Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.
Olmak ya da olmamak arasında
İki bin on üç
senesinde Gümüşlük Akademisi’nde Mario Levi’yle tanıştığımda otuz yaşındaydım.
On sekiz yaşımdan beri onun kitaplarını hayranlıkla okuyordum. Romanları ve
öykü kitapları vardı, benim için harika bir yazardı, onunla aynı odada oturup
aynı havayı solumak bile ne güzeldi. Bir gün hepimizi alt üst edecek şu cümleyi
kurdu, “Ben henüz yazar adayıyım.” Hayran olduğum kitapları kaleme almış olan, Türkçe
Edebiyatının önemli yazarlarından Mario Levi bize yazar adayı olduğunu söylüyordu.
Burada bize fark ettirmek istediği bir
nüans vardı, hem bize “Daha çok çalışın” mesajını veriyor hem de kendi sahip
olduğu değerli külliyatına rağmen mütevazi bir duruş sergiliyordu. O an Mario
Levi’yi neden sevdiğimi bir kez daha anlamıştım. O kış, kar soğuk demeden onun
derslerine gitmeye ve her ders ondan aldığım yeni bir öğüdü heybeye atıp
yazmaya devam ettim. Bir gün “Aman sakın ola paranızla kitap bastırmayın,”
demişti mesela; diğer gün “Hiçbir zaman satış kaygınız olmasın, isterseniz yüz
kitap satın, yüz haneye girmişsiniz demektir,” demişti. Bunları hiç unutmadım.
O yüzden izninizle bu uzun girizgah sonucu, bana yöneltilen soruyu “Nasıl yazar
oldum?” dan “Nasıl yazmaya başladım?” şeklinde değiştirmek ve üzerinde
durduğumuz yüzlerce yıllık dünya edebiyatı külliyatına da bir selam durmak
isterim.
Peki yazmaya
nasıl başladım? İlkokul üçüncü sınıfta günlük tutarak başladım ve hatta o
günlükleri hâlâ saklıyorum desem inanır mısınız? Sömestr tatilinde annemle, anneannemle
gezdiğim yerleri, çocuk gözümle gördüğüm tuhaf olayları anlattığım o günlükler;
kişisel tarihimde yazıyla ilk haşır neşir olduğum zamanlara işaret ediyordu.
Ortaokul yıllarımdaysa hayatıma şiir girmişti. Bu yaşımda bile canım ne zaman
sıkkın olsa açıp gülümseyerek okuduğum aşk şiirleri... Lise yıllarımda tiyatro
oynamaya ve sahnede olmaya merak sardığım için bu kez tiyatro metinlerine
yönelmiştim. İlk tiyatro metnimi yazdığımda Lise birdeydim. Türkçe Öğretmenim
saçlarımı okşayıp, “Yazmaya devam et ama daha güçlü şeyler yaz, hafif şeyler
olmasın,” demişti. Daha sonra hayatıma Virginia Woolf’un Dalgalar’ı, Mrs
Dalloway’i girmişti. Kütüphane rafları arasında daha sık vakit geçiriyordum.
Lise son sınıfa geçtiğimizde artık hepimizi saran üniversite sınavı telaşı,
yazmamı engellememiş, aksine kamçılamıştı. Yabancı Dil sınıfındaydım,
öğretmenlerimiz de yabancı uyrukluydu. Edebiyat öğretmenimiz bize Romeo ve
Jülyet’in balkon sahnesini orijinal dilinden okutuyor, Robert Frost’u, Emily
Dickinson’ı bize tanıtıyordu. Bunun yanı sıra İngilizce denemeler ve öyküler
kaleme almaya başlamıştım. Bunları kağıtlara yazıyor, eve gelip itinayla bir
dosyanın içine saklıyordum. Yazdıklarımı ne bir dergiye gönderiyor ne de bir
yerde yayımlatma hayali kuruyordum. Kendim için yazıyordum ve bu da beni
fazlasıyla tatmin ediyordu.
Üniversitede
Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünü kazandım. İngiliz Edebiyatı bölümünden
dersler alıyordum. Bir yandan Melville, Hawthorne gibi yazarları okuyor, diğer
yandan da Chaucer’ı, Sheakespeare’i çalışıyordum. Her şey rüya gibiydi, iyiydi
hoştu ama ben bunca edebiyat büyüğümün arasında yazdıklarımı nasıl
beğenecektim? Beni mütevaziliğe iten edebiyat fakültesi maceram sırasında binlerce
metin inceledik, kuram okuduk, göz numaralarımızı ilerlettik. Okulu bitirmeye
yakın hepimizi saran kaygı beni de sarmıştı. Bir edebiyat mezunu ne iş yapardı?
Ben de çoğu edebiyat mezununun yaptığını yapıp formasyon eğitimi aldım ve
öğretmenliğe başladım. Tam on sene! On sene boyunca İngilizce edebiyat dersleri
verdim. Oliver Twist, İnci, Bülbülü Öldürmek, Hayvan Çiftliği
gibi metinler okuttum ve edebiyattan hiç kopmadım.
Derken bir
gün, o zamanlar gittikçe popülerleşen bir iş yaptım ve kendime bir blog açtım.
Her gün işten geliyor, aklımda ne varsa, deneme halinde yazıyordum. Beş kişilik
çok yakın bir arkadaş grubum vardı, sadece onlara yolluyordum yazılarımı. Beni
beş kişi okusa ne olurdu sanki? Ben beş kişi için yazıyordum. Ta ki bir gün
onlardan biri sosyal medyada yazdıklarımı paylaşana kadar kendimi sakladım. O
zamanlar görünür ve okunur olmak beni hayli yoruyordu, sanki tanımadığım
insanların önünde çıplak kalıyordum. Anlatacak çok şeyim vardı ama sadece
kendime anlatmak istiyordum. Hikâyem çoktu, derdim, meselem çoktu. Tanımadığım
okurlarım olmaya başlamıştı, yazdıklarımı zevkle okuduklarını söylüyorlardı. Karnımda
kelebekler uçuyordu.
21 yaşımda
mezun olduğum edebiyat fakültesinden, ilk öykümü yayımlattığım 30 yaşıma kadar
hayatım sessizlik içinde geçti. Düzenli günlük tuttum, öykü yazdım, şiir
yazdım, roman taslakları çıkardım. Herkese “Bir gün kendi romanımı yazacağım,”
diyordum fakat cesaretimi toparlayamıyordum. İşte bu konuda bana yardımcı olan
da girizgah kısmında bahsettiğim Mario Levi oldu. Bir gün ona “Hocam ben bir
mübadele romanı yazmak istiyorum,” dedim. “Mutlaka o hikâyenin peşine düş,”
dedi. Ben de düştüm. İlk romanım Gitme
Gül Yanakların Solar’ı yazmama beni teşvik eden kişi Mario Levi’dir.
Yıllardır biriktirdiğim öykülerimi peşi sıra gün yüzüne çıkardım. Sinestezi
üzerine yazdığım ilk öyküm Cebimde
Senfoni, Varlık Dergisi’nde yayımlandığında bir daha bu yoldan
sapamayacağımı, geri dönüşümün olmayacağını biliyordum. Daha sonra sırasıyla 365, Her
Güne Bir Yazı ve Ufkun Öte Yanı
geldi. Can Öykü Gazetesi’nde, Edebiyatist’te birkaç öyküm daha yayımlanmıştı
hatta bir öyküm Nazım Hikmet Kültür Merkezi tarafından seçilip, Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor isimli
seçkiye dahil edilmişti ama ben kendimi roman türüne daha yakın hissediyordum.
Şimdilerde üzerinde çalıştığım romanımın ismi “Evvelbahar.” İlk buradan
duyurmuş olayım. Artık o on sene önceki ben değilim. Edebi ustalarıma saygı
duyuyor ve onların anısına saygı duyuyor ve daha çok çalışıyorum. Hedefim
sadece iyi metinler yaratmak. Bundan gayrı bir beklentim, isteğim, dileğim yok.
Öğretmenlikten istifa ettiğim güne asla pişman değilim. Severek, isteyerek bu
yola girdim. İşimden, kazancımdan feragat ettim, oğlumun saatlerinden çaldım
ama aksi mümkün değildi. Bir roman en az altı yedi kez yeniden yazılmadan
olgunlaşmıyordu, edebiyata çok emek vermek gerekiyordu, edebiyatın yan
dallarına, disiplinler arası sanatlara önem vermek ve onlardan beslenmek
gerekiyordu. Toplumsal meseleleri, dili kendine dert edinmek gerekiyordu.
Sabırla yürünen bu uzun yolun sonunda sizi alkışlamak için bekleyen güzel
okurlar bekliyordu. İşte ben esasen onların “Yazar oldun” cümlesini bekliyorum,
onlar diyene kadar da yazmaya çalışıyorum.
İrem Uzunhasanoğlu* Bu yazı ilk kez 10/Ekim/2019 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder