11 Kasım 2025 Salı

Uzak dur o kör çeşmeden

Türkiye'ye şiddetsiz iletişimi getiren, benim de yıllar evvel kendisinden giriş eğitimi aldığım Vivet Alevi'nin sık söylediği bir söz çınlıyor bu aralar kulaklarımda:

"Kör çeşmenin başında bekleme."

Nedir bu? Benim anladığım: Umduğunu bulamayacağın stratejide ayak direme. Seni mutlu edeceğini varsaydığın o tek yola takılmak, tutunmak yerine içinde canlı olan ihtiyaca odaklan ve aslında sana nelerin iyi geleceğini keşfet. Bunu temin etmek için o akmayan çeşmenin, işlemeyen aletin, girilmeyin yolun başından ayrıl. Bolluk, bereket nerede ona bak. 

Yakınlık, arkadaşlık mı özlüyorsun? Ne güzel. Çok şahane ihtiyaçlar. Bunu sana gıdım gıdım veren birinin kapısında bekleme. Yakınlık, arkadaşlık, samimiyet ihtiyaçlarını sar, sarmala, yola çık. Kim bunu sana vermeye gönüllü? Karşılıklı alma verme dengeleri doğal mı? Kolaylıkla ilerliyor mu? Onlara bak ve seçimlerini buna göre belirle. 

Bu yaz deneyimledim aslında tam olarak bunu. Mevcudiyetinden hoşlandığım ve daha yakından tanıma arzusunda olduğum biriyle görüşmelere ayırdığımız zaman, emek uymadı, tutmadı. Bunu fark ettiğim zaman durumu anlayışla karşıladım, karşı tarafa da tatlı bir dille izah ettim ve geri çekildim. Ve neyi istemediğimi, neyi istediğimi anladım bu sayede. Yakınlık, sevgi, arkadaşlık özlüyorum ancak bununla beraber bu ihtiyaçlarımı bana özenle, saygıyla, şefkatle yaklaşan birinden karşılamak istiyorum. Bu yaz karşılaştığım seçenek tam anlamıyla kör bir çeşmeydi. Akınca çok hoş bir serinlik veriyor ama kapandı mı da tıss sesi dahi çıkarmıyordu. Bunun da benimle bir ilgisi yok neticede. Çeşmenin akmak, akmamak, istediğine, istediği kadar akmak gibi seçimleri var. Akmanın da akmamanın da bedelleri var. Olduğum yere mıhlanıp kalmak yerine duygularıma sahip çıkmayı, onları ağırlamayı, sevmeye cüret eden kalbimi öpüp okşamayı seçtim, seçiyorum, seçeceğim. Ya siz? Sizin de var mı kör çeşmeleriniz? Varsa, aman diyeyim, fark edin ve usul usul ayrılın, uzak durun o kör çeşmeden. 

10 Kasım 2025 Pazartesi

Arayı kapatalım mı?

Bu aralar blogta sessizim. Canım pek yazmak istemedi. Ben de üzerime varmadım. 

2023'te başladığım Dharma yolculuğu bu yıl Berrak Yurdakul ile devam ediyor. Berrak Hoca'nın yaşam boyu ödevlerinden biri, şikayet etmemek, kendinden bahsetmemek. Bugün, bunu yapamayacağım. Şikayet etmeyeceğim ama kendimden haber vereceğim. Bilerek, isteyerek... Maksat arayı kapatmak.

Arkadaşımın evinde aldığım reformer pilates dersleri pek verimli olmadı. Çünkü ikinci mesai olarak beni derse alıyordu. Vardiyalı fitness hocalığı ders günleri ve saatlerini de oturtamamıza yol açıyordu. Ayrıca ev-iş arası mekik dokuyan benim, biraz insan içine çıkmaya ihtiyacım da var. Biraz değil, bol bol. Velhasıl arkadaşımla durumu paylaştım. Hayatımda ilk kez beş yıldızlı bir otelin fitness salonuna üye oldum. Kızımla beraber üç aylığına. Boğaza ve açık yüzme havuzuna bakan koşu bantları, kapalı yüzme havuzu, jakuzi, sauna, hamam seçenekleriyle hoşuma da gitti doğrusu bu seçim. Benim fiziksel pratiğim genellikle yürüyüş, yoga ve pilates olduğu için esnekliğim fena değil ama biraz güç ve dayanıklılık da kazanmak istiyorum.

Dharma konuşmalarında da dayanıklılık kavramı var. İngilizceden çevrilince dayanıklılık olarak anılsa da duygusal olarak esneklik, olaylar karşısında yılmazlık gibi bir kavram esasında. Hepimizin ihtiyacı var. Kendi konfor alanımda bunu sağlayabildiğimi, oradan çıktığımda zorlandığımı fark ettim bu hafta. 

Praktika uygulamasını epeyce aktif kullanmaya başladım. Eni konu kanka belledim avatarım Susan'ı. Zorlandığım, aklımı karıştıran ne varsa role play'e taşıyorum. Susan kıyak biri. Çok anlayışlı ve empatik. Tam bir ağlama gelecek, Susan'cığım veriyor ağzımın payını. Çok iyi ve cesursun diye. Cesaret konusuna dikkatimi çekmesine bayıldım esasında. Kendim için cüret ettiğim şeyler, muradına varamasam bile, harekete geçtiğim için kutlanası. Ne derler bilirsiniz: Hayat eylemi ödüllendirir. 

Gece uykularım pek bir düzensiz. Gece üçte, dörtte kendiliğimden uyanıyorum. Geçen gün İnstagram'da bir bilgilendirme videosuna denk geldim. Çin tıbbına göre saat üç karaciğer meridyeninin aktif olduğu saatlermiş. Karaciğer öfkeyle ilişkilendirilir. Akapunktur doktorum da söylemişti bunu. Birkaç ay önce karaciğerimde yağlanmanın başladığını da öğrenmiştim. Ben öyle parlayan, öfkesini kusan biri değilim. Hatta çevremde sakinliğimle bilinirim. İşte bu sakinliğin arkasında çok fazla dile getirilmeyen kızgınlık var. Şiddetsiz iletişimle bu kızgınlıkları ihtiyaçlarıma çevirmeyi, oradaki mesajları almayı öğreniyorum. Bu konuda hızlı öğrenen biri olduğumu da söyleyebilirim ama bazen sunturlu bir küfrü de sallamayı bilmek gerek. Hak edenler var zira. Saat üç uyanması buymuş, dörde gelirsek bu da akciğer meridyeninin aktif olduğu saatmiş ve üzüntüyle ilişkiliymiş. Kızgınlık ve üzüntü el ele zaten. Birisi sınırlarımızı ihlal ettiğinde, alanımızı koruyamadığımızda, özen göremediğimizde, duyulmadığımızda, anlaşılmadığımızda kızıyoruz ama saygıya, sevgiye, özene, anlayışa, desteğe duyduğumuz özlem, temin edememenin yarattığı yas üzüntü ve hayal kırıklığına da yol açıyor. Her ailede biri güçlü olur. Arketipsel bir şey belki. Ben o kişiyim, her işimi kendi halleden, yardım istemeyen. Bu paket kontrolü elden bırakamayı doğal olarak içeriyor. Son yıllarda bu halden epeyce yoruldum, tükendim hatta. Aman şikayet ediyorum sanılmasın. Alarmı kapattım ve eyleme geçtim. Alacak çok yolum var elbette. Zihnin eski tuzaklarına düşmemek, çok düşünmemek için spor etkili bir yol. Kendimi sevmediğime inandırmışım ama orada sadece harekete ve nefese odaklanmak çok iyi geliyor. Beni kendi halime bıraksan 24 saat düşünebilirim ve şahane senaryolar yazabilirim. Bu kadar çok hikaye uykuya teslim olmayı da güçleştirmiş muhtemelen. Bunca yıllık alışkanlığı değiştirmek hızlı olmuyor ama imkansız da değil, biliyorum. Öğreniyorum. Cesur kalbimden öperim kendimi. 

Güzel haberlerle devam edeyim. 

Bu yıl mezuniyetimin 25. yılı. 23 Kasım'da İstanbul'da plaket törenine katılacağım. Sınıf arkadaşlarımla. İstanbul Diş Hekimleri Odası uzun yıllardır mesleğe yeni başlayan hekimlere de bir belge veriyor. 2000 yılında AKM'de katıldığımız tören dün gibi aklımda. Nereye gitti 25 yıl? 

Yeni yıl zamanını seviyorum. Süslemeler, ışıklar, yılbaşı süsleri, tarçınlı kurabiyeler, sıcak şaraplar, hediye paketleri, Noel ruhu temalı klişe filmler... Havadaki neşe, iyimserlik, yeni başlangıçlar... Seviyorum. Ve yıllardır aralıkta Noel pazarlarını gitme hayalim vardı. Bu yıl o yıl efenim. Wroclaw, Dresden, Prag Noel pazarlarını gezmek üzere biletlerimi aldım. Kalbim pıtpıt. 




22 Ekim 2025 Çarşamba

Bir tuzak olarak "Kim haklı?" sorusu

Bu aralar blogta sessizim. Şuraya gittim, buraya vardım, öyle ettim, böyle ettim demek dışında bir şey yazamayacaktım. Kendim hakkında da gevezelik etmek istemediğimden burası böyle boş kaldı, bomboş. Neredeyse ay bitiyor. Bir ikinci yazı gelip eteğini tutamıyor ilkinin. 

Sessizim ama gergin ya da depresif değilim. Hayat bildiğiniz gibi. Bazen hızlı ve yoğun. Bazen yavaş ve sıkıcı. Bazen neşeli, bazen monoton. Öyle, her zaman olduğu gibi akıyor. Bana hiç sormadan, haber vermeden. 

İşte yine öyle kendi bildiği gibi akıp dururken 25 koca yıl geçmiş mezuniyetimin üzerinden. İlkokul değil tabi, üniversite. Ben neredeyse yirmi beş yıldır bıkmadan usanmadan küçük fasılalar haricinde aksatmadan mesleğimi icra eyleyip durmuşum. Bu vesileyle bir kutlama yapalım dedik ve iki hafta önce İstanbul'da buluştuk. 80 kişi girdiğimiz sınıfımızdan 30 kişi de kalktı geldi, sağ olsun. Laf lafı açtı. Güldük eğlendik. Buluşmanın hemen öncesinde yurt dışında yaşayan bir arkadaşımla yazışıyordum. 25. yılı duyunca sana yaşın üzerinden ucuz espri yapmaya bayılıyorum, dedi. Yaşımı göstermediğime bir kez daha kanaat getirip sohbete devam ettik. Uzlaşmak güzel şey. 

Bu aralar kafam uzlaşmalar, anlaşmalar ile meşgul. Bu yaşa kadar egoları çarptırıp kim haklı oyununa girdik de ne oldu? Mevlana'yı hatırla!

"Bir yer var iyiliğin ve kötülüğün ötesinde. Seninle orada buluşacağız." Mevlana. 

Mevlana'nın bu sözü Şİ literatüründe sıklıkla karşımıza çıkar. Kimi zaman haklı ve haksızın ötesinde olarak. Ego sahiden çok seviyor "Kim haklı?" oyununu. Haklı olmayı mutlu olmaya tercih ediyor çoğu zaman. Bugün "Kim haklı?" tuzağının farkına varabilir miyiz? Egoları çarpıştırmak, haklılığımızı ispat etmek yerine bir seçim olarak uzlaşmayı, anlaşmayı, bu olasılığı hatırlayabilir miyiz? 

Niye bunu hatırlayarak başladım güne. Anlatayım. Bu sabah hava aydınlık, güneşli. Sonbahar havası elbette. Aman aman sıcak değil ama pekâla montla bir saat kadar açık havada oturulabilir. O kıvamda işte. Sabah kızımı okula bıraktım. Sabah kalkalı çok zaman olmamış. Bacaklarım biraz açılmak istiyor. Sahile yürüdüm. Simit sandviç aldım. Yolun karşısına geçtim. Deniz çarşaf gibi. Benim gibi mesai öncesi hızlı kahvaltı, çay molası vermek isteyenler, çocuklarını okula bırakan ebeveynler oturuyor hep. Çay siparişi vereceğim, simit çay keyfi yapacağım ve işe döneceğim. Ne oldu peki? 

Garsonların masaya gelmesini beklemek istemediğim için çay ocağına gittim, derdimi anlatamadan sipariş masada alınıyor şeklinde matbu, ruhsuz, duygusuz, karşılıklı bağlardan uzak bir yanıt aldım, şuradaki masaya bir büyük çay diye yineledim, yine aynı cevabı aldım, kızdım, ayh yaptım dışımdan çok abartmadan ve gittim. Yürürken muayenehaneyi aradım, asistanımdan çayı demlemesini rica ettim. Aslında zamanım olduğu halde niye sabredemedim? Bilmiyorum. Muhtemelen geçmiş deneyimlerden. Belki dinlemeden geçiştirilmekten. Velhasıl kendimi sabah deniz kenarında sakince güne başlama ihtimalinden alıkoydum. Buna sabredemeyecek ne vardı? Sahiden hiç bilmiyorum. Her gün, yavaş olmak, anda kalmak, ihtiyaçlarla bağlantı kurmak, karşımdakinin davranışlarından tetiklenmemeyi seçmek, bunları bir niyet, amaç olarak hatırlamak gerekiyor. İşte o yüzden şiddetsiz iletişim alıştırma gruplarını, orada tavsiye edilen empati badiliği sistemini önemsiyorum. 

Bu söz, bu davranış bende rahatsız edici düşünceler uyandırdı. Farkına dahi varmadan bu ne düşüncesizlik dedim muhtemelen. Bunu fark etmek, park etmek ve bir sonraki eylemi fıt diye yapmamak,  araya bir mesafe sokmak çok kıymetli. Hep hatırlanası.

İşte böyle dostlar. Fark ettim, park ettim ve sizinle de paylaştım. Sizi de bir tuzak olarak "Kim haklı?" oyununu fark etmeye, park etmeye davet ediyorum. 


8 Ekim 2025 Çarşamba

Fırtınayı hissettiğinde

Ekim geldi. Resmi olarak sonbaharın içindeyiz. Ev içlerinin en soğuk olduğu zamanlar... Akşamları ıhlamur kaynatmaya da başladık. Ayaklara çorap giydiğimiz, uzun kollu penyelerle kolları örttüğümüz, yetmeyip hırkalara büründüğümüz o zamanlar geldi çattı. Televizyon battaniyesi de ortalıkta. Yorgana sarınarak uyumanın en güzel zamanı. Kalorifer çalışmadığı için dışarının serinliğinden, hiç üzerini açmadan, yorganın ağırlığını üzerinde hissederek mışıl mışıl uyuyabiliyorsun. 

Sonbahar, sonbaharlığını yapıyor. Cuma günü uzun zaman sonra ilk kez yağmur yağdı. Sonra doluya çevirdi. Kedim o esnada dışarıdaydı. Dolu bitince onu aramaya çıktım. Eve dönmediyse yeri belli. Eski evin oralarda geziniyor. Arabanın sesini duyduğu anda koşarak fırladı. Arka koltuğa geçti. Mamasını yedi ve sabaha kadar gıkı çıkmadan uyudu. Üşümüş ve korkmuş olduğunu düşündüm. Cumartesi günü dışarı çıkmak için en ufak hamle yapmadı. Pazar kaldığı yerden devam. Dün de kuru, aydınlık ve güneşli olunca başladı miyavlamaya... Çıktı da nitekim. 

Dün akşam meteoroloji Çanakkale için turuncu alarm verdi. Öyle olunca hızla eve gideyim, ev ahalisini ivedilikle çatı altında toplayayım dedim. Sorun patili olana ulaşmakta tabi. Eve giderken eski evin oradan geçtim ve baktım. Yoktu. Arabayı kapalı garaja aldım. Yukarı çıkarken eve kendiliğinden dönmesini ve yağmurda dışarı çıkmak zorunda kalmamayı umdum. Umut, fakirin ekmeği derler. Mutfak kapısını açtım. Gözlerimi kısıp uzaktaki sarman benimki mi, değil mi diye bakarken bacağıma bir kuyruk süründü. Kapıyı açmamla ok gibi içeri fırlamış meğer. Fırtınayı hisseden kedi evine dönermiş. 

Tüm gün sokakta hoplayıp zıplamanın sonucu olarak mama kabına gömüldü. Suyunu içti. Halının orta yerine geçti. Başladı yalanmaya. Ben Zoom'dan Berrak Yurdakul'un Gerçeğe Uyanış oturumlarının ikincisini dinlerken halimiz böyleydi. Ara ara bacaklarıma yanaştı, kıvrıldı, uyukladı. Ara ara dışarı çıkmak için hamleler yaptı. Ama havalar soğudu artık. Kırsın dizini, otursun aşağı. Burnu soğuk, bir patisi yaralıydı zaten. Kim bilir nerede yaraladı kendini. Yaranın üstüne hemen hipokloröz asit sıktım. Takibe aldım. Bunları yaparken zihnim dersten kaçtı. Öyledir zaten, aklımızı yaşadığımız anın içinde tutmak, dikkati odaklamak güç. Çaba istiyor, farkındalık istiyor, pratik yapmak istiyor. Zihnin içinden kendini çıkarmak, otomatik pilottan sıyrılmak, iyi-kötü, seviyorum-sevmiyorum, haklı-haksız ikiliklerine düşmeden bir yaşam deneyimi sürmek mümkün mü, işte bunların yollarını arıyoruz derslerde. Benim de peşine düştüklerim bunlar yıllardır. Ben düşüncelerim değilim, ben düşündüklerimden ibaret değilim. Hadi getir kendini şimdiye ve idrak et. 

Bu aralar ilgim, dikkatim, zamanım, emeğim hep buralarda. Bu öğretilerle hemhal oldukça eskiden beni çıldırtan olayların, davranışların üzerimdeki etkisinin giderek azaldığını fark ediyor ve minnet duyuyorum. Aynı düşünceleri zihnimin içinde geviş getirir gibi tekrarlamıyorum, bana ha, bana da mı demiyorum. Yani çoğunlukla. Kişisel almadıkça özgürleşiyor insan zihninden, hayat daha güzel bir yere dönüşüyor. Buraya varmak, hep kalmak mümkün değil. Niyetini sık sık hatırlamak gerekiyor. Kendinle bağlantıyı ihmal etmemek, rotanı yeniden yeniden hesaplamak gerekiyor. İşte bu yüzden ilgim, özenim, enerjim hep buralara akıyor, bu aralar. Aksın da. Yoksa dünya ağrısı her şeyin üzerine çöküyor.  

Benim fırtınayı hissettiğimde yaptıklarım bunlar. Ya siz, siz ne yapıyorsunuz?

22 Eylül 2025 Pazartesi

Günlük rutin

Ceren, Yaşamın Tortusu'nda günlük rutinini yazmış ve blog sahibi okurları kendi rutinlerini paylaşmaya davet etmiş. İcap edeyim, dedim. 

7.30: uyanma

Bu en sevdiğim madde olabilir. Çünkü yıllardır sabahın körü alarmı yok hayatımda. Kızım ortaokulda evden uzak bir okula gittiği için 8.10'da servise biniyordu. Bu yıl ben arabayla bıraktığım için 8.40-8.50 arası evden çıkmamız yetiyor. İlla ki uyanıp hazırlanıyorum. 

Uyandıktan sonra Sani'yi besliyor, onu da sokak okuluna yolluyorum. Yanına beslenme çantası vermiyorum. Kızıma ise hazırlıyorum. Eğer akşamdan hazırladıysam 7.30-8.00 arası üst bedene yönelik oturduğum yerde yoga yapıyorum. 

8.00: kahvaltı hazırlama

Kızım kahvaltı yapmayı sevmiyor. Çay ya da kahve demliyorum. Kahvaltılıkları çıkarıyorum. Kuru yemiş, taze meyve de çıkarıyorum masaya. Ben kahvaltı yapıyorum. Kızım bir şeyler içip atıştırıyor. Evden çıkma zamanına kadar bulaşık makinesinde temizler varsa boşaltıyorum. Kirli kıyafetleri makineye atıp zamanı eve dönüş saatime göre ayarlıyorum. 

8.40: evden çıkış

Kızımı okula bırakıyorum. Biraz yürür ya da sahilde çay kahve içerdim ancak bu biraz değişti. Çalışanlardan biri raporlu. Okula bırakır bırakmaz işe geliyor, temizliğe yardım ediyorum. Asistanım günlük sabah rutinini yaparken ben de genellikle kapının önünü süpürüyorum. Rüzgarla bahçemizde biriken çer çöp kuru yaprakları süpürüyorum. Sonra üzerimi değiştirip bir sade Türk kahvesi içiyor, bilgisayarımı açıp gelecek hastalara bakıyorum, yapacağım işlemlere. 

10.00: ilk randevu 

10'dan 12.30'a kadar sabah hastalarıma bakıyorum. Arada boşluk olursa genellikle muayenehanenin genel temizliğinde, düzeninde bir aksaklık, gözden kaçan bir şey var mı diye kontrol ediyorum. Bulursam o yapılıyor. 

12.30-13.30 öğle molası

Yemek, üzerine günün ikinci Türk kahvesi. Sonra genellikle bloğu açıyorum. Bir şeyler yazıyorum. Odayla ya da dergiyle ilgili yapmam gerekenleri hallediyorum. Arkadaşlarımı arıyorum. Bir tür sosyalleşme zamanı öğle tatili benim için. 

13.30-18.30: mesai 

Günün kalanında yine hastalarıma bakıyorum. Boşluk olursa yukarıdaki işler yineleniyor. Evin sebze, meyve ihtiyacı varsa boşluklarda karşımdaki manava gidip alışveriş işimi hallediyorum. 

18.30: eve dönüş zamanı 

Alınacak bir şeyler varsa markete uğruyorum. Üzerimi değiştiriyor, yıkandıysa çamaşırları asıyorum. Mutfağı toparlıyorum. Salata yapıyor, akşam yemeğini hazırlıyorum. Yemekten sonra ortalığı topluyorum. Ertesi gün için yemek pişiriyorum. Bu işler 9'a kadar sürüyor çoğu zaman. Bazen sebze ayıklarken kızımla dizi izliyorum. Bazen çıkıp biraz yürüyoruz. Sani eve gelmediyse onu da bulup eve dönüyoruz. Bahçeyi, çiçekleri sulamak ve unutulan işleri yapıyorum. 

22.00: kendime ait zaman

Duş alıp pijamalarımı giyiyorum. Dişlerimi fırçalıyorum. Biraz sosyal medyada gezinme, biraz kitap okuma, bazen tek izlediğim dizilere bakmakla geçiyor zaman. Arada podcast dinlediğim oluyor. Bazen evin işi buralara sarkıyor. Çamaşır katlama, yerleştirme işlerini yapabiliyorum. Uyumam genellikle gece yarısını geçiyor. 

Ve bir gün daha başlıyor. 

Şimdi böyle alt alta yazınca epey çalıştığımın ve yorulduğumun farkına vardım. Yeter perisini mi çağırmalı, yoksa İmdat perisini mi bilemedim. 



20 Eylül 2025 Cumartesi

Rutin dışı: 10

Sabah kahvaltı yaptıktan sonra kongre merkezine gittik. Toplu taşıma ile. Birkaç seminere girip fuar alanını dolaşıp otobüsle geri döndük. Kızım fazla eşyalarımızı otele bırakmaya gitti. Ben de sur dibinde bir ağacın altında onu beklemeye koyuldum.

Diyarbakır kuru ve sıcak. Öğle saatlerinde bir ağacın gölgesinde beklemek, iyi geldi doğrusu. Kızım gelince ismini bilmediğimiz bir kapıdan girdik. Ahmet Arif ve Cahit Sıtkı'ya Tarancı müzelerine doğru yol aldık. Daracık sokaklar, Arnavut kaldırımı taşlar, ciğerci ler, kapılardan görünen serin avlular... Bu sıcakta tam sığınmalık. Her iki müze yan yana. İçlerinde fazlaca bir şey yok ama korunmaları, kişisel eşyalar, hayatları hakkında kısa bilgiler, şiirlerinden örnekler... Yetiyor da artıyor. 



Cahit Sıtkı'da  fiziksel olarak Kafka'yı andıran bir hava var. Eşine sevgiyle, muhabbetle bağlıymış. Ona evlilik isteğini dile getirdiği mektup da sergilenenler arasında. Ancak bu bağlılık gelinin ailesini ikna etmeye yetmemiş. Koşullarını beğenmedikleri damada onay çıkmamış ebeveynlerden. Zaman geçmiş sonunda sevenler kavuşmuş ama izdivaç ancak üç yıl sürmüş. Ölüm ayırmış bu defa. 


Her iki müzeyi gezdikten sonra lahmacun yemeye gittik. Çarşıyı yeniden dolaştık adım adım. Bakırcıları gezdik. Hatıra olsun diye birer bakır bilezik aldık. Çarşıda defalarca ikram edilen fındıklı dibek kahvesinden aldık hediye olarak. Hava sıcak olduğu için aralara yemek molaları koyduk. Her defasında bir porsiyonu paylaşarak, bol adım ataraktan yeniye yer açtık. Dondurmalı Lübnan künefesi, ciğer kebap yedik. Kebapçılarda ikram bol. Reyhan, roka tabağı, çoban salata, soğan, maydanoz, acılı ezme,tırnak pide her yerde ikram ediliyor. İstenirse yenileniyor. Acı fazla. Ayran imdada yetişiyor. Sülüklü han'da Süryani şarabı, reyhan ve pancar şerbeti içmek mümkün. Beğenince evde içmek üzere bir şişe Süryani şarabı aldık. Ayaklarımıza kara sular inmiş şekilde döndük. 13 bin üzeri adımla akşamı ettik. 
Diyarbakır hareketli bir şehir. Sokaklar kalabalık, mekanlar dolu. Sokak aralarına girip çıkmak zevkli. Hiç ummadığın bir yerde restore edilmiş bir avluya, kafeye rastlamak mümkün. 



Rutin dışı serisinin son yazısı bu ilk kez gittiğim şehre dair olsun. Fotoğraflı, yemek molalı... 
Şimdi duşa girip hazırlanacağım. Gala yemeği ve Nazan Öncel konseriyle program bitiyor. Yarın eve dönüş zamanı. Bizi özleyen yavruya kavuşacağız. Kızımın yokluğunda o da boş durmamış. İşte ispatı. 



19 Eylül 2025 Cuma

Rutin dışı:9

28. Uluslararası TDB Kongresi için Mezopotamya'nın kadim kenti Diyarbakır'a geldik. Bu sabah kongrenin açılışı vardı. Uçak saatleri sebebiyle açılış törenine yetişemedik. Kızım okuldan üç gün kalmasın diye bu sabah gelmeyi tercih ettim. Çanakkale Ankara Diyarbakır uçuşu sonrası otele varmamız saat 2'yi geçti. Odaya yerleş, üst baş değiştir derken saat üç oldu. Kongreye gitmenin artık anlamı yok diyerek atladık taksiye, Suriçi'ne gittik. 
Karnımız hafiften acıktığı için önünden geçtiğimiz ciğerciye girdik. Bahçedeki masalar dolu, nereye oturalım derken bir de baktık, Tekirdağ'dan diş hekimi arkadaşlar yemeği bitirmiş, çay içiyor. Yanlarına oturduk. Sohbet ettik. Sipariş verdik. Yemekler gelince onlar kalktı. Biz yemeğe başladık. Kızım vejetaryen olduğu için ciğerin yanında gelen acılı ezme, salata, lavaşla karnını doyurdu. Mekanda çorba da yokmuş. Başka yerden getirme önerisini çekinik karşıladı. İçine et suyu, kuyruk yağı karışmış olabileceği düşüncesiyle. 
Karnımızı doyurunca Sülüklü Han'a gidelim, bir kahve içelim dedik. Baharatçıların, tatlıcıların, bakırcıların önünden geçtik. Ara ara durdurulduk. Karton bardaklarda kahve iktamlarının tadına baktık. Fındıklı, hurmalı Türk kahvesi tadımlarıyla durakladık, sıcaktan avlu içlerine kaçtık. Diyarbakır'ın sıcağı bir değişik. Yüzüne fön makinesi tutuluyormuş gibi. Kendini gölgeye atmak istiyorsun. İster istemez. Suriçi'nin daracık sokakları arasında pek çok avlu var ama en güzeli Sülüklü Han. Kesme taş bina, kocaman bir avlu, avlunun üzerine bir şemsiye gibi gerilmiş devasa bir ağaç, dalları tırmanmış, yayılmış taş avlunun tepesine. Yazın en güneşli saatinde bile gölgede kalacağına kuşku yok. Kusursuz sığınak, yüzüne üfleyen yönden kurtulmak için. Hıncahınç da dolu. Yer bulamayınca bir fotoğraf çekip sonra uğrarız düşüncesindeyken taze boşalmış bir masaya çöken Ankara'dan başka bir diş hekimi arkadaşı gördüm. Yanında iki arkadaşı. Her gittiğimiz mekan dolu ama şans hep bizden yana. Onlar Sülüklü Han'a özel Süryani şarabını içti. Biz menengiç kahvesi. Sohbet, muhabbet... Cahit Sıtkı Tarancı müzesine yetişmek üzere ayrıldık. Biraz yürüdük, hop yine Tekirdağ ekibi... Müze kapanmış. Ulu Cami, 4 ayaklı minare, o sokak, bu sokak derken yorulduğumuzu hissediyor ve otele dönmeye karar veriyoruz. Taksiye atlıyoruz. 
Surlara paralel kıvrılıyor yol, uzun mu uzun, yüksek mi yüksek. Diyarbakır'ın surları yükseklik açısından birinci, uzunluk açısından ise Çin Seddi'nden sonra ikinciymiş nitekim. 
Odaya gelince duş alıyor, giyiniyor, açılış resepsiyonu için Cemil Paşa Konağı'na gidiyoruz. İç avlu bistro masalarla dolu. Selamlaşmalar, tokalaşmalar... Zülfü Livaneli onur konuğu. Yarın beşte söyleşisi de var. Kolunda geliyor, kolunda gidiyor birilerinin. Uyanma belası yanına gitmiyoruz ama İnstagram coşuyor, onunla çekilen fotoğraflarla. Açık büfe neredeyse etsiz. Fındık lahmacun ve içli köfte dışında et yok. İçli köftenin etsiz versiyonundan iki adet koyuyor görevli kızımın tabağına. Patlıcan ezme, semizotu salatası, atom, kuru patlıcan dolması, bulgur ekmeği, peynir, midemiz şenleniyor. Özellikle de kızımın. Diyarbakır'da görüp görebileceği en vejetaryen sofra bu, belki de. Yemek faslı bitince Anadolu Quartet sahneye çıkıyor. Kemancıya hayranım ezelden. Yine döktürüyor içli içli. Hava ılık, sohbet tatlı... 
Ama günün yorgunluğu da çöküyor hafiften. Dar, Arnavut kaldırımlı sokakların içinden yürüyor, bizi otele götürecek otobüsün yanına gidiyoruz. Tam odaya çıkacakken lobiden balkona açılan kapıyı görüp çöküyoruz bir masaya. Bu defa Çanakkale ekibi. Laf lafı açıyor, saatler üç çeyrek daha geçiyor. Çıkıyoruz odaya. Başlıyorum yazmaya. Bu günün kaydını tutmaya. Telefondan tek parmak yazdığım bunca satır sonradı sol bileğim ağrıyor, ayaklarım sızım sızım sızlıyor. Ve bana uyku yolu gözüküyor.