"Aynı Dili Konuşsaydık Yalnızlığımız Azalırdı"
Klasik öyküdeki serim, düğüm, çözüm disiplini senin öykülerinde yer almıyor, ilk öykülerinden bu yana yer almıyor. Daha çok bir olgu, seni rahatsız eden bir durum, vicdanını sızlatan bir mesele üzerinden itirazını dillendiren kısa, yoğun öyküler yazıyorsun. Nasıl çıkıyor bu öyküler? Yazarken nasıl çalışıyorsun? Nereye gideceğini bilip çabucak oraya varıyor musun?
Yazar
sayısı kadar üslup sayısı vardır herhalde, en azından öyle olacağı umulur. Benim
deneyimim ve arzum hep şu yönde oldu: Uzun uzun anlatmamak. Kabaca söylemek
gerekirse, anlatmak yerine göstermek istedim hep. Hem öykü zamanı açısından hem
sayfa-sözcük sayısı bakımından kısa kısa öyküler yazıyorum. Memnunum da bundan.
Hasbelkader değil, bilinçli olarak yaptığım bir şey bu.
Yazma
anı da kıpkısa sürüyor bende. Oturuyorum ve yazıp kalkıyorum. Sonrası başka iş
tabii; demlenmesi, düzeltilmesi ve –iyi bir öykü çıkmadıysa ortaya– gözden
çıkarılması safhaları geliyor.
Hikâye etmekten uzak bir
anlatım dilin var. Öykülerini okuduğumda Necip Tosun'un Modern Öykü Kuramı kitabında karşılaştığım Robert Kelly'nin silinti
yaklaşımı üzerine söyledikleri aklıma geliyor: “Kurmacamızı oluşturmanın bir
yolu da silintidir. Yani okuyucunun beklentisi olduğu ama anlatılması zorunlu
olmayan parçaların öyküden ustaca atılmasıdır. Boşluğu gösteren tuvaller,
sessiz besteler, her şeyi tek bir görüntüyle resmeden epifaniler.” Sen de bunun
peşinde misin? Öykülerde silinti kavramına dair neler söylemek istersin?
Silinti
kavramından haberim yoktu ama benim öykü anlayışıma “cuk oturuyor” doğrusu. Mesele,
anlatılması zorunlu olmayan parçaların ne olduğuna karar vermek. Bazı yazarlar
için “anlatılması zorunlu olmayan parça” hemen hemen yok gibidir, her şey
anlatılması gerekiyordur onlara göre. Uzuun uzuun anlatırlar, güzel de anlatırlar,
okuruz, keyif alırız, mümkündür bu ama ne derler: Ben almayayım. Okurum ama
öyle metinler yazmak istemem.
Faruk
Duman, “Adasız Deniz” adlı deneme kitabında pornografik dil ve erotik dil
ayrımından açarak şöyle der: Eco,
pornografik romanın işleyişini ortaya koyabilmek için günlük dilden, yani
iletişimi sağlayan aktif dilden bir örnek verir: Sizi arayan bir arkadaşınıza,
tamam, on dakika sonra oradayım, dediniz. Ve telefonu kapattınız. Öyleyse bu
bir cümlenin içinde aslında pekalâ söylenebilecek başka şeyler de olmalıdır.
Sözgelimi, hazırlanacağınızı, belki saçlarınızı tarayacağınızı, bir şeyler
atıştıracağınızı, kırmızı ayakkabılarınızı giyeceğinizi, atkınızı da mutlaka
yanınıza alacağınızı da söyleyebilirdiniz. Ama söylemediniz. Çünkü, esas olarak
bütün bunları söylemeye kalktığınızda, doğrusu buna ömrünüzün yetip yetmeyeceği
bilinemez. Yine de, aslında salt “on dakika sonra oradayım,” demekle bütün
bunları da zaten söylemiş olursunuz. Bu yalnızca yazınsal metinleri anlamamızı
sağlayan bir veri değildir kuşkusuz, iletişimin bir gereği, hatta yapısıdır.
Yapıtın anlatımını pornografik yapan şey, bir cümleyi, bir paragrafı kurarken,
oluşturmaya çalıştığımız imajın, ya da hareketin bütün aşamalarını bir bir
sayıp dökmemiz olacaktır böylece. Bu her şeyiyle erotizme aykırıdır.
Başka
bir deyişle, mesele sadece uzunluk-kısalık meselesinden ibaret değil. Kısa
metinler de pornografik olabilir, uzun metinlerin erotik olanları da vardır. Ve
bu ayrımda benim safım çok net elbette: Erotizmin tarafındayım!
Aynı yazıda Robert Kelly kısa
öyküyü günümüze uygun bir anlatı türü olarak görüyor ve bunda televizyon ve
sinemayla büyüyen yeni nesil okurun aslında betimleyici açıklamalara çok da
ihtiyaç duymadığını, zaten bir ruh hâlinden başka bir ruh hâline, bir sahneden
başka bir sahneye, bir atmosferden başka bir atmosfere anında gitmeye alışık
olduğunu, hatta bundan hoşlandığını söylüyor ve devam ediyor: “Kısa kurmaca,
sinemadan, sinemanın bize sunduğu anlık görüntüleri kullanmayı öğrendi.” Senin
bu konudaki düşüncelerini merak ediyorum çünkü iyi bir sinema izleyicisi
olduğunu da biliyorum. Sinema izlemek, kısa öyküne ne kattı?
Robert
Kelly’nin söylediklerine benzer şeyleri başkaları da söylüyor. Ve fakat kitap
satışları, okunma oranları bu önermeyi doğrulamıyor galiba. Ben yakın
arkadaşlarımdan bile çok duyarım; “Keşke roman yazsan” ya da “Biraz daha uzun
yazsan keşke” derler. Uzun bir metinle hemhal olmak, mesela romanla, daha
kolay, daha keyifli gelebiliyor okura. Atmosfer yaratmak, okurun o atmosferin
içine kolaylıkla girebilmesi “anlatarak” yazılan, boşluğu ya da “silintisi”
olmayan metinlerde daha kolay. Tekrar olacak ama ben o yolu tercih etmiyorum.
Kısa
kurmacanın anlık görüntüleri kullanmayı sinemadan öğrendiği konusunda da kuşkuluyum.
Sinema yeni bir sanat sayılır. Oysa kutsal metinlerde, başka kadim yazıtlarda,
kıssalarda, fıkralarda, manilerde, halk türkülerinde, dualarda, bir takım
ritüellerde söylenen ezgilerde, yas tutma törenlerinde bu özellik sinemadan önce
vardı. Sinemadan çok öncelerinde de bu anlatımı, anlık görüntüleri, anlık
görüntülerin kuvvetli etkisini (nakavt etkisi) kullanmayı biliyordu edebiyat.
Sinema
çok büyülü bir sanat. Adı üstünde Büyülü fener. Anlatım olanakları edebiyata
göre çok daha fazla. Film izlemeyi seviyorum, takip ettiğim yönetmenler var,
onların filmlerini sevdiğim yazarları okur gibi izliyorum. Türk sinemasında da
çok iyi işler çıkıyor. Sinema benim öyküme ne kattı bilemiyorum ama beni
besleyen önemli kaynaklardan biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Kaplumbağa Makamı’nda da Japon yönetmen
Juzo Itami’ye ithaf ettiğim bir öykü var. Öyküyü filmlerinden birinden
esinlenerek yazmıştım.
Türk
sineması demişken, iyi işleri anmaktan imtina etmeyelim, Mehmet Can
Mertoğlu’nun Albüm (2016) filmindeki
üslup beni hayran bırakmıştı. Filmin bütünündeki ama bilhassa ofiste geçen,
izleyenler hatırlayacaktır, memurların uyudukları bir sahne vardır. Oradaki anlatımı,
atmosferi yazıyla oluşturabilmeyi çok isterdim.
Son
olarak: Sinema ve televizyonla büyüyen kuşağın yerini tabletle, telefonla
büyüyen, internetin içine doğmuş olan bir okur kuşağı alacak. Çok değil, on beş
yirmi sene sonra okuma eğilimlerini, şimdi çocuk olanlar belirleyecek. Bakalım
onlar nasıl metinleri tercih edecekler, görsel metinlerden başka bir şeyle
ilgilenecekler mi? Soruları çoğaltabiliriz, ömrümüz vefa ederse cevaplarını da birlikte
görürüz.
Kadim dini metinler
demişken öykülerde Bergama, Kuzey Ege, zeytin ağaçları, mitoloji ve Kutsal
Kitaplardan kıssaların bir dip suyu gibi aktığını görüyoruz.
Bunlar benim ilk kitabımdan beri görüş alanıma giren, zihnimi
meşgul eden şeylerden birkaçı. Kutsal kitaplara da her zaman ilgim oldu. Dinler
Tarihi bölümünde doktoraya başlamam bu metinlere daha çok eğilmeme vesile oldu.
Kutsal denilen metinler insanlığın en kadim metinleri. Mitoloji de öyle. Bunları
öykünün alanını genişletmek adına “kullanmak” hoşuma gidiyor.
Diğerleri de memleket icabı sızıyor galiba yazdıklarıma, ben de engel
olmuyorum, çünkü neden engel olayım, değil mi?
Kısa öykü, okurundan metne
katkı sunmasını bekleyen bir tür. Öykülerin gücü sadece anlatılan şeylerde
değil, anlatılmayan, gizlenen şeylerde de yatıyor. Bu anlamda da okura iş
düşüyor. Bu belirsiz bıraktığın, atladığın, eksilttiğin, okura bıraktığın
alanlar sende nasıl bir his bırakıyor? Yazarken okur buradaki sıkıştırılmış
anlamı çözer, yorumlayabilir, çoğaltır ya da buradaki anlamı çözemeyecek,
buraya bir ipucu daha ekleyeyim gibi düşünceler uyanıyor mu? Yazarken okurun
varlığını ne derece düşünüyorsun?
Yazarken
değil ama yayımlamaya karar verdiğimde (bir dergide ya da kitap öncesi aşamada)
okur aklıma hiç gelmiyor dersem yalan olur. Bazı öykülerde o endişe gölgesi
şöyle bir gelip geçiyor: Acaba bu anlaşılır mı? Okur bunu okuduğunda benim
oraya bıraktığım “şeyi” fark edecek mi? Nedir, anlaşılsın diye bir sözcük dahi eklediğimde canım sıkılıyor bu
sefer. O yüzden o endişeye pabuç bırakmıyorum. Anlaşılacağını umarak, olduğu gibi, ilk yazdığım şekliyle
bırakıyorum genelde.
Kitapta yer alan iki epigrafa
özellikle değinmek istiyorum. “Yani her şey, her şey yazılmak, yazılmak
istiyordur.” (İlhan Berk, Kült Kitap)
ve “Söz çoğaldıkça anlam azalır / Bunun kime ne yararı olur?” (Eski Ahit, Vaiz,
6. Bap) Onur Çalı öyküleri bu iki uç arasında salınıyor, tam da bu aralıktan
besleniyor diyebilir miyiz?
İlhan
Berk’in cümlesi yazma iştahıyla ilgili. Dünyadaki her nesneye yazılacak şey
gözüyle bakmaktan neşet ediyor. Yazma hevesi ve iştahı iyidir ama ifrata
kaçmamak lazım. “Siz nasıl bu kadar çok şey okuyorsunuz, ben yazmaktan vakit
bulamıyorum!” diyen yazarlar duydu bu kulaklar. Bir de tabii “her şey
yazılabilir” anlamına da gelir Berk’in söyledikleri. Yani her şey ama her şey
şiirin konusu olabilir. Berk kendi şiirini böyle örmüştür. O halde her şey
öykünün de konusu olabilir, öyküyle yazılabilir! Öykünün alanını genişletmeye
bakmalı, sınırlarını zorlamalı.
Peki
ama nasıl yapacağız bunu diye kendime sorduğumda da ikinci alıntıya gidiyorum
ben. Eski Ahit’in en güzel yazılmış bölümlerinden Vaiz’de, bilge bir üslup göze
çarpar. Vaiz’in hikmet dolu sözlerini kitaptaki iyicene kısa öykülerin olduğu bölümün epigrafı olarak kullanmam
bundandır. Demek ki haklısın, bu iki uç arasında dolaştığımı söylersem yalan
söylemiş sayılmam.
Babil Kulesi ve dillerin
doğuşu efsanesini yorumladığın “Babil Kulesi İnşaatından Sağ Çıkmış Duvar
Ustası Ozo’nun Hatıratı” öyküsü şu sözlerle bitiyor: “Bir zaman bakıştıktan
sonra sarılıp ağlaştık ve ayrıldık. Farklı yönlere gittik. Sandık ki bir
yerlerde dilimizden anlayan bulunur.” Bu ifade, kitabın geneline de sinen
hüznün, bireyin ve öykücünün yalnızlığının da tezahürü kanımca. Sen ne
düşünüyorsun, Onur? Bir yerlerde dilimizden anlayan bulunur mu?
Babil
Efsanesi (ve Laneti) çok ilgimi çekiyor. Elbette dünyada yaşayan hiçbir dilin
ölmemesini, farklı farklı dillerin konuşulmasını, hiçbir dilin
yasaklanmamasını, hep yaşamasını, bütün dillerde edebiyat yapılıyor olmasını
isterim. Ve fakat tercüme yaparken iyice farkına vardığım bir şey de şu: Birbirimizi
anlamak zaten aynı dil içerisinde bile yeterince zorken farklı dilleri
konuşuyor olmamız (tercümeye muhtaç olmamız) bunu neredeyse imkansızlaştırıyor.
Aynı dili konuşsaydık keşke. O zaman yalnızlığımız belki biraz azalırdı. Belki.
* Bu söyleşi 14 Nisan 2019 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır.
* Bu söyleşi 14 Nisan 2019 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder