“Otelde kalmak da
ne demek! Hayatta bırakmam.”
İçimi bir sıkıntı kapladı. Nasıl reddedeceğim? Varlığımı
çoktan unutmuşa benziyor. Müstakbel kocasına ilkokul hâllerimizi
anlatıyor. Ne kadar da çok şey hatırlıyor. Geçmişimle aramda
kalın bir sis perdesi var. Sadece utandığım anları hatırlıyorum.
Birinci sınıfta tuvalete gitmek için izin almaya çekinince çişimi
altıma yapmam mesela. O piknik diyor, bir köye gitmiştik diyor,
ben bacaklarımın arasından yayılan sıcak ıslaklığı, sidik
kokusunu, dersin uzadıkça uzamasını, zil çalar çalmaz koşarak
uzaklaşmamı hatırlıyorum. Jimnastik yarışmasında aldığım
madalyadan bahsediyor şimdi de. Buzlu bir cam var aramızda sanki.
Anladığım ya da katıldığım yok. Ara ara bana yöneltilen
soruları cevaplıyorum, duyduysam...
“Ha
yok, yapmıyorum artık. Sadece yürüyüş yapıyorum. O da fırsat
bulursam.”
Spor
deyince aklıma tek gelen okuldaki ilk günüm. Beden eğitimi dersi
varmış o gün. Eşofmanla girilirmiş derse. Bilmiyorum ki, yeni
okulumda ilk günüm. Ders programından da haberim yok. Tüm sınıfın
önünde öğretmen neden üzerimi değiştirmediğimi soruyor. Başım
önde cevaplıyorum. “Babam almadı öğretmenim.” Yanaklarım
yersiz kızarıyor. “Okulda ilk günüm bilmiyordum, bir dahaki
derse giyerim öğretmenim.” diyemiyorum. Hâlâ anlatıyor Neşe.
Ne kadar da neşeli. Hep güzel şeyleri hatırlıyor. Sümüklü bir
kızdı ilkokuldayken. Dersleri de çok kötüydü. Şişe camı
gibi gözlükleri vardı. Ne zaman ona dörtgöz deseler sümükleri
aka aka ağlardı. Kollarına silerdi. Onunla oynamak istemezdim.
Elimi tutacak olsa oyunda yer değiştirirdim. Yerinde olsam, değil
ilkokul arkadaşlarımı düğünüme çağırmak Facebook'ta arkadaş
listeme bile eklemezdim. Gözlüklerden kurtulmuş, çizdirmiş
olmalı. Maviymiş gözleri, hiç fark etmemişim. O kötü anılarını
silmiş besbelli, sadece iyileri hatırlıyor. Ya ben? Yok işte,
olmuyor, zihnim bütün güzel anıları öğütüyor, geçmiş benim
için sayısız kötü hatıradan ibaret. O yüzden sevmiyorum geriye
dönmeyi. Neden geldim sanki? Açık havadayız ama nefessiz kaldım.
Derin derin soluyorum iyot kokulu havayı. Rahatlatmıyor. Oysa
Ankara'ya taşındığımdan beri yeniden denizi görmek, martıların
sesini duymak, iyot kokusunu içime çekmek, vapur düdüklerinin
sesini dinlemek, mutlu olmama yeterdi. Geçmişin kalın duvarına
tosladım yine, aşamıyorum. Hafta sonu iğrenç geçecek
hissedebiliyorum. Ne demeye erken geldim. Kısa bir tatil olurmuş
bana. Sanki Kuzey Ege'nin soğuk denizine girebiliyorum artık.
Alıştım uçağa atlayıp Antalya'nın hamam gibi suyuna girmeye.
İçim huzursuz.
Neşe'ye bakıyorum. Üzerinde derin v yakalı bir bluz var.
Narçiçeği renginde, yürüdükçe yürek hoplatan cinsten. Tam
Ömer'in sevdiği gibi. Gözlerinin etrafına kalın siyah çerçeveler
çizmiş. Nasıl da işveli kahkahalar atıyor. Erkeğinin görmek
istediği kadınlardan biri olmuş. Ne kadar mutlu. Kıskanıyorum
onu.
“Ayşe,
bizi duymuyor musun?”
Neden sonra benden bir cevap beklediklerinin farkına varıyorum.
Otelde kalma mevzusu olmalı. Ömer, hiç değişmemiş. Her
zamanki gibi iş bitirici. Otel rezervasyonumu iptal etmiş.
Gözlerinde beni tanıdığını ele veren en ufak işaret yok. Belki
de gerçekten hatırlamıyordur.
“Yol
yordu beni. Duş alıp yatacağım hemen. Otelde daha rahat ederim.
Hem sizin düğün hazırlıklarınız vardır.”
Yok, beceremiyorum. Kelimeler ağzımdan çıktığı anda anlamını
kaybediyor. Ömer kursa mesela aynı cümleyi, konu kapanır. Bay
Konukapatıcı, Sözüstünesözsöyletmeyici. Kızıyorum kendime.
Hay şu sosyal medyaya uyum sağlamayan benim... Kesin koymuştur,
oraya nişan fotoğraflarını. Hiç bakmam ki başkalarının vıcık
vıcık mutluluklarına, görmemişim. Yoksa gelir miydim? Neşe
kendisine seslenen bir kadının yanına koşuyor. Arabanın başında
kalakalıyoruz. Sanki “Gidelim.” demişim gibi kendimi arka
koltukta buluyorum. Kemerini bağlarken teşekkür ediyor.
“Neşe'nin
kafasını karıştırmaya gerek yok biliyorsun, o bir kazaydı.”
Hatırlamış demek.
Neşe yanımıza geliyor. Kentin tamamını tanıyor sanki. Az evvel
yanından uzaklaşan kadını ve kızını anlatmaya başlıyor bir
çırpıda. İnsanlarla ilgili bu kadar çok şeyi nasıl aklında
tutuyor. Bana kimin evi olduğunu duymadığım bir evin perdelerini
anlatıyor. Dinlemek istemiyorum. Gözlerimi
kapatıyorum.
Uyuduğumu düşünürse susar belki. Gene ben böyle arka koltukta
uyukluyordum. Aynı araba mı bu? Yok canım çoktan satmıştır.
Yolda duruyoruz. Akşam yemeği için alışveriş yapacağız.
“Sardalya...”
Gerisini dinlemiyorum bile. Olur diyorum başımla. Değil mi ki
sustum, bu saatten sonra ne çıkarsa bahtıma onu yaşayacağım.
Balığın yanında rakı yerine şarap içeceğim, çoban salata
yerine roka salatası, asma yaprağında sardalya yerine boklu kebap
yiyeceğim. Onlar şarap seçerken oyuncak reyonuna gidiyorum.
Kuzenimin kızı beş yaşına basmış. Hiç görmedim. Yarın
uğrayacağıma söz verdim. Çocuklara oyuncak ve kıyafet seçme
konusunda çok kötüyüm. Yardıma ihtiyacım var. Gözüme küçük
bir kız kestiriyorum. En fazla üç olmalı.
“Bana
yardım eder misin? Beş yaşında bir arkadaşım var. Ona ne
alacağımı bilmiyorum. Sence beş yaşındaki kızlar neyle
oynamayı sever?”
“Ben
bilmem. Ben dokuz yaşındayım. Küçük değilim.” derken
parmaklarını üç yapmış uzatıyor. İnanıyorum ona. Gözlerimden
birkaç damla gözyaşı yuvarlanıyor ilkin. Kendimi tutamıyorum.
Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Bana bakıyor. Bir süre sonra
elinde mor bir fille dönüyor.
“Al!”
“Sever
mi sence bu mor fili?”
Bence
sever. Onun adı Morcuk.”
Annesi yanımıza yaklaşıyor. Kızının nasıl olup da bir
yetişkini ağlatabildiğini kavramaya çalışıyor. Tedirgin,
ürkek... Ne diyeceğini bilemeyen iki insan, birbirimizin yüzüne
bakıyoruz. Yüzü insana güven veriyor. Şimdi beni evine davet
etse, otursak karşılıklı, demli bir çay içsek, başlasam
anlatmaya. “Ben,” desem “Korkunç bir şey yaptım. Yapmamam
gereken bir şey.” Susuyorum. Açılmam gereken o değil.
“Sizi
rahatsız etmedi umarım.”
“Yok
bilakis küçük bir kız için hediye almama yardım etti.”
Ufaklık kime ait olduğunu bilmediğim bir market arabasının içine
oyuncak taşıyor boyuna. Bebekler, legolar, yapbozlar, peluş
hayvanlar... Annesi daha fazla kalmak istemiyor yanımda. Rahatsız
ediyorum onu, belli. Elini tutuyor. Uzaklaşıyorlar. Konuşmalarını
duyabiliyorum hâlâ.
“Yeter
kızım. Oyuncak getirme daha fazla. Hadi gidiyoruz.”
Uzaklaşan adımlarını, sesini dinliyorum küçük arkadaşımın.
“Yeter
değil anne! Beş yaşındaki kızlar çok oyuncak sever. Bir tane
yetmez.”
Ağlayacak sanıyorum. Ağlamıyor. Annesi kim bilir ne ile kandırdı
onu. Ardından bakıyorum. Beni çoktan unutmuşa benziyor. Annesine
heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor. Neşe beni gördü.
Uzaktan el sallıyor. Market arabası ağzına kadar dolu. Yanıma
yaklaşıyor.
“İki
şişe şarap aldık. Yeter mi?”
“Yeter
değil Neşe!”
Derin bir nefes alıyorum. Bir yerden başlamalı.
*Bu
öykü 8/1/2015 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlandı.
Morcuk çizimi: Burcu Firdevs Demirağ
http://parsomen13.blogspot.com.tr/2015/01/yeter-degil.html
Morcuk çizimi: Burcu Firdevs Demirağ
http://parsomen13.blogspot.com.tr/2015/01/yeter-degil.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder