23 Ekim 2023 Pazartesi

Mektupmuş gibi

Ön açıklama: Bu aralar en sevdiğim, kendimi yazarken en rahat, içten hissettiğim yer, mektup satırları. O yüzden ekim ayının bu son iletisini bir mektup gibi yazmak istedim. 

Sevgili arkadaşım,

Ekimin son haftasındayız işte. Cumhuriyet'in kuruluşunun 100. yılının eli kulağında. Cumhuriyet'in doğduğu yere gidiyorum, Ankara'ya. 29 Ekim'e kadar kalamayacağım ama buradan daha canlıdır belki. Hoş benim bir renk, doku gördüğüm yok. Evden işe, işten eve. Bugün telefonla randevu aldığı için önceden muayene etme fırsatı bulamadığım, hastanın beyanına göre zaman ayrılan hastamla işim çarçabuk bitti. Sonraki hasta da erkenden çıkagelmez mi! Oturttum koltuğa. Eh onun işi de bitti. Kaldı mı 1,5 saat. Ankara öncesi almam gereken şeyler vardı. (Bu işler hep son dakika zaten. Yapacak bir şey yok) Atladım arabaya. Çarşıya express bir tur yaptım. Hızlıca alacağımı aldım. Döndüm. Son üç hastaya baktım. Birinin kızı yancı çıktı. Onu da muayene ettim. Tereyağından kıl çeker gibi bitti gün. İşler güçle ala! 

Yarın sabah uçaktan indiğimiz gibi doğru toplantıya. İki gün toplantı. Ardından Uluslararası Dişhekimliği Kongresi. (Diş hekimliğinin ayrı yazıldığını biliyorum elbette ama her nedense bizim birlik bir kez bunu birleşik kabul etmiş. Ne Leyla Erbil'iz ne de Saramago oysa. Ah ben bu kuralı bilmez iken bir kez uzunca süren bir toplantı tutanağında her birleşik yazılan diş hekimini ayırdıydım. Binbir zahmet. Üstelik nafile çaba) Cumaya kadar oralardayım anlayacağın. Planlarım var ama zaman ayırabilecek miyim hiç emin değilim. Perşembe akşamı kuzenlerle akşam yemeği var. O kesin. Leylak Dalı'nın bloğunda bahsettiği sergiyi gezmek istiyorum. Nasip! Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından Goethe Enstitüsü'nde düzenlenen serginin başlığı: "Almanca Konuşan Bilim İnsanlarının Ankara Günlükleri".  (bağlantıda ise sergi açılışında yapılan panelin videosu var. Henüz izlemedim ama görünce paylaşmak istedim) Nazilerden kaç an bilim insanlarının Türkiye üniversitelerine, bilimsel çalışmalara katkısı ortada. Diş hekimliği camiasına katkı sunan Alfred Kantorowicz vardır örneğin. Sosyalist ve Yahudi olduğu için Bonn Üniversitesi'nden atılıp önce cezaevinde, sonra toplama kampında tutulan Kantorowicz devrin en ünlü diş hekimlerindendir. Ünü Almanya sınırlarını aşan Kantorowicz, hem tıp hem de diş hekimidir ve Ord. Prof.dür. Onu toplama kampından kurtaran Atatürk'ün girişimleri olmuştur. Ata'nın ısrarlı takibi sonucunda ünlü profesör toplama kampından çıkmış, ailesi, asistanları ve kütüphanesiyle birlikte İstanbul'a gelerek İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'nin başına geçmiş, eğitimi üç yıldan dört yıla çıkarmış, yeni kürsüler kurmuş, Türkiye'de bilimsel diş hekimliğinin öncülerinden olmuş. Pek çok yayına imza atmış, kitaplar yazmış, fakülteye yeni akademisyenler kazandırmıştır. Türkiye'nin ilk kadın ortodontisti Ayşe Mayda örneğin. Uludağ'ın kayak merkezi olmasında  Kantorowicz'in katkısı varmış örneğin. Ayşe Mayda da hocasının yolundan gitmiş olmalı ki ülkemizde ilk kayak pantolonu giyen kadın olmuş. İlk araba şoförlüğü de cabası. Bugün bizim çabasızca elde ettiğimiz şeylerin arkasında hep öncü kadınlar var. Çağının önünde giden, kanatlanmış kadınlar. Yazacak, okuyacak çok şey var bu konularda öyle değil mi? İpin ucunu verdim. Gerisi sende arkadaşım. Merakın seni nerelere taşıyacak bilemem. 

Merak dedim de aklıma geldi. Yanıma alacağım kitabın doğuşu da hep meraktan. Ben demiyorum. Editör diyor, yayınevi diyor. İnanmazsan  arka kapak yazısını oku. 

“Yazar biyografileri çok ilgimi çeker. Yaşadıkları hayat kadar başka bir şey daha merakımı celbeder: Acaba yaşamının ne kadarını yazmıştır yazar kitabının başına? Ne kadarının yazılmasına müsaade etmiştir?... Bu, birazdan okuyacağımız metin için bize muazzam bir ipucu verir… O koskocaman sözcükler yığınına körlemesine dalmadan önce yazarın kendisinin yazdığı ya da yayımlanmasına izin verdiği haliyle biyografisi, en azından, bir mumluk ışık tutuşturur elimize.”

Böyle diyor Onur Çalı, kitabının bir yerinde. Ve tam da bu merakının peşinden giderek edebiyatın usta isimlerini, yapıtlarını, yaşamlarını büyüteç altına alıyor. Okuru, John Steinbeck’ten Bulgakov’a, Sevim Burak’tan Salâh Birsel’e, pek çok ustanın yer aldığı edebiyatın zengin topraklarında, uçsuz bucaksız coğrafyasında gezdirirken ele aldığı yazarların ve kitapların yüzeyinin altına iniyor, kâh bizzat yazarın kendisini, kâh sıradan bir olay diye okuyup geçtiğimiz ayrıntıları ya da kitabın omurgasını oluşturan konuyu bambaşka bir açıdan inceleyip o yazara ya da romana farklı bir gözle bakmamızı sağlıyor, yeniden tanıtıyor. Yazmanın, yazarlığın ne olduğu hakkında hem ele aldığı yazarların yazdıklarından yola çıkarak hem de bunları damıtıp kendi fikirlerini ekleyerek bizi –eğer yapmıyorsak– bundan böyle elimizdeki kitapları yazarı tanıyarak okumaya, yorumlamaya davet ediyor.

Onur Çalı'nın yeni deneme kitabı "Gemilerle Seyahat Eden Sözcükler"le seyahat edeceğim. Yazıların bir kısmını Parşömen Edebiyat'tan hatırlıyorum ama bir kitap bütünlüğünde okura sunulmasının tadı hem yazar için hem okur için ayrı. Bakarsın fırsat olur, kitabımı da imzalatırım. 

Merakla başlıyor çoğu şey. Bilim merakla başlıyor, sanat merakla, üretmek merakla. Merak uçarı kaçarı bir heves olur da aynı anda onlarca, yüzlerce meseleye konar ise işin sonu gelmiyor bence. Yüzlerce fikirden birine odaklanabilmek lazım, en azından bir sıraya sokabilmek, okumak, öğrenmek, özümsemek, üretmek... Bloğumun içinde yüzlerce, abartmıyorum, 527 tane taslak var. Çoğunda çamışım sayfayı dizmişim kelimeleri ardı sıra, bir başlayayım, gerisi gelir demişim, sıradanın içinden özelleşememiş, kalmış, gidememiş daha fazla. Arada kalan tek tükte ise internette gördüğüm, merak ettiğim kimi hususlar var. Unutmayayım diye yazdığım kelimeler öbeği. Bu güz ve kış onları yeniden okuma ve peşine düşme zamanı yaratırım belki. En azından girişlere bakar, taslaklarda dahi saklanmasına gerek kalmayacakları silerim. Çünkü temizlik her yer için geçerli. 

Senin bir çırpıda okuduğun bu satırlar için ne kadar zamandır çalışma masamda oturuyorum, hesap etmedim. Ancak belimin, sırtımın ağrıdığını hissedebiliyorum. Gerinmek, esnemek, dinlenmek istiyor bedenim. Belki de yüzmek. Suyun içinde olmanın dayanılmaz hafifliği. Bavulun içine mayomu da attım. Mesele yüzmekse, her zaman hazırlıklı olmak gerek. Öyle değil mi? Söylesene senin yaz demeden, kış demeden valizine attığın en absürt şey ne? Benimki muhtemelen mayo. Hamam olur, kapalı havuz olur, göl olur, plaj olur, bir fırsat olur ve yüzerim, yüzmek isterim. Yorgunluğum gitsin diye, stresim vücudumdan aksın diye. Uzun uzun spor niyetine değil, dal çık rahatla. Ruhun hafiflesin hesabı. 

Geldik yine ruhu hafifleten eylemlere. İlki yazmak. Beni okuyorsan iyi bilirsin. İkincisi, üçüncüsü nedir öyle pat diye sıralayamam ama su olmak, suyla olmak var ondan eminim. Ben kızımı bile böyle büyüttüm. Baktım canı sıkkın, ne yapacağını bilemez halde. Soydum koydum küvetin içine. (Doğduğu evde küvet vardı) Leğene su, eline sünger verdim. İsminin anlamını boşa çıkarmadı. Sevdi o da suyla oynamayı, sudan gelen rahatlamayı. Sırtımın ağrısı dayanılmaz. Satırlarıma son vermek zorundayım. Önce bir bardak su içeceğim. Sonra sıcak duşun altına gireceğim. Sonra tırnaklarımı da törpülerim belki. Kimi kısa kimi uzun zira. 

Yeniden buluşana dek her şey gönlünce olsun arkadaşım. 

2 yorum:

  1. Ağrımayan yeri yok kimsenin benimde mide ağrım çok olur. son yıllarda migrende oluştu. geçer gider inşallh

    YanıtlaSil