28 Ocak 2020 Salı

Nasıl Yazar Oldular? (42)

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun. 



                                   


                                               Yazarlığa Reddiye 
Bugün hayal etmesi bile zor geliyor ama bilimi büyücülüğe borçluyuz. Bilim tarihçilerine göre Rönesans’la beraber Antik Yunan bilgeliği yeniden keşfedildiğinde büyü geleneği de canlanmıştı: Söz gelimi kurşunu altına çevirecek olan “felsefe taşı” arayışı öyle yaygındı ki Isaac Newton ve (modern anlamdaki ilk “bilimler akademisi” olan) Royal Society’nin kurucularından Robert Boyle gibi isimler bile çalışmalarının ciddi bir kısmını bu işe ayırmıştı. Yine Alman simyacı Hennig Brand da felsefe taşını bulacağım derken fosfor elementini bulmuştu mesela. Sonradan “modern bilimin öncüleri” olarak taltif edeceğimiz bu Rönesans büyücüleri “doğaüstü”nün peşinde değildi aslında. İnançlı kimseler olarak doğaüstü gücün ancak Tanrı’da olduğuna inanıyorlardı. Onlar nesnelerde zaten var olan gizli güçleri ortaya çıkarmanın peşindeydiler. İşte böyle, simya gibi olmayacak işlerin peşinde koşarken doğa felsefesini, ampirik bilimsel metodu, modern tıbbı geliştirdiler. İyi bir iş mi yaptılar? Büyük ihtimalle. Peki, muhteşem insanlar mıydı? İşte orası biraz muğlak.
Söz gelimi bir “sir” olarak Newton elitistin önde gideniydi. Ona göre öyle her önüne gelen büyüyle uğraşmamalıydı, o iş kendisi gibi Tanrı’yla ayrıcalıklı bir ilişkisi olan insanlara has olmalıydı. Dönemin yoğun teolojik tartışmaları içerisindeyse (siyasal olan her şey teolojik olarak ifade ediliyordu) büyü gücünün bir avuç ayrıcalıklı şahsın elinde olmadığını, her insanın büyü yapabileceğini savunan insanlar –neyse ki–  bulunuyordu. Fakat ne yazık ki yeterince güçlü değildiler: 1660 yılında kurulan Royal Society’ye 1945 yılına kadar kadın üye kabul edilmeyecekti. Buradan bakınca, “modern” bilimi kimin kurduğu işi epey tartışmalı bir hal alıyor sanırım. Kadınlara veya “Allah’ın sevgili kulu” olmayanlara bilim kapısını kapatan bir düşünce sistemini bugünden bakınca pek de “bilimsel” bulmak mantıklı değil zira.
Benden nasıl yazar olduğum üzerine yazmam istenince bu uzun girizgâhı yapma gereği duydum, çünkü yazarlık müessesesine olağandışı anlamlar atfedilmesi gibi ciddi bir sorunumuz olduğu kanısındayım. Artık kapitalizmin emrindeki bilimden umut kesildiğinden olsa gerek, günümüzde pek çok insan (ne yazık ki en başta da bizzat yazarlar) yazmayı hipnotik, sağaltıcı, gaipten haber veren, dünyayı değiştiren, firavunlar deviren, kısacası “büyülü” bir eylem olarak görme eğiliminde. Tabiatıyla yazarlık da bir tür şamanlık, büyücülük, peygamberlik mertebesine yükseliyor, “ve yaratan ve kahreden ki yazarlardır” demeye getiriliyor handiyse. Hal böyle olunca da edebiyat camiası sanki ana rahmindeyken kendisine seçilmiş kişi olduğu müjdelenmişçesine yazar olacağının öteden beri farkında olanlardan, askerliği kebap yere çıkan turizm jandarması misali dünyayı değiştirme vazifesini yazarak yerine getirenlerden, üzerlerinde hiç bozuk taşımadıklarından topluma borçlarını mecburen büyük edebiyatla ödeyip para üstü bekleyenlerden, eserlerinin hikmetine vakıf olacak o imkânsız okuru ararcasına verdiği fotoğraflarda mütemadiyen ufukları tarayanlardan geçilmiyor. Evet, çağdaş yazarlar olarak modern bilimin kurucularına çok benziyoruz; bu yola akıl mantık dışı ereklerle çıkmış olsak da düşe kalka ilerliyoruz, “kelimelerin gizli gücü” gibi saçmalıklara inansak bile insan yaşamına eşsiz değerler katıyoruz. Fakat gözümüzü ufuklardan bir an için çekip aynaya bakmayı başarırsak korkunç bir benzerlikle daha yüzleşeceğiz: Seçkincilik illeti modern bilimin kurucularından bize de bulaşmış, insanın ve doğanın sırlarını oyuncak gibi kurcalamaya cüret eden zihinlerimiz aslında yazma yetisinin de tıpkı bilim gibi her insana içkin bir güç olduğu gerçeğini idrak edemeyecek kadar hasta.
Şahsen sadece yazar değil, fotoğrafçı, sinemacı, poliglot, scuba dalışçısı, seyyah ve astronot da olmak isterdim. Ve olabilirdim de. Tıpkı diğer herkesin de olabileceği gibi. Yazar oldum, çünkü yazmak ne fotoğrafçılık veya sinemacılık gibi pahalı ekipmanlar, ne seyyahlık veya poliglotluk gibi süreğen bir boş zaman istiyor. Yazar olabildim, çünkü yazmak en demokratik sanatsal üretim biçimi. Bir kalem ve not defteri, ya da bir bilgisayar yetiyor. Yazar oldum çünkü –yukarıdaki bir ifademle kısa bir süre için çelişeceğim ama– bir yazar olduğumu öteden beri biliyordum. Ama –şimdi çelişkiyi çözüyorum– bir farkla: Aslında herkesin potansiyel bir yazar olduğunu da biliyordum. Herkesin potansiyel bir fotoğrafçı, sinemacı, poliglot, scuba dalışçısı, seyyah ve astronot olduğunu bildiğim gibi. Biliyordum ki milyonlarca insanın yazmak gibi en demokratik sanatsal üretimin dışında kalmış olması yazarlığın yalnızca seçilmiş kişilere has bir iş olduğundan değil, yazarları ayrıcalıklı kılan bir eşitsizlik var olduğundan.
Buradaki eşitsizliğin yazarın geldiği sınıfsal arka plan kadar, hatta ondan daha çok, yazının bir meta olmasıyla ilişkili olduğunu söylemem gerek. Dolayısıyla, “Ayrıcalıklıyım çünkü alt sınıftan gelmiyorum,” değil, “Ayrıcalıklıyım çünkü yazdıklarıma bir piyasa değeri atfedildi,” diyorum. İnsanların hayallerini, düşüncelerini, tecrübelerini, rüyalarını ya da uydurduğu hikâyelerin değerini tartacak teraziler olsaydı bile serbest piyasa bunların en hilelisi olurdu herhalde. Elbette herkes “iyi” yazamıyor olabilir ama herkesin iyi yazmak zorunda olduğunu kim söylüyor ki? Ne de olsa Einstein olamayacak diye bir insanın üniversiteye girme hakkı elinden alınabilir mi?
Ve yazar oldum, çünkü bütün insanların yazma potansiyelini açığa çıkararak “yazarlık” denen ayrıcalıklı müesseseyi ortadan kaldıracak o günün geleceğine inanıyorum ve haksızca edinilmiş yazarlık ayrıcalığımı insanları buna ikna etmek için kullanmak istiyorum.
Bir bakıma evet, dünyayı değiştirme vazifemi yazarak yerine getirdiğime inanıyorum, “askerliği kebap yere çıkan turizm jandarması misali”. Fakat Allah sizi inandırsın, son kurşunu kendime saklıyorum.
Hakan Sipahioğlu
*Bu yazı ilk kez 23/12/2019 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder