“Yaşamın
hızlı biçimde dönüşerek devam etmesi, kesitlerin, çatlakların her yeri sarmış
olması ve hemen her gün bu çoğulcu duruma tanık olmak beni, birbirleriyle
ilişkili olay ve durumları öykülemeye itiyor”
Söyleşi: Tuğba Gürbüz
Fotoğraf: İlker Gürer
M. Sait Taşkıran, bir modern
zaman seyyahı. Yollardan, tanıklıklardan, gözlemlerden, deneyimlerden el alan
öyküleri yoğun anlarla, ayrıntılarla dopdolu.
M. Sait Taşkıran bir olayı,
durumu ya da kahramanı uzun uzun anlatmıyor. Daha ziyade bir âna odaklanıyor.
Savaşları, yıkımları, kıyımları, kentsel dönüşümü ve bunların bireye
yansımasını bir ânın ve mekânın içinden duyuran öykülere imza atıyor. Taşkıran
ile NotaBene Yayınları'ndan çıkan ikinci öykü kitabı "Büyük Umutlar Müzikholü"
ve yazın anlayışı hakkında konuştuk.
Büyük Umutlar Müzikholü, Alberto Manguel’in “Kelimeler Şehri”
kitabından bir epigrafla açılıyor: “Kelimeler bize gerçekliği bağışlamakla
kalmaz, bizim için gerçekliği savunabilirler de.”
Bu
epigraftan yola çıkarak hayatı anlama, anlamlandırma çabası içinde hikâyelerin
ve kelimelerin sizdeki yerini öğrenebilir miyim?
Birkaç kez severek okuduğum,
kimi zaman referans olarak kullandığım kitaplardan biridir “Kelimeler Şehri”.
Aynı kitapta A. Manguel, dilin gerçekliği var ettiğinden, ortak paydamız
olduğundan söz eder ve canlandırma edimi olarak dil ile kurulan, anlatılagelen
hikâyelerin de iyileştirici, aydınlatıcı ve yol gösterici yönüne değinir. Benim
için de kelimeler, hikâyeler, dilin kendisi, durağan olmayan canlı edimlere,
aktarım özelliklerine sahip. Geçmişin, şimdinin en büyük tanığı olarak
kelimeler hem gerçekliği var eden hem de gerçek olarak bilineni değilleyen,
yineleyen çoğunlukla yenileyen organik bir yapıda. Bu anlamda hem sözlü hem de
yazılı edebiyatın anlatıları A. Manguel’in de dediği gibi geçmişi, bir dönemi,
şimdiyi yansıtan, taşıyan/aktaran, kelimelerden oluşuyor. Bir yerde akış-oluş
halindeki yaşamın hem kendisi hem de tanımlayanı, savunanı, yargılayanı.
Genelde “Okur-Yazar” ikilisi ile anlaşılmaya çalışılan metinlerin eksik ele
alındığını düşünüyorum; çözümlemeyi genişletmek için daha kapsayıcı, nüfuz
edici olması açısından “dil” bu ikiliye eklenmeli. Felsefi bir bakışa ihtiyaç
var. Öykü de bana göre dil ile birlikte gerçekliği bağışlayan, gerçekliği
savunan, temellendiren bazen de onu çürüten, temelsiz kılan bir yapıda
olmalı.
Atlas, Magma
gibi çeşitli dergiler için kent, kültür, doğa içerikli yazılar hazırlıyor,
dijital belgesel dergisi Postseyyah’ta
editörlük yapıyor, mitoloji, edebiyat, mekân, kent içerikli atölyeler
düzenliyorsunuz. Tüm bunların yazın hayatınıza katkısını nasıl
değerlendirirsiniz?
Kent, kültür, doğa, mekân
içerikli çalışmalar için yurtdışında ve özellikle yurtiçinde çok sayıda yolculuklarda
bulundum. Hem konuya hâkim olabilmek için yaptığım okumalar hem de sahadaki
tanıklıklarım, röportajlarım, gözlemlerim, edebiyata olan ilgim söz konusu
olunca, bana tarifsiz olanaklar sağladı ve sağlamaya devam ediyor. Mekânın
kendi bilgisine, sosyokültürel ilişki biçimlerine birebir tanık oluyorsunuz. Tanıklık,
yaşanmışlık olmayınca, günümüzün metropol yaklaşımları ile bakmaya çalışırsanız
çoğunlukla yanılırsınız. Dergilerde yayınlanan sosyokültürel çalışmalarım,
yolculuklardan edindiğim bilgiler ve okumalarım bir süre sonra da pratik bir
aktarım olarak atölye çalışmalarına dönüştü. Belgesel içerikli editöryel çalışmalar
da benzer içeriklere sahip başka konular hakkında bilgi edinmemi sağladı. Tüm
bunlar yazınsal üretim söz konusu olduğunda insanın, doğanın, mekân-insan
ilişkilerinin dönüşümleri hakkında güncel olanı takip etme olanağına dönüşüyor.
Öykülerde
mekânı ve kahramanı öne çıkaran zengin görsel anlatım dikkat çekiyor. Bu
anlatım tarzının bende uyandırdığı his şu oldu; sanki karşımızda bir fotoğraf
var ve yazar bu fotoğraftaki kesiti alarak genişletiyor, bir sahne kuruyor,
öykü kahramanlarını yaratıyor ve içinden olayın eksik bırakılmadığı hikâyeler
anlatıyor. İşin aslı nedir? Yazım sürecini ve yazı masasına çağıran tetikleyicileri
sizden dinleyebilir miyiz?
Anlatının mekânla ilişkisi
kurgusallığa ve tanıklığa göre değişir, ayrıca ikisi aynı öyküde de yer
alabilir. Yazarın yaklaşımı ve duruşu ile ilgili. Benim için mekân, mekânda yer
alan bütün detaylar anlatıda ayrı birer karakter. Örneğin bir çayhanenin
ortasında yanan soba, duvarda asılı çerçevesiz posterler, buğulanmış camlar,
çatlak duvarlar… Bunların her biri benim için öykünün birer karakteri olmasının
yanında yaşamın yalın imgeleri aynı zamanda. İçinde kendi anlamını, derinliğini
yaşanmışlıkla barındıran imgeler, diyebilirim. Mekânın kendisi böylelikle anlatının
hem var oluşsal yapısını hem de atmosferini belirler. Hatta insan ilişkilerini,
karakterlerin kişilik yapısını bile etkilediğini söyleyebilirim. Bütün bunlar
ben yazarken, çalışmakta olduğum öykünün önemli birer dinamikleri olarak yer
alıyor masamda. Bu kimi zaman böyle olsun diye değil kendiliğinden ortaya
çıkıyor. Yaşamın kendisi de öyle değil mi? Düşünmelerimiz, kararlarımız,
geçmişte, şimdide yaşadıklarımız, tanıklıklarımız biz farkında olmasak bile sayısız
iz bırakır benliğimizde. Ben de yazarken çoğunlukla bu kendiliğinden ortaya
çıkan refleksiyon halinden etkileniyorum; bu izler bir araya gelince de her
biri bilinçli düşünülmüş detaylardan oluşan bir fotoğraf çıkıyor ortaya. Aslında
bu üslubu, biçemi, yönelimi fotoğraftan ziyade fenomenolojik bir etkinlik
olarak epokhe(paranteze alma), sürmekte olan yaşamın bir kesitine-öncesini ve
sonrasını gözeterek, varoluşsal olanı dışlamadan- nüfuz etmek ve parantezi
açmak olarak değerlendiriyorum.
Sizi
etkileyen, yazın anlayışınıza yön veren yazarlar kimlerdir?
Edebiyatı ve felsefeyi eş
güdümlü, ilişkili düşündüğümden bu liste uzayabilir, bu nedenle ilk aklıma
gelenleri paylaşıyorum. Yabancı yazarlardan başlarsam; E. A. Poe, Borges,
Rilke, Nietzsche(ki bir yerde felsefesi edebi niteliktedir), Unamuno, W.
Benjamin, L. Aragon, A. Platonov, S. Beckett, A. Camus, Çehov, Kafka, S. Zweig,
Perec, K. Vonnegut, Deleuze, Derrida, G. Bachelard, R. Barthes, I. Calvino, E.
Galeono (ki tarih anlatıları edebi bir eser niteliği taşır). Türkçe edebiyat
için de Sait Faik, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Ferit Edgü, Bilge Karasu, Yaşar
Kemal, Onat Kutlar, Tezer Özlü, Sevgi Soysal, Oğuz Atay, Murathan Mungan…
Doğu
ile batı arasında bir köprü gibi uzanan, savaşlar, yıkımlar nedeniyle doğudan
batıya akan bir insan göçünün yüzlerce yıldır devam ettiği bir coğrafyada
yaşıyoruz. Sizin de yaşanan bu zorunlu göçlere kayıtsız kalmadığınız görünüyor.
Giritli mübadiller, Şengal’den kaçan Ezîdiler, Sur’da yaşanan kıyımlar, kentsel
dönüşüm nedeniyle dağılan aileler, yıkılan yuvalar öykülerinize konu oluyor.
Kısa öykü doğası gereği politiktir görüşüne katılıyor musunuz?
Yazma arzusunun, anlatı
oluşturma çabasının toplumsal olaylardan, bu toplumsal olayların insan yaşamına
yansımalarından bağımsız gerçekleşebileceğini düşünmüyorum. Bir yazar tanık
olduğu toplumsal olaylara, toplumsal dönüşümlere kayıtsız kalamaz, anlatıları
kişisel varoluş dünyasıyla sınırlı görünse de inanın o varoluşta yaşamın
devinim hali, oluşun biçimi yer alacaktır. Hangi döneme bakarsanız bakın o
dönemin edebi eserlerinde dönemin tanıklıkları, ahlaki ilişkileri, kişisel
çatışmaları, iktidar-birey ilişkileri ele alınır. Örneğin Marquez’in “Yüzyıllık
Yalnızlık” kitabında koca bir yüzyıla tanık olursunuz, Orhan Pamuk’un İstanbul
temalı kitaplarında İstanbul’un kent olarak yaşadığı dönüşümleri görürsünüz(bu
anlamda eserleri kent sosyolojisi özelliği taşır), Dostoyevski aynı zamanda
Çarlık Rusya’yı anlatır size, Kafka yalnızca bireyin iç dünyasını anlatmaz, o
dönemin Doğu Avrupa atmosferini, insan ilişkilerini, değerlerini ve bu ilişki
ağı içinde bireyin varoluş dünyasını irdeler. Son dönemlerde yaşadığımız
coğrafyada çok sayıda trajik olaya tanık olduk ve olmaya devam ediyoruz.
Teknoloji ve gelişmiş iletişim aygıtları sayesinde bu trajedileri hepimiz
gördük. Her şey gözlerimizin önünde oldu ve sıradanlaştı. Hiper gerçeklik
dünyasının belki de en acımasız hali bu. Ben de “Büyük Umutlar Müzikholü”
kitabımdan örnek verdiğiniz öykülerde gidip birebir gördüğüm, tanık olduğum
insanların yaşadıklarını ve yaşanan trajedilerin onların bireysel dünyalarına
yansımalarını-edebiyatın dil yaratma olanağını, özgünlüğünü gözeterek-
anlatmaya çalıştım. Bu örneklerin bağlamından ayrı olarak yazmak benim için bir
eylem aynı zamanda. Öykünün doğası gereği politik oluşu fikri daha uzun/derin
bir tartışma bence. Fakat anlatının kendi derdi, anlatıya kaynaklık eden
durumlar ve yazarın bu bağlamda tanıklığı, okurda bıraktığı etki, anlatıyı
pekâlâ-politika disiplininden apayrı biçimde, tavır olarak- politik kılar, diye
düşünüyorum.
Kitapta
bir hikâye toplayıcısı olarak yazarın metne dâhil olduğu Duyum Eşiği, Uğursuz Zaman
gibi öyküler de yer alıyor. Uğursuz Zaman
adlı öyküde “Peki, anlat ama hiç olmazsa iz bırakma, tamam mı?” diyen Veli’yi
ve “İçimde tutamam, saklayamam” diyerek öfkelenen anlatıcıyı görüyoruz. Yazım
sürecinde M. Sait Taşkıran nerede duruyor, kendisini bu iki kahramandan
hangisine daha yakın hissediyor?
Bahsettiğiniz öykülerde
anlatıcının ana karakter olması, diğer karakterlerle ters düşen diyaloglar
içinde oluşu yazarın apaçık biçimde metne dâhil olduğu izlenimi veriyor. Aslında
yazar, kurgusu, anlatı dili farklı olsa da yazdığı her metne dâhildir. Sizin de
dikkatinizi çektiği gibi bu iki öyküde anlatıcının öyküdeki duruşu, tavrı daha
başka bir biçimde görülüyor. Ben buna anlatıcının kendisiyle, karakterlerle,
öyküde anlatılan/irdelenen olay-durum karşısında bir “hesaplaşma” hali
diyebilirim. Kitabın son öyküsü olan Duyum
Eşiği’nde ana karakterin, içinde yaşadığı büyük kentin kaosuna
kapılmış insanlara, sosyal çatışmalara tanık olup gördüklerini, zaman ve
mekânın belirsizliğinde, düş ve gerçeklik halinin değişkenliği içinde
sorgulayışı anlatılıyor. Hesaplaşma fakat aynı zamanda anlamsızlığı gördüğü
anda kendi dünyasına kaçma, sığınma hali anlatılıyor. Uğursuz Zaman öyküsünde ise gördüklerini, dinlediklerini bir
başkasına anlatmamasını salık veren Çaycı Veli karakterine karşı anlatıcının
tavrı öne çıkıyor. Sus pus olmuş bireylerden oluşan bir toplumun yaşananları
görmezden gelmesi, yabancı olsa dahi bir başkasını da sessiz kalmaya zorlaması
durumu irdeleniyor. Serimlediğim bağlamların, iki farklı kahramanın da dışında yazım
sürecinde kendimi daha çok kahramanların tedirginliklerine, endişelerine,
kişisel çıkmazlarına, varoluşsal sancılarına yakın hissediyorum.
Öyküler
bittikten sonra “Epilog” ile son kez okurun karşına çıkıyor, bir sonu değil ama
öykülerin aktığı istikameti gösteriyorsunuz. Epilog fikri nasıl gelişti? Bu
bölümle neyi amaçladınız?
J. Conrad, yaşamın
epizotlardan oluştuğunu söyler bir yerde. Birbirinden ayrı görünse de ilişkili,
birleştirici birer epizot. Hem ilk öykü kitabım “Yıldızlı Gece”deki hem de
ikinci kitabım “Büyük Umutlar Müzikholü”ndeki öykülere baktığınızda öykülerin
başlangıcı ve sonu olmayan yapıda olduklarını görürsünüz. Öyküler genelde
olayın, durumun içinde bir yerde başlar, kategorik metotların dışında(yaşamın
kesitleri anlamında, epizotlar gibi) kendi akışıyla devam eder. Öyküyü de
kapsayan anlamıyla R. Barthes’in “yazı-metin bir çatlaktır, bir tmesis’tir,
bir yarılmadır” sözünü çok severim. İkinci
kitabımda yer alan öyküleri bitirdiğimde yine bütünlüğü ve
sürekliliği-sürükleyiciliği anlamında kitapta yer alan öyküleri hem anlam hem
de varoluş ilişkisi bağlamında birleştirmek, ortaya çıkan çatlağı, yarılmayı
daha da derinleştirmek istedim. Aynı zamanda öykü karakterlerinin, öykülerde
anlatılan olayların-durumların(öykü bitmiş gibi görünse de) yaşamın içinde
varlığını sürdürmekte olduğuna işaret etmek istedim. Kitabın sonuna da öykü
karakterlerinin yaşamlarının sonradan nasıl devam ettiğini, olayların,
durumların neye dönüştüğünü fısıldayan -son vermenin, sona ermenin dışında- bir
sondeyiş yani “Epilog” bölümü ekledim.
Bundan
sonra neler yazacağınızı merak ediyorum. Üzerinde çalıştığınız bir dosya var
mı? Teşekkürler.
Çalışmakta olduğum iki ayrı
roman dosyası var. Daha uzun soluklu çalışmamı gerektiren bu dosyalara mesai
ayırırken yazma eylemim kendiliğinden öyküye kayıyor. Bu ifadeden öykünün daha kısa sürede
yazılabileceği anlamı çıkmasını istemem tabi. Yaşamın hızlı biçimde dönüşerek
devam etmesi, kesitlerin, çatlakların her yeri sarmış olması ve hemen her gün
bu çoğulcu duruma tanık olmak beni, birbirleriyle ilişkili olay ve durumları
öykülemeye itiyor, diyebilirim. Sanırım romandan önce yine öykü kitabı ortaya
çıkacak.
* Bu söyleşi 4 Temmuz 2019 tarihinde Edebiyathaber'de yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder