16 Ocak 2015 Cuma

YETER DEĞİL!(*)


“Otelde kalmak da ne demek! Hayatta bırakmam.”
İçimi bir sıkıntı kapladı. Nasıl reddedeceğim? Varlığımı çoktan unutmuşa benziyor. Müstakbel kocasına ilkokul hâllerimizi anlatıyor. Ne kadar da çok şey hatırlıyor. Geçmişimle aramda kalın bir sis perdesi var. Sadece utandığım anları hatırlıyorum. Birinci sınıfta tuvalete gitmek için izin almaya çekinince çişimi altıma yapmam mesela. O piknik diyor, bir köye gitmiştik diyor, ben bacaklarımın arasından yayılan sıcak ıslaklığı, sidik kokusunu, dersin uzadıkça uzamasını, zil çalar çalmaz koşarak uzaklaşmamı hatırlıyorum. Jimnastik yarışmasında aldığım madalyadan bahsediyor şimdi de. Buzlu bir cam var aramızda sanki. Anladığım ya da katıldığım yok. Ara ara bana yöneltilen soruları cevaplıyorum, duyduysam...
“Ha yok, yapmıyorum artık. Sadece yürüyüş yapıyorum. O da fırsat bulursam.”
Spor deyince aklıma tek gelen okuldaki ilk günüm. Beden eğitimi dersi varmış o gün. Eşofmanla girilirmiş derse. Bilmiyorum ki, yeni okulumda ilk günüm. Ders programından da haberim yok. Tüm sınıfın önünde öğretmen neden üzerimi değiştirmediğimi soruyor. Başım önde cevaplıyorum. “Babam almadı öğretmenim.” Yanaklarım yersiz kızarıyor. “Okulda ilk günüm bilmiyordum, bir dahaki derse giyerim öğretmenim.” diyemiyorum. Hâlâ anlatıyor Neşe. Ne kadar da neşeli. Hep güzel şeyleri hatırlıyor. Sümüklü bir kızdı ilkokuldayken. Dersleri de çok kötüydü. Şişe camı gibi gözlükleri vardı. Ne zaman ona dörtgöz deseler sümükleri aka aka ağlardı. Kollarına silerdi. Onunla oynamak istemezdim. Elimi tutacak olsa oyunda yer değiştirirdim. Yerinde olsam, değil ilkokul arkadaşlarımı düğünüme çağırmak Facebook'ta arkadaş listeme bile eklemezdim. Gözlüklerden kurtulmuş, çizdirmiş olmalı. Maviymiş gözleri, hiç fark etmemişim. O kötü anılarını silmiş besbelli, sadece iyileri hatırlıyor. Ya ben? Yok işte, olmuyor, zihnim bütün güzel anıları öğütüyor, geçmiş benim için sayısız kötü hatıradan ibaret. O yüzden sevmiyorum geriye dönmeyi. Neden geldim sanki? Açık havadayız ama nefessiz kaldım. Derin derin soluyorum iyot kokulu havayı. Rahatlatmıyor. Oysa Ankara'ya taşındığımdan beri yeniden denizi görmek, martıların sesini duymak, iyot kokusunu içime çekmek, vapur düdüklerinin sesini dinlemek, mutlu olmama yeterdi. Geçmişin kalın duvarına tosladım yine, aşamıyorum. Hafta sonu iğrenç geçecek hissedebiliyorum. Ne demeye erken geldim. Kısa bir tatil olurmuş bana. Sanki Kuzey Ege'nin soğuk denizine girebiliyorum artık. Alıştım uçağa atlayıp Antalya'nın hamam gibi suyuna girmeye. İçim huzursuz.
Neşe'ye bakıyorum. Üzerinde derin v yakalı bir bluz var. Narçiçeği renginde, yürüdükçe yürek hoplatan cinsten. Tam Ömer'in sevdiği gibi. Gözlerinin etrafına kalın siyah çerçeveler çizmiş. Nasıl da işveli kahkahalar atıyor. Erkeğinin görmek istediği kadınlardan biri olmuş. Ne kadar mutlu. Kıskanıyorum onu.
“Ayşe, bizi duymuyor musun?”
Neden sonra benden bir cevap beklediklerinin farkına varıyorum. Otelde kalma mevzusu olmalı. Ömer, hiç değişmemiş. Her zamanki gibi iş bitirici. Otel rezervasyonumu iptal etmiş. Gözlerinde beni tanıdığını ele veren en ufak işaret yok. Belki de gerçekten hatırlamıyordur.
“Yol yordu beni. Duş alıp yatacağım hemen. Otelde daha rahat ederim. Hem sizin düğün hazırlıklarınız vardır.”
Yok, beceremiyorum. Kelimeler ağzımdan çıktığı anda anlamını kaybediyor. Ömer kursa mesela aynı cümleyi, konu kapanır. Bay Konukapatıcı, Sözüstünesözsöyletmeyici. Kızıyorum kendime. Hay şu sosyal medyaya uyum sağlamayan benim... Kesin koymuştur, oraya nişan fotoğraflarını. Hiç bakmam ki başkalarının vıcık vıcık mutluluklarına, görmemişim. Yoksa gelir miydim? Neşe kendisine seslenen bir kadının yanına koşuyor. Arabanın başında kalakalıyoruz. Sanki “Gidelim.” demişim gibi kendimi arka koltukta buluyorum. Kemerini bağlarken teşekkür ediyor.
“Neşe'nin kafasını karıştırmaya gerek yok biliyorsun, o bir kazaydı.”
Hatırlamış demek.
Neşe yanımıza geliyor. Kentin tamamını tanıyor sanki. Az evvel yanından uzaklaşan kadını ve kızını anlatmaya başlıyor bir çırpıda. İnsanlarla ilgili bu kadar çok şeyi nasıl aklında tutuyor. Bana kimin evi olduğunu duymadığım bir evin perdelerini anlatıyor. Dinlemek istemiyorum. Gözlerimi
kapatıyorum. Uyuduğumu düşünürse susar belki. Gene ben böyle arka koltukta uyukluyordum. Aynı araba mı bu? Yok canım çoktan satmıştır. Yolda duruyoruz. Akşam yemeği için alışveriş yapacağız.
“Sardalya...”
Gerisini dinlemiyorum bile. Olur diyorum başımla. Değil mi ki sustum, bu saatten sonra ne çıkarsa bahtıma onu yaşayacağım. Balığın yanında rakı yerine şarap içeceğim, çoban salata yerine roka salatası, asma yaprağında sardalya yerine boklu kebap yiyeceğim. Onlar şarap seçerken oyuncak reyonuna gidiyorum. Kuzenimin kızı beş yaşına basmış. Hiç görmedim. Yarın uğrayacağıma söz verdim. Çocuklara oyuncak ve kıyafet seçme konusunda çok kötüyüm. Yardıma ihtiyacım var. Gözüme küçük bir kız kestiriyorum. En fazla üç olmalı.
“Bana yardım eder misin? Beş yaşında bir arkadaşım var. Ona ne alacağımı bilmiyorum. Sence beş yaşındaki kızlar neyle oynamayı sever?”
“Ben bilmem. Ben dokuz yaşındayım. Küçük değilim.” derken parmaklarını üç yapmış uzatıyor. İnanıyorum ona. Gözlerimden birkaç damla gözyaşı yuvarlanıyor ilkin. Kendimi tutamıyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Bana bakıyor. Bir süre sonra elinde mor bir fille dönüyor.
“Al!”
“Sever mi sence bu mor fili?”
Bence sever. Onun adı Morcuk.”
Annesi yanımıza yaklaşıyor. Kızının nasıl olup da bir yetişkini ağlatabildiğini kavramaya çalışıyor. Tedirgin, ürkek... Ne diyeceğini bilemeyen iki insan, birbirimizin yüzüne bakıyoruz. Yüzü insana güven veriyor. Şimdi beni evine davet etse, otursak karşılıklı, demli bir çay içsek, başlasam anlatmaya. “Ben,” desem “Korkunç bir şey yaptım. Yapmamam gereken bir şey.” Susuyorum. Açılmam gereken o değil.
“Sizi rahatsız etmedi umarım.”
“Yok bilakis küçük bir kız için hediye almama yardım etti.”
Ufaklık kime ait olduğunu bilmediğim bir market arabasının içine oyuncak taşıyor boyuna. Bebekler, legolar, yapbozlar, peluş hayvanlar... Annesi daha fazla kalmak istemiyor yanımda. Rahatsız ediyorum onu, belli. Elini tutuyor. Uzaklaşıyorlar. Konuşmalarını duyabiliyorum hâlâ.
“Yeter kızım. Oyuncak getirme daha fazla. Hadi gidiyoruz.”
Uzaklaşan adımlarını, sesini dinliyorum küçük arkadaşımın.
“Yeter değil anne! Beş yaşındaki kızlar çok oyuncak sever. Bir tane yetmez.”
Ağlayacak sanıyorum. Ağlamıyor. Annesi kim bilir ne ile kandırdı onu. Ardından bakıyorum. Beni çoktan unutmuşa benziyor. Annesine heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor. Neşe beni gördü. Uzaktan el sallıyor. Market arabası ağzına kadar dolu. Yanıma yaklaşıyor.
“İki şişe şarap aldık. Yeter mi?”
“Yeter değil Neşe!”
Derin bir nefes alıyorum. Bir yerden başlamalı.

*Bu öykü 8/1/2015 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlandı.
Morcuk çizimi: Burcu Firdevs Demirağ
http://parsomen13.blogspot.com.tr/2015/01/yeter-degil.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder