5 Mayıs 2019 Pazar

Onur Çalı ile söyleşi*

Onur Çalı'nın dördüncü öykü kitabı Kaplumbağa Makamı Alakarga Yayınları'ndan çıktı. Onur Çalı ile yeni öykü kitabı ve öykü anlayışı üzerine konuştuk.

                                          "Aynı Dili Konuşsaydık Yalnızlığımız Azalırdı"



                             
Klasik öyküdeki serim, düğüm, çözüm disiplini senin öykülerinde yer almıyor, ilk öykülerinden bu yana yer almıyor. Daha çok bir olgu, seni rahatsız eden bir durum, vicdanını sızlatan bir mesele üzerinden itirazını dillendiren kısa, yoğun öyküler yazıyorsun. Nasıl çıkıyor bu öyküler? Yazarken nasıl çalışıyorsun? Nereye gideceğini bilip çabucak oraya varıyor musun?

Yazar sayısı kadar üslup sayısı vardır herhalde, en azından öyle olacağı umulur. Benim deneyimim ve arzum hep şu yönde oldu: Uzun uzun anlatmamak. Kabaca söylemek gerekirse, anlatmak yerine göstermek istedim hep. Hem öykü zamanı açısından hem sayfa-sözcük sayısı bakımından kısa kısa öyküler yazıyorum. Memnunum da bundan. Hasbelkader değil, bilinçli olarak yaptığım bir şey bu.

Yazma anı da kıpkısa sürüyor bende. Oturuyorum ve yazıp kalkıyorum. Sonrası başka iş tabii; demlenmesi, düzeltilmesi ve –iyi bir öykü çıkmadıysa ortaya– gözden çıkarılması safhaları geliyor.

Hikâye etmekten uzak bir anlatım dilin var. Öykülerini okuduğumda Necip Tosun'un Modern Öykü Kuramı kitabında karşılaştığım Robert Kelly'nin silinti yaklaşımı üzerine söyledikleri aklıma geliyor: “Kurmacamızı oluşturmanın bir yolu da silintidir. Yani okuyucunun beklentisi olduğu ama anlatılması zorunlu olmayan parçaların öyküden ustaca atılmasıdır. Boşluğu gösteren tuvaller, sessiz besteler, her şeyi tek bir görüntüyle resmeden epifaniler.” Sen de bunun peşinde misin? Öykülerde silinti kavramına dair neler söylemek istersin?

Silinti kavramından haberim yoktu ama benim öykü anlayışıma “cuk oturuyor” doğrusu. Mesele, anlatılması zorunlu olmayan parçaların ne olduğuna karar vermek. Bazı yazarlar için “anlatılması zorunlu olmayan parça” hemen hemen yok gibidir, her şey anlatılması gerekiyordur onlara göre. Uzuun uzuun anlatırlar, güzel de anlatırlar, okuruz, keyif alırız, mümkündür bu ama ne derler: Ben almayayım. Okurum ama öyle metinler yazmak istemem.

Faruk Duman, “Adasız Deniz” adlı deneme kitabında pornografik dil ve erotik dil ayrımından açarak şöyle der: Eco, pornografik romanın işleyişini ortaya koyabilmek için günlük dilden, yani iletişimi sağlayan aktif dilden bir örnek verir: Sizi arayan bir arkadaşınıza, tamam, on dakika sonra oradayım, dediniz. Ve telefonu kapattınız. Öyleyse bu bir cümlenin içinde aslında pekalâ söylenebilecek başka şeyler de olmalıdır. Sözgelimi, hazırlanacağınızı, belki saçlarınızı tarayacağınızı, bir şeyler atıştıracağınızı, kırmızı ayakkabılarınızı giyeceğinizi, atkınızı da mutlaka yanınıza alacağınızı da söyleyebilirdiniz. Ama söylemediniz. Çünkü, esas olarak bütün bunları söylemeye kalktığınızda, doğrusu buna ömrünüzün yetip yetmeyeceği bilinemez. Yine de, aslında salt “on dakika sonra oradayım,” demekle bütün bunları da zaten söylemiş olursunuz. Bu yalnızca yazınsal metinleri anlamamızı sağlayan bir veri değildir kuşkusuz, iletişimin bir gereği, hatta yapısıdır. Yapıtın anlatımını pornografik yapan şey, bir cümleyi, bir paragrafı kurarken, oluşturmaya çalıştığımız imajın, ya da hareketin bütün aşamalarını bir bir sayıp dökmemiz olacaktır böylece. Bu her şeyiyle erotizme aykırıdır.

Başka bir deyişle, mesele sadece uzunluk-kısalık meselesinden ibaret değil. Kısa metinler de pornografik olabilir, uzun metinlerin erotik olanları da vardır. Ve bu ayrımda benim safım çok net elbette: Erotizmin tarafındayım!

Aynı yazıda Robert Kelly kısa öyküyü günümüze uygun bir anlatı türü olarak görüyor ve bunda televizyon ve sinemayla büyüyen yeni nesil okurun aslında betimleyici açıklamalara çok da ihtiyaç duymadığını, zaten bir ruh hâlinden başka bir ruh hâline, bir sahneden başka bir sahneye, bir atmosferden başka bir atmosfere anında gitmeye alışık olduğunu, hatta bundan hoşlandığını söylüyor ve devam ediyor: “Kısa kurmaca, sinemadan, sinemanın bize sunduğu anlık görüntüleri kullanmayı öğrendi.” Senin bu konudaki düşüncelerini merak ediyorum çünkü iyi bir sinema izleyicisi olduğunu da biliyorum. Sinema izlemek, kısa öyküne ne kattı?

Robert Kelly’nin söylediklerine benzer şeyleri başkaları da söylüyor. Ve fakat kitap satışları, okunma oranları bu önermeyi doğrulamıyor galiba. Ben yakın arkadaşlarımdan bile çok duyarım; “Keşke roman yazsan” ya da “Biraz daha uzun yazsan keşke” derler. Uzun bir metinle hemhal olmak, mesela romanla, daha kolay, daha keyifli gelebiliyor okura. Atmosfer yaratmak, okurun o atmosferin içine kolaylıkla girebilmesi “anlatarak” yazılan, boşluğu ya da “silintisi” olmayan metinlerde daha kolay. Tekrar olacak ama ben o yolu tercih etmiyorum.

Kısa kurmacanın anlık görüntüleri kullanmayı sinemadan öğrendiği konusunda da kuşkuluyum. Sinema yeni bir sanat sayılır. Oysa kutsal metinlerde, başka kadim yazıtlarda, kıssalarda, fıkralarda, manilerde, halk türkülerinde, dualarda, bir takım ritüellerde söylenen ezgilerde, yas tutma törenlerinde bu özellik sinemadan önce vardı. Sinemadan çok öncelerinde de bu anlatımı, anlık görüntüleri, anlık görüntülerin kuvvetli etkisini (nakavt etkisi) kullanmayı biliyordu edebiyat.

Sinema çok büyülü bir sanat. Adı üstünde Büyülü fener. Anlatım olanakları edebiyata göre çok daha fazla. Film izlemeyi seviyorum, takip ettiğim yönetmenler var, onların filmlerini sevdiğim yazarları okur gibi izliyorum. Türk sinemasında da çok iyi işler çıkıyor. Sinema benim öyküme ne kattı bilemiyorum ama beni besleyen önemli kaynaklardan biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Kaplumbağa Makamı’nda da Japon yönetmen Juzo Itami’ye ithaf ettiğim bir öykü var. Öyküyü filmlerinden birinden esinlenerek yazmıştım.

Türk sineması demişken, iyi işleri anmaktan imtina etmeyelim, Mehmet Can Mertoğlu’nun Albüm (2016) filmindeki üslup beni hayran bırakmıştı. Filmin bütünündeki ama bilhassa ofiste geçen, izleyenler hatırlayacaktır, memurların uyudukları bir sahne vardır. Oradaki anlatımı, atmosferi yazıyla oluşturabilmeyi çok isterdim.

Son olarak: Sinema ve televizyonla büyüyen kuşağın yerini tabletle, telefonla büyüyen, internetin içine doğmuş olan bir okur kuşağı alacak. Çok değil, on beş yirmi sene sonra okuma eğilimlerini, şimdi çocuk olanlar belirleyecek. Bakalım onlar nasıl metinleri tercih edecekler, görsel metinlerden başka bir şeyle ilgilenecekler mi? Soruları çoğaltabiliriz, ömrümüz vefa ederse cevaplarını da birlikte görürüz.

Kadim dini metinler demişken öykülerde Bergama, Kuzey Ege, zeytin ağaçları, mitoloji ve Kutsal Kitaplardan kıssaların bir dip suyu gibi aktığını görüyoruz.

Bunlar benim ilk kitabımdan beri görüş alanıma giren, zihnimi meşgul eden şeylerden birkaçı. Kutsal kitaplara da her zaman ilgim oldu. Dinler Tarihi bölümünde doktoraya başlamam bu metinlere daha çok eğilmeme vesile oldu. Kutsal denilen metinler insanlığın en kadim metinleri. Mitoloji de öyle. Bunları öykünün alanını genişletmek adına “kullanmak” hoşuma gidiyor.

Diğerleri de memleket icabı sızıyor galiba yazdıklarıma, ben de engel olmuyorum, çünkü neden engel olayım, değil mi?

Kısa öykü, okurundan metne katkı sunmasını bekleyen bir tür. Öykülerin gücü sadece anlatılan şeylerde değil, anlatılmayan, gizlenen şeylerde de yatıyor. Bu anlamda da okura iş düşüyor. Bu belirsiz bıraktığın, atladığın, eksilttiğin, okura bıraktığın alanlar sende nasıl bir his bırakıyor? Yazarken okur buradaki sıkıştırılmış anlamı çözer, yorumlayabilir, çoğaltır ya da buradaki anlamı çözemeyecek, buraya bir ipucu daha ekleyeyim gibi düşünceler uyanıyor mu? Yazarken okurun varlığını ne derece düşünüyorsun?

Yazarken değil ama yayımlamaya karar verdiğimde (bir dergide ya da kitap öncesi aşamada) okur aklıma hiç gelmiyor dersem yalan olur. Bazı öykülerde o endişe gölgesi şöyle bir gelip geçiyor: Acaba bu anlaşılır mı? Okur bunu okuduğunda benim oraya bıraktığım “şeyi” fark edecek mi? Nedir, anlaşılsın diye bir sözcük dahi eklediğimde canım sıkılıyor bu sefer. O yüzden o endişeye pabuç bırakmıyorum. Anlaşılacağını umarak, olduğu gibi, ilk yazdığım şekliyle bırakıyorum genelde.

Kitapta yer alan iki epigrafa özellikle değinmek istiyorum. “Yani her şey, her şey yazılmak, yazılmak istiyordur.” (İlhan Berk, Kült Kitap) ve “Söz çoğaldıkça anlam azalır / Bunun kime ne yararı olur?” (Eski Ahit, Vaiz, 6. Bap) Onur Çalı öyküleri bu iki uç arasında salınıyor, tam da bu aralıktan besleniyor diyebilir miyiz?

İlhan Berk’in cümlesi yazma iştahıyla ilgili. Dünyadaki her nesneye yazılacak şey gözüyle bakmaktan neşet ediyor. Yazma hevesi ve iştahı iyidir ama ifrata kaçmamak lazım. “Siz nasıl bu kadar çok şey okuyorsunuz, ben yazmaktan vakit bulamıyorum!” diyen yazarlar duydu bu kulaklar. Bir de tabii “her şey yazılabilir” anlamına da gelir Berk’in söyledikleri. Yani her şey ama her şey şiirin konusu olabilir. Berk kendi şiirini böyle örmüştür. O halde her şey öykünün de konusu olabilir, öyküyle yazılabilir! Öykünün alanını genişletmeye bakmalı, sınırlarını zorlamalı.

Peki ama nasıl yapacağız bunu diye kendime sorduğumda da ikinci alıntıya gidiyorum ben. Eski Ahit’in en güzel yazılmış bölümlerinden Vaiz’de, bilge bir üslup göze çarpar. Vaiz’in hikmet dolu sözlerini kitaptaki iyicene kısa öykülerin olduğu bölümün epigrafı olarak kullanmam bundandır. Demek ki haklısın, bu iki uç arasında dolaştığımı söylersem yalan söylemiş sayılmam.

Babil Kulesi ve dillerin doğuşu efsanesini yorumladığın “Babil Kulesi İnşaatından Sağ Çıkmış Duvar Ustası Ozo’nun Hatıratı” öyküsü şu sözlerle bitiyor: “Bir zaman bakıştıktan sonra sarılıp ağlaştık ve ayrıldık. Farklı yönlere gittik. Sandık ki bir yerlerde dilimizden anlayan bulunur.” Bu ifade, kitabın geneline de sinen hüznün, bireyin ve öykücünün yalnızlığının da tezahürü kanımca. Sen ne düşünüyorsun, Onur? Bir yerlerde dilimizden anlayan bulunur mu?

Babil Efsanesi (ve Laneti) çok ilgimi çekiyor. Elbette dünyada yaşayan hiçbir dilin ölmemesini, farklı farklı dillerin konuşulmasını, hiçbir dilin yasaklanmamasını, hep yaşamasını, bütün dillerde edebiyat yapılıyor olmasını isterim. Ve fakat tercüme yaparken iyice farkına vardığım bir şey de şu: Birbirimizi anlamak zaten aynı dil içerisinde bile yeterince zorken farklı dilleri konuşuyor olmamız (tercümeye muhtaç olmamız) bunu neredeyse imkansızlaştırıyor. Aynı dili konuşsaydık keşke. O zaman yalnızlığımız belki biraz azalırdı. Belki.

* Bu söyleşi 14 Nisan 2019 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır. 





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder