyle olunmaz, öyle doğulur’ klişesi vardır. Bu, konu
yazarlık olduğunda tamamen doğru bir söz. Bir yazara, “yazar
olmaya nasıl karar verdiniz?” diye soramazsınız. Yazarlık,
karar verilen bir meslek değildir. Hatta yazarlar için, meslek de
değildir; hayatın ta kendisidir. Bir yazara “bundan sonra hiçbir
kitabınız basılmayacak” deseniz bile, onun yazmaktan
vazgeçmediğini görürsünüz. Çünkü kalemi bıraksa dahi,
hayalindeki yüzlerce minik insan, beyninin kıvrımlarına basa basa
dolaşmayı, hikâyelerini mırıl mırıl ona anlatmayı
sürdürecektir. Yazarın yazmamasını, ucuna tıpa tıkılmış bir
hortumla resmedebiliriz. Su her daim açıktır. Hikâyelerin,
hortumu doldurup patlatma noktasına getirmesi de uzun sürmeyecektir.
Yazmak, en amiyane tabirle, yazarın ruhunun boşaltım sistemidir.
Yani bir ihtiyaçtır.
Doğan
Hızlan bir gün bana şöyle demişti:
“Yaşamak istediğin her şeyi yazabiliyorsan, onları ayrıca yaşamaya niye ihtiyaç duyasın ki?”
“Yaşamak istediğin her şeyi yazabiliyorsan, onları ayrıca yaşamaya niye ihtiyaç duyasın ki?”
Kulağa
sıra dışı ve garip geldiğinin farkındayım, ama yazar için
yazmak gerçekten böyle bir şey ve gelecekte yazarlık yapacak bir
insanı, daha çocukluğundan anlamanız mümkün. ‘Gelecekte yazar
olacak bir insanı’ demedim, dikkat ettiyseniz. Çünkü bir yazar,
zaten yazar olarak doğmuştur. Sadece kitaplarının yayımlanması,
insanların kendisinden haberdar olması için şansa ihtiyacı
vardır.
Sevgili
Tuğba Gürbüz, yazımın sonuna, imza günlerimde başıma gelen
komik bir şeyi eklememi istemişti. Düşündüm, düşündüm,
bulamadım. Ben de mizahi bir dille kaleme aldığım, “Çocukları
Kitap Okumaktan Soğutan On Cümle”yi sizlerle paylaşmak istedim.
Tam da şurada:
Hem
çocukların hem yetişkinlerin heyecanla okuduğu; yaş sınırlaması
olmayan kitaplarıma göz atmak isterseniz, onlar da burada:
Sevgilerimle!
Hanzade
Servi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder