İsmail, eski arkadaşım. Liseden. 30 yıldır görmüyordum. İki
ay önce mezuniyetten sonra ilk kez katıldığım pilav gününde gördüm. Eskiden aramız iyiydi. Yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmez dedikleri türden. Ne olduysa oldu, savrulduk. Lise bahçesinde dün kaldığımız yerden devam eder gibi akan sohbet yüzünden, belki de karısından ayrıldığı için bilmiyorum, "Bir hafta sonu geleyim, rakı
içelim," dedi. "Gel," dedim. Haftasına damladı.
İsmail iştahsız. Tabağına beş sardalye koydu. Oynadı durdu.
Tam mevsimi halbuki. Yağlı. İçini bile temizletmedim. Parmağınla karnını yarıp nasıl yiyeceğini gösterdim. İsmail'in yemekle arası yok. Kendini dinleyecek insan peşinde. Misafirin lokması sayılmazmış ama saydım. Üç
tek rakı, beş sardalye, iki üç dilim domates, iki dilim kavun, bir Kemalpaşa
tatlısı yedi. Altı sigara içti. Önce çekindi sigara içmeye. "Açık hava bir tane içebilir
miyim? Rahatsız olur musun?" diye sordu. Tüm sigaraların, tüm buluşmaların iznini almış gibi ardı ardına yaktı.
İsmail konuşuyor da konuşuyor. Sesine susamış gibi kana kana içiyor. İçmiyor da dışına dışına savuruyor. Eski karısını, oğlunu
anlatıyor boyuna. Yeni kocayı, terapi ve gölge öğretmen ihtiyacını... Anlatıyor da
anlatıyor. Çok hızlı konuşuyor. Öyle ki araya girmek mümkün değil. Bazen bir iki kelime
atıyorum ortaya, onu yavaşlatmak, ben de buradayım demek için. Sorum yeni bir
kapı açıyorsa, pasımı görüyor ve hızını kesiyor. Kelimelerimin, varlığımın bir değeri yok gibi. Kelimelerimi oltaya takılmış yem misali salıyorum masaya. O yemi çalıp giden kurnaz balık, ben acemi balıkçı. Kelimelerin onu savurduğu yerden devam ediyor, aynı hızla. Eni konu canım sıkılıyor. Yatak odasından büyük bir ayna getirip sandalyeye koymayı, kafamı yastığın altına gömüp uyumayı düşünüyorum. En çok
da "Ama İsmail bunların hepsi varsayım," demeyi.
İsmail'in aklında sonsuz varsayım. Açıyor, çeşitlendiriyor. Sündürdükçe sündürüyor. Endişeleri var, yersiz kuşkuları ve ona hiçbir şey
kazandırmayacak stratejileri… Olmamış şeyler karşısında zihninde kıran kırana bir satranç oyununa girişmiş. Hayatını satranç tahtası misali yatırıyor masaya. Eski karısı, o, oğlu, yeni koca, potansiyel sevgili o
tahtanın üzerinde hareket ediyorlar, şah çekiyor, rok yapıyor, iki hamle ileri
atlıyor, taş kaptırmamaya uğraşıyor. Masa o denli kalabalık ki bana yer yok. Bas bas bağırıyor zihnim hâlâ.
"Ama İsmail bunların hepsi varsayım."
İsmail düzenli adam. Gecenin sonunda izmaritlerini çöp kutusuna döküyor. Küllük niyetine
kullandığı çay tabağını sudan geçiriyor. Bırakıyor. Bir gece kalıyor bizde. Ertesi
sabah bakıyorum. Yattığı çekyat kapalı. Çarşaf, nevresim yok. Çöp kutusunu yokluyorum. Ne izmarit, ne kılçık, ne boş rakı şişesi. Beynim uyuşmuş gibi. Kafamı ellerimin arasına alıp sallıyorum. İçi boş bir kumbara gibi. Tek metelik sesi dahi çınlamıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder